Barışın elçileri ve mafya avukatlığı

Sıbğatullah Kaya / Araştırmacı - Yazar
19.12.2015

“Tahir bizdendi, bizimkiler onu neden öldürsün?” diyorsun. Öldürürler, çünkü Tahir Elçi şeklen sizden olsa da zımnen artık sizden değildi. Hele “sizinkilerden” hiç değildi. Çünkü o da her “Türkiyeli” gibi terör ve şiddetle arasına mesafe koyuyor, barış ve demokrasinin egemen olduğu bir siyasal ortam istiyordu. Bu gibi sesler, terörü ve şiddeti meşru gören oluşumlar tarafından susturulması gereken “çatlak ses” olarak kabul edilir.


Barışın elçileri ve mafya avukatlığı

Son zamanlarda Kürt sorunu bağlamında yaşanan en acıtıcı ölüm kuşkusuz ki Diyarbakır Barosu Başkanı Tahir Elçi’nin hayatını kaybetmesi oldu. 28 Kasım Cumartesi günü Diyarbakır Sur içinde Dört Ayaklı Minare sokağında yaşanan olaylar, sadece iki polisi ve Tahir Elçi’yi bizden almadı, aynı zamanda silahların gölgesinde hak ve adalet arayışı sürdüren cesur barış ordusunun bir neferini aldı bizden.

Tahir Elçi ile düşüncelerimiz, hayat ve dünya görüşümüz birbirinden farklıydı. Ama kuşkusuz, insanlığın bu güne kadar ulaşabildiği “evrensel değerler” bakımından buluştuğumuz yer aynıydı. Buluştuğumuz noktada barış, demokrasi ve hukukun üstünlüğü vardı. İnançlara, kimliklere ve düşüncelere saygı vardı. Her türlüsüyle “insan hakları” vardı. Hak arama yöntemi olarak silahın devreden çıkarılması, sorunları çözerken şiddetin yöntem olarak dışlanması vardı. Sorunları müzakere ederken halk iradesinin ve bu iradenin yetkilendirdiği meşru temsilcilerin muhatap alınması vardı.

Bir an için, bu saydığınız hususları herkes dile getiriyor, dolayısıyla bu söylediklerinizin pek bir önemi yok, diye düşünebilirsiniz. Ancak bu düşüncenizden çabuk dönersiniz. Çünkü “zor zamanda konuşmak” ile yalnızca “konuşmak” arasında kalibre farkı vardır. Hele silahların gölgesindeyken, namlunun arkasındakine eleştiri yöneltmek nasıl bir yürekliliktir, tahmin bile edemezsiniz.

Bu nedenle Tahir Elçi baro başkanlığından, siyasi kimliğinden ve diğer aidiyetlerinden bağımsız bir şekilde “zor zamanda konuşmanın” kahramanlardan birisi olmayı hak etmiştir. Bu vesileyle kendisine ve o alanda hayatını kaybeden iki polisimize bir kez daha Allah’tan rahmet, yakınlarına baş sağlığı dileriz. Türkiye kamuoyu Elçi’yi kısa süre önce bir televizyon programında “PKK terör örgütü değildir.” çıkışını yaparken fark etti. Bu oldukça sansasyonel çıkışıyla Elçi bir süre gündemde kaldı. Elçi, PKK siyasal bir harekettir, ancak bazı eylemlerinde terörizme yer vermiştir, diyordu. Aslında onun niyeti, onur kırıcı olmaktan kaçınmak, bunca yıllık örgüte derin bir gocunma yaşatmamaktı. Ancak yine de bazıları tarafından terör örgütünün propagandisti olmakla suçlandı ve ceza alması gerektiği türünden tepkiler aldı. Bazı kesimler onu belli bir nefret dalgasına maruz kalsın diye, hedef olarak kullanmak da istediler. Tahir Elçi’ye yöneltilen suçlamalar, onca yaygaradan sonra yargı tarafından da soruşturma konusu yapılmış ve hakkında açılan dava sonucunda tutuksuz olarak yargılanmaya başlamıştı. Ölümünün ardından başlayan spekülatif açıklamalar, çatışmaların ve can acıtıcı başka  gelişmelerin gölgesinde kaldı; ama zaten yanlı ve maksatlı açıklmalardan kimseye hayır gelmeyecekti. Geçen zaman, Elçi’nin kimin tarafından öldürüldüğünden ziyade, neden öldürüldüğü sorusunu daha değerli ve anlamlı kılıyor.

