Barışın kırmızı çizgileri

Mehmet Emin Ekmen / Avukat
28.02.2015

Siyasi başlıkların bugün masada olmayışı, konuşulmak istenmeyişinin, tarafların bu konuda fikir serdetmeyeceği anlamına gelmediği açıktır. Bu konulara yaklaşımı görmek için TBMM Anayasa Uzlaşma komisyonuna verilen tekliflere bakmak yeterlidir.


Barışın kırmızı çizgileri
İmralı ile görüşmelerin ilk gündem maddesi silahlı güçlerin yurtdışına çekilmesi idi, bu konuda İmralı ve Kandil arasında bir takvim pazarlığı yapıldığı da biliniyor. Ancak zaten isteksiz olan Kandil’in Gezi Parkı gösterilerinin başlaması ile birlikte geri çekilmeyi önce oldukça ağırlaştırdığı sonra da tamamen durduğu malumdur. 
 
Oysa Ak Parti Hükümeti geri çekilmenin kazasız belasız gerçekleşmesi için önce müsteşarlıklar seviyesinde kurumlar arası bir protokol, ardından Bakanlar Kurulu kararı ile her türlü tedbiri ve siyasi sorumluluğu almış idi. Geri çekilen gruplara yönelik tek bir saldırı olmaması, tam aksine Lice kırsalında bir helikoptere ateş açılması gibi karşı durumlar yaşanmış olması, Hükümet cenahında beklenen bir durum değildi. Sürecin ilk adımı olarak geri çekilmeyi masaya koyan, bunun sorunsuz olarak gerçekleşmesi için de bürokratik teamülleri zorlayarak tedbirler alan Hükümet’in bu tutum karşısında oldukça şaşırdığı ve bir samimiyet sorgulamasına girdiği rahatlıkla söylenebilir. 99’da 500 kayba rağmen geri çekilme tamamlanmış iken, bu süreçte sebepli veya sebepsiz bir şekilde geri çekilmenin durdurulması çok ciddi ve esaslı bir çelişkidir. 
 
Bu çelişik durumun, örgütteki ikircikli tutumun, kamuoyu ve süreci yakından takip eden fikir adamlarınca da yeterince ele alınmadığını/tartışılmadığını düşünmekteyim. 
 
Kamu düzeni olmazsa olmaz 
 
Kamu düzeni tartışması şu anda sürecin gidişatını belirleyecek ana başlıklardan birine dönüşmüş durumda. Hükümetin kamu düzeni ile kastettiği şey şudur; 2002 yılından bugüne kadar devlet, kendi meşru sınırlarına çekilmiş, derin devlet benzeri tüm yapılanmalarla mücadele etmiş ve bunları tasfiye hedefinde kararlılık göstermiştir. Mamafih devletin geri çekilme ile boşalttığı alanları örgüt hızla doldurmaya çalışmış ve bunda da önemli ölçüde başarılı olmuştur. Tüccar ve işadamlarına vergi salma, örgüt talimatlarına uymayanları yargılama, hatta özel hukuk problemleri için dahi mahkeme kurma girişimleri, köyden ilçeye, bölgeden ile her kademede atanan sorumlu/komiserlerle her yeri zapturapt altına alma, meslek örgütlerinin seçimlerine dahi aktif müdahalede bulunma gibi eylemler 90’lardan beri bir şekilde zaten vardı. Ancak özelde son 2 yılda genelde de son 10 yılda bunun arttığı izlenimi, Hükümeti sadece batı değil doğu kamuoyu önünde de zor duruma düşürmüştür. 
 
Daha önce bu uygulamalar kirli bir savaşın zorunlu sonuçları olarak tolere edilir, vatandaşın gündemine girmez iken, şimdi bu eylemler sert olarak eleştirilmekte hatta bu durumdan Hükümet sorumlu tutulmaktadır. Hükümete yönelik eleştiriler sadece bunları engellemediği değil, bazen bunlara sebep olduğu yönünde de yönelmektedir.  
 
Kamu otoritesinin bazen ne yapacağını bilememesi bazen de sürece olumsuz bir müdahale niyeti ile bu suç eylemlerine karşı sessiz kalması, bölgede büyük tartışmalara sebebiyet vermiştir.  Sürekli olarak ve bölgenin tüm illerini gezme fırsatı bulmaktayım. Şunu açıkça ifade edebilirim ki; özellikle son bir yılda bu şikâyetler bariz şekilde artış göstermiş, hatta bir çok yerde Ak Partili aktörlere karşı “Çözüm Süreci bu ise biz bunu istemiyoruz” şeklinde isyana dönüşmüştür. Bu tablo karşısında Hükümet kamu düzenini tesis meselesini birincil bir konu olarak gündemine almıştır.  
 
Hükümetin kamu düzenini bozucu faaliyetleri tek taraflı olarak sonlandırma hatta deyim yerinde ise “bastırma” gücü olduğu, bürokrasi içerisinde buna hevesli bir çok kişi bulunabileceği açıktır. Ancak böyle bir sonlandırma veya bastırmanın sınırları ve ortaya çıkacak ağır tablo şüphesiz ki makul hiç bir insanın arzusu değildir/olmamalıdır. Hükümetin bu düzen bozucu faaliyetleri sonlandırmaya dair bir pratik içerisine girmesinin; değil süreci sonlandırma, süreçten bağımsız olarak yepyeni bir duruma işaret edeceği, bunun da oldukça olumsuz bir durum olacağının Hükümet de farkındadır. Bu nedenledir ki Ağustos sonu ve Eylül başında İmralı ile görüşmelerin ana gündem maddesi, kamu düzenini bozucu faaliyetlerin tek taraflı olarak sonlandırılması olmuştur. Bu konu İmralı ve Kandil görüşmeleri ile de ele alınmış ve Eylül ortalarında Devlet yetkililerine;  kırsalda çadır kurma, mahkeme yapma, şantiye basma, adam kaçırma, vergi salma, şehirlerde hendek kazma ve diğer YDGH faaliyetlerine son verileceğinin teminatı verilmiştir.
Tam bu tabloda arka planı da oldukça şüpheli bir şekilde 6-8 Ekim olayları patlