Barış kapımızın önünde!

Doç. Dr. Vahap Coşkun - Dicle Üniversitesi Öğretim Üyesi / [email protected]
29.06.2013

Türkiye, son çeyrek yüzyılda barışa hiç bu kadar yaklaşmadı. İnsanlar kapılarının önünde duran bu fırsatı kaçırmak istemiyorlar. “Barış” söylemi giderek daha fazla toplumsallaşıyor. Barışı kurabileceğine inanan toplum, barışçıl bir gelecek tasavvur ediyor ve bunun için de Türkiye’nin bütün kurum ve kurallarıyla adeta yeniden inşa edilmesini arzuluyor.


Barış kapımızın önünde!

Türkiye, bir aya yakın süre Gezi Parkı’na kilitlendi. Neredeyse tüm ülke, bir parkta başlayan ve kısa sürede yaygınlık kazanan olaylarla yatıp kalktı. Gezi’nin tek gündem maddesine dönüşmesi, ülkenin diğer yakıcı sorunlarını ve bilhassa barış sürecini ikincil plana düşürdü. Aslında sadece unutturma değil, Gezi’nin, başlayan süreci sekteye uğratma ihtimali de vardı. Gezi olaylarına BDP, kitlesel bir katılım sağlasa, sokaktaki çatışmalar büyüse ve hükümet iş yapamaz/karar alamaz bir hale getirilseydi, süreç tamiri zor bir yara alırdı. Ancak siyasi basiret gösterildi, çözümden yana bir irade gösterildi ve sürecin devamı sağlandı.

Gezi, elbette önemli bir olay; bundan hem iktidar, hem de muhalefetin çıkarması gereken dersler var. Ama Kürt meselesinin çözümünü, Gezi’ye kurban etmekten kaçınmak gerek. Nitekim İrlanda Barışı’nın mimarlarından Jonathan Powell, buna dikkat çekiyor ve “Gezi Parkı odaklı gelişmelerin ve eylemlerin, barış sürecine zarar vermemesi gerektiğini” söylüyor. Powell, bu olayların önemini teslim ediyor, ancak ileride dönüp geriye bakıldığında asıl önem taşıyanın barışı oluşturmak olacağının altını çiziyor: “Uzun vadede, 50 yıl sonra, ülkeniz için en önemli şey barış olacaktır.”

Raporlar çok şey anlatıyor

Bu itibarla Gezi’nin “görüşmeleri rayından çıkarmasına” müsaade etmemek, ivedilikle barış sürecine dönmek icap ediyor. Bu hafta içinde sürece ilişkin iki önemli gelişme yaşandı: İlki, Gezi’nin yarattığı olumsuz atmosfere rağmen PKK ve BDP’nin sürecin ilerletilmesi konusundaki kararlılıklarını vurgulamasıydı. Demirtaş, Türk ve Öcalan, “sürecin tıkandığına” ilişkin iddiaların gerçeği yansıtmadığını belirttiler. Öcalan, birtakım engellerin varlığına rağmen, sürecin ilerletileceğine ve başarıya ulaşılacağına inandığını ifade etti.

İkincisi, Akil İnsanlar Heyeti’nin raporlarını tamamlayıp Başbakan’a sunmalarıydı. Raporların derinlemesine tartışılmasıyla süreç yeniden gündemin merkezine yerleşti. Raporlar çok öğretici. Yedi bölgede faaliyet sürdüren heyetlerin tespit ve önerileri yürümekte olan sürecin Türkiye açısından taşıdığı önemi ortaya koyuyor. Mesela, Kürt meselesinin en derinden etkilediği Güneydoğu Anadolu Bölgesi Heyeti’nin hazırladığı rapor, süreçle birlikte bölgede sosyal ve siyasal planda yapısal değişikliklerin meydana geldiğini gösteriyor.

Rapora göre, otuz yıl hakimiyetini sürdüren savaş atmosferi, Güneydoğu’nun siyasi yapısına dair dört önemli sonuç doğurmuştur: 1. Kamusal alanı daraltmıştır. 2. Daralan kamusal alanda PKK, neredeyse, tek egemen haline gelmiştir. 3. PKK haricindeki siyasi oluşumlar, kendi köşelerine çekilmiş ve sosyal alanda faaliyet göstererek ayakta kalmıştır. 4. Kimi örgütlenmeler PKK’yi örnek almışlar ve böylece dar ve homojen gruplar hiyerarşik temelde kurumsallaşmıştır.

Çeyrek asır ve çözüm süreci...

Elbette çeyrek asırda oluşan tablo, kısa bir zaman diliminde tümüyle değişecek değil. Ama rapor, barış ikliminin, bu dört olumsuzluğu hızla tersine çevirdiğini belirtiyor. Yani kamusal alan genişliyor, PKK’nin hakimiyeti azalıyor, PKK dışı aktörler büyük bir enerjiyle sahaya çıkıyor ve siyasetin referansları da hızla demokratik normlara doğru kayıyor. Yeni bir toplumsal durum ortaya çıkıyor ve bölgedeki siyasi aktörler bu yeni duruma uygun olarak kendilerini konumlandırıyorlar.

Yedi bölgedeki çalışmalardan bazı genel sonuçlar çıkarmak mümkün: İlki, süreç, toplumun geneli tarafından destekleniyor. Karşı karşıya bulunduğumuz sorunun silahla ve güvenlikle çözülemeyeceği gayet iyi biliniyor. Savaştan ve çatışmalardan herkese gına gelmiş; “Kandil’i yerle bir ederiz, hepsini bir kaşık suda boğarız” vb. hamaset, eskisi gibi etkili olamıyor artık. Sürece karşı olanların kitleleri ikna edecek bir argümanı bulunmuyor.

Gezi’nin hay huyu içinde gözden kaçan veya üzerinde yeterince durulmayan bir olay yaşandı. 4 Haziran tarihinde, Uludere’nin Gülyazı köyünde asker ile PKK’liler arasında bir çatışma riski doğuyor. Bunun üzerine köylüler, asker ile PKK’lilerin arasına girerek bir zincir oluşturuyorlar ve çatışma riskini bertaraf etmek için sabahlıyorlar. Süreci sekteye uğratabilecek bir çatışmanın meydana gelmesini önlemek için gösterilen bu çaba, barışın ne derece sahiplenildiğini göstermesi açısından son derece değerli.

İkincisi, süreç ilerledikçe halkın desteği artıyor. Çatışmasız bir ortamın oluşması, ölüm haberlerinin alınmaması ve PKK’nin çekilmeye başlaması sürecin daha bir kıymetlenmesini sağlıyor. Oluşan huzur ortamını kaybetmek istemiyor insanlar; şüphe ettikleri veya emin olmadıkları bazı hususlar olsa da, zaman içinde bunların çözülebileceğine dair kanaat güçleniyor. Süreç ete kemiğe büründükçe korkular izale ediliyor ve sürece mutlak karşıtlık besleyenlerin alışılageldik korkulara hitap ederek kitleleri harekete geçirme çabaları da herhangi bir sonuç vermiyor.

Topyekun demokratikleşme

Üçüncüsü, sorun, salt bir “Kürt meselesi” olarak görülmüyor, sadece Kürtleri değil, çok farklı toplumsal kesimleri yaralayan bir yapısal sorun olarak değerlendiriliyor. Türkiye’deki rejim kimilerinin etnik, kimilerinin dini veya mezhebi, kimilerinin ise cinsel kimliklerini bir soruna dönüştürüyor. Alevileri, başörtülüleri, gayri-Müslimleri, eşcinselleri sıkıntılara maruz bırakıyor. Bu nedenle, her ne kadar Kürt meselesini konuşmak için yola çıkılmış olsa da, Akil İnsanlar Heyeti’nin toplantılarında bir tek bu mesele konuşulmadı; farklı sorunlar paylaşıldı, farklı talepler dile getirildi. Sonuçta bir kimliğe değil, tüm kimliklere yönelen bir demokratik reform programının herkesin yararına olacağı noktasına gelindi.

Tüm kesimleri kapsamına alan bir demokratikleşme hamlesi, hem ahlaken, hem de siyaseten doğru. Ahlaken doğru, zira sorunlar arasında bir hiyerarşi kurulamaz, herkes en temel sorunun kendi sorunu olduğunu düşünebilir, siyasete düşen bu talepleri karşılamaktır. Siyaseten de doğru, çünkü herkesin kimliğini tanıma ve güvence altına almayı hedefleyen bir demokratikleşme programı, herhangi bir kesime ayrımcılık yapıldığı iddiasının önünü keser ve sürece dönük toplumsal desteği yükseltir.

Dördüncüsü, insanlar sürecin demokratik bir anayasa ile taçlanmasını istiyorlar. Toplumsal dertlere kaynaklık eden sorunların çözülmesi için farklılıkları kabul eden, halkın katılımını mümkün kılan ve adem-i merkeziyetçiliğe dayanan çoğulcu bir anayasanın yapılması gerektiği konusunda genel bir talep var.

Mutlu sona az kaldı!

Hiç şüphesiz, mevcut Meclis aritmetiği içinde Karadeniz Heyeti’nin çarpıcı tanımıyla “bizi tanımlayan değil, tanıyan bir anayasa”nın yapılması çok güç; bu, göz ardı edilemez. Ancak bu güçlüğün üstesinden gelmek için iki yola başvurulabilir: İvedilik arz eden konulara ilişkin düzenlemeleri içeren bir anayasa değişikliği/ geçiş anayasası yapmak ve bazı alanlarda yasal değişiklikleri gerçekleştirmek.

Birçok alanda atılması gereken adımlar bulunuyor. Kültürel alanda, özgürleştirici ve barışçıl bir eğitim müfredatının oluşturulması isteniyor. İnsanlar kendilerinin “hain” olarak damgalanmasını kabul etmiyorlar. Sosyal alanda, bölgeler arası eşitsizliklerin giderilmesi ve dezavantajlı hale düşürülmüş grupların desteklenmesi talep ediliyor. Psikolojik alanda, bireysel ve toplumsal travmaların giderilmesi bekleniyor. Siyasi alanda, eşitlikçi ve yapıcı bir dile duyulan ihtiyacın altı çiziliyor. Hukuki alanda TCK’dan TMK’ya, SPK’dan Seçim Kanunu’na kadar birçok kanunda değişiklik gereğine işaret ediliyor.

Özü itibariyle Akil İnsanlar Heyeti’nin temaslarından çıkan sonuç şu: Türkiye, son çeyrek yüzyılda barışa hiç bu kadar yaklaşmadı. İnsanlar kapılarının önünde duran bu fırsatı kaçırmak istemiyorlar. “Barış” söylemi giderek daha fazla toplumsallaşıyor. Barışı kurabileceğine inanan toplum, barışçıl bir gelecek tasavvur ediyor ve bunun için de Türkiye’nin bütün kurum ve kurallarıyla adeta yeniden inşa edilmesini arzuluyor. Bu, yalnızca iktidarın yapabileceği, altından tek başına kalkabileceği bir yük değil; burada herkese sorumluluklar düşüyor.