Kürtler niçin ölüyor?

Kürt siyasi hareketi, bu vahim olayın ardından son zamanlarda kullandığı o sorunlu dili kullanmaya devam etti. Yapılan ilk dâhiyane açıklama, bu olayın faili “Devlet değil, devletsizliktir...” şeklinde oldu. Aynı hareket, Suruç ve Ankara olaylarının ardından “Saray gladyosu yaptı...”, “devlet yaptı...” gibi açıklamalar yapmıştı. Bu seferki dil, biraz farklı görünse de mental olarak değişime kanıt olacak türden değil, kurnazlıkla kurgulanmış ve gelişmelere göre, bölgedeki tepkilere göre pozisyon değiştirmeye açık kapı bırakılmış türden. Kimileri zekice diyor, ama bizce kurnazca kurgulanmış bir söylem.

Böylece akla zarar bir tartışmaya kapı aralanıyor yeniden. Oysaki Tahir Elçi, sivil demokratik siyasetin önünü açmaya çalışırken hayatını kaybetti. Terör ve şiddetin kadınıyla, çocuğuyla, erkeğiyle, kızıyla sivilleri kalkan yapmak için şehre inmesine, çevreye ve insanlık mirasına zarar vermesine engel olmak; öz yönetim denen şeyin ergen çocukları silahlandırmak anlamına gelmemesi gerektiğini, esasen terör ve şiddetin tümüyle durması gerektiğini haykırmak isterken öldü. Tabi ki aslında başta HDP ve diğer sivil siyasi oluşumların önünü açmak, onlara meşruiyet kazandırmak isterken öldü.

Sen, onun sona ersin diye çırpındığı teröre ve şiddete dönüp tek kelime söylemiyorsun; devlet otoritesinin güçlü olduğu yerlerde bu tip olayları devletin yaptığını, ama Diyarbakır gibi devletin aslında hiç olmadığı yerlerde bu olaylara “devletsizliğin” sebebiyet verdiğini söylüyorsun. Evet, geveleyerek de olsa, bunu söylüyorsun.

O yok dediğin devlet, aslında milletin ta kendisi ve hemen oracıkta iki şehit veriyor. Ne için? Terörü durdurmaya çalışırken başka can almadıkları için; kadınlara, çocuklara ve diğer sivillere zarar vermemek adına azami dikkati gösterdikleri için; gereksiz yere teröristin bile canını almadıkları için; onu teslim olmaya zorladıkları ve her şeye rağmen hukuk dâhilinde mücadele etmeye çalıştıkları için... Sense bunlar terörist değil, özgürlük savaşçısı, demeye getiriyorsun.

Açık konuşalım ey Kürt siyasi hareketi! Yaptığın açıklamalardan, özgürlük savaşçısı diye bahsettiğin bu ölüm makinelerini ileride güvenlik gücü olarak istihdam edeceğin anlaşılıyor. Yani, kendi öz babalarının cebinde iki bin lira olsa, bir işporta arabası alıp emanet etmekten çekineceği bu toy delikanlılara gerçekten Kürt halkının güvenliğini teslim etmeyi düşünüyor musun?

Şunu bil ki, devlet kurmak evcilik oyunu oynamaya benzemez. Gerçek bir devlette etnik aidiyetleri “Türk” olan asker ve polislerin etnik aidiyetleri “Kürt” olanlar için gözünü kırpmadan ölümü göze aldıklarını ve gerekirse şahadet mertebesine yükseldiklerini görürsünüz. Bunun tam tersini, etnik aidiyeti Kürt olanların da etnik aidiyeti Türk olan kardeşleri için öldüklerini görürsünüz. Ama devletçilik oyunu oynanan bir yerde, örneğin Musul’da DAİŞ kuvvetleri kapıya dayandığında Şiî askerlerin “Biz bu Sünniler için mi öleceğiz?” diyerek üniforma ve silah bırakarak kaçtıklarını görürsünüz. Bunları da göz önünde bulundurarak kullanılan bu çocukların “asker” olabileceğini ve bunların toplamından bir askeri kurum doğacağını gerçekten düşünüyor musun ey Kürt siyasi hareketi?

Biz gerçek “Türkiyeliler”, yıllardır ülkemizdeki askeri vesayet kalksın, asker ulusal güvenlik işleriyle uğraşsın, diye didiniyorduk. Sen Kürt halkına ilkel yapılanmaların vesayetini reva göreceksin öyle mi? Peki bizim vesayetine son vermek istediğimiz, kendi asli işiyle uğraşmasını talep ettiğimiz Türk askeri Ortadoğu’nun en nitelikli, en disiplinli, en donanımlı, en kurumsal askeri yapısı değil mi? Hatta dünyanın sayılı ordularından biri değil mi?

Daha açık konuşalım ey Kürt siyasi hareketi! Sence biz, böyle nitelikli bir ordunun dahi “üzerimizdeki vesayeti kalksın” derken, Kürtlerin ilkel yapılanmaların elinde uzun yıllar boyunca inim inim inleyecekleri yeni bir devir açmana razı olur muyuz? Türkler buna razı olur mu? Kürtler buna razı olur mu? Akıl, vicdan ve merhamet buna razı olur mu?

Şunu da açıkça konuşalım ey Kürt siyasi hareketi! Dönüp tek kelimeyle toz kondurmaktan çekindiğin PKK ve YDG-H yapılanmaları bunu yapmış olamazlar mı? Merhum Tahir Elçi olayında akla yakın senaryo bu değil mi?

Tahir Elçi sizden değildi

Görüntülere göre senaryo şöyle: Balıkçılarbaşı meydanında (gasp ettikleri) taksiden inmeye çalışan silahlı iki militan, 80-100 metre ötede düzenlenen etkinliği basmaya gidiyorlardı. Polis tarafından fark edilince ilk çatışma çıktı. Bu iki militan canlarını kurtarmak için o dar ve kalabalık sokağa neden daldılar? Çünkü zaten orada ne olduğunu biliyorlardı. Hatta şunu da biliyorlardı: O sokağın az ötesinde hendeklerle kapatılmış bölgeler var ve buradan uzun namlulu silahlarla kendilerine destek atışı gelecek. Merhum Tahir Elçi ya bir kaza kurşununa kurban gitti veya hendekler tarafından gelen bir keskin nişancı atışıyla hayatını kaybetti. Tahir Elçi’yi ve o etkinliği korumakla görevli polisler birdenbire çıkan çatışma nedeniyle tam bir koruma sağlayamadılar. Tabi, buradaki korumanın kişiye özel bir VIP koruma olmadığını, bir genel koruma olduğunu da unutmamak lazım. Şimdi, ister kaza kurşunuyla olsun, ister keskin nişancı atışıyla olsun Elçi’nin canını alan, senin özgürlük savaşçısı dediğin bu yapılanma değil mi?

“Tahir” bizdendi, “Bizimkiler onu neden öldürsün?” diyorsun. Öldürürler, çünkü Tahir Elçi şeklen sizden olsa da zımnen artık sizden değildi. Hele “sizinkilerden” hiç değildi. Çünkü o da her “Türkiyeli” gibi terör ve şiddetle arasına mesafe koyuyor, insan hakları ihlali kimden gelirse gelsin karşı çıkıyor, barış ve demokrasinin egemen olduğu bir siyasal ortamın oluşmasına katkı vermek istiyordu. Bu gibi sesler, terörü ve şiddeti meşru gören oluşumlar tarafından susturulması gereken “çatlak ses” olarak kabul edilir. Silahlı gruplar, “Biz, canımızı ortaya koyuyoruz, bu adamlarsa bizi hiçe sayıyorlar; önümüzden çekilmeleri lazım...” diye kendilerini motive eder ve bu engelleri ortadan kaldırmakta tereddüt etmezler.

Şapkalarımızı önümüze koyup birlikte düşünelim ey Kürt siyasi hareketi! Tahir Elçi’lerin susturulması, teröre ve şiddete karşı yükselen “Hayır!” dalgasının önünü kesmeyi hedeflemiyor mu? Deşifre olduğu hissedildiği anda çark edip “Devlet yaptı...” demek, çok bilindik taktiksel bir söylem değil mi? Bu anti-terör dalganın önünü kesmek için değil mi ki, HDP’den biri çıkıp cılız bir sesle “şiddet gereksizdir...” demeye kalktığında, örgütün yurt dışından yayın yapan televizyonlarından uyarı niteliğinde yorumlar yükselir. Kürt siyasi hareketine mensup milletvekilleri dahi barış-marış dediğinde “Kardeşim, bunu istiyorsan Kürdistan’da yaşaman da HDP’de siyaset yapman da mümkün değil...” uyarısına neden muhatap olur? Bunun nedeni sağlıklı siyaset taleplerinin önünü kesmek, bu sesleri bastırmak değil mi?

Sen siyasi hareket olarak yanlışların üstünü örtmeye çalışırken, terör ve şiddet kutsala ve etik değerlere kadar el uzatıyor. Kurşunlu Cami’den yükselen alevler senin de yüreğini hiç mi yakmadı. Daha ne kadar “Vandal yürek görün ki alkışlanasın...” edebiyatıyla, bu çocukları ölüme göndermeye devam edeceksin?

Şimdi ne yapacaksın, ey Kürt siyasi hareketi? Karar ver, mevcudiyetinin yegâne emeli mafya avukatı gibi davranmak mıdır? Tek arzun ve emelin kendi mafyanı savunmak mıdır? Şunu bir düşün: Terör ve şiddetle arana mesafe koyamazsan “mafya avukatlığından” öte bir kimliğe sahip olamayacaksın.

Kantonculuk oyunu

Yıllardır, siyasi duruşunu örgüte göre konumlandırmaktan bıkmadın mı, ey Kürt siyasi hareketi? Bir zamanlar örgüt Kürdistan’ı ayırıp orayı ayrı bir devlet yapmak istiyordu, sen de onu savunuyordun. Örgüt ayrılmaktan vazgeçip federatif taleplerde bulundu, sen de onu savundun. Örgüt, devlet de neymiş, zaten dünya treninin sonu komünal duraktır, dolayısıyla “kantonculuk” oynayalım, demeye başladı; sen de onu savunmaya başladın. Örgüt düne kadar Amerikancı çizgide koalisyonun Ortadoğu’daki jandarması olmaya soyunuyordu, sen de onu savunmaya başlamıştın. Örgüt bu günlerde koalisyonu terk edip bölgedeki “Rus Kara Kuvvetleri” olmaya soyunuyor, şimdi de onu mu savunacaksın? Bukalemun olsa, bu kadar renk değiştirmekten derisini kaybeder insan.

Daha ne kadar haklarını barış ve kardeşlik düzleminde aramaktan başka bir dileği olmayan Kürtlerin istismar edilmesine göz yumacaksın. Bir Kürt kadınının “Keşke yanan benim evim olsaydı da Allah’ın evi olmasaydı!” cümlesindeki feryadı duymazlıktan mı geleceksin? Daha ne kadar kendi mafyanı, kendi öz halkına karşı savunacak ve onu şirin göstermeye çalışacaksın? Elçiler sırayla ölüyor, sen mafya avukatı olmaya devam mı edeceksin, ey Kürt siyasi hareketi?

 [email protected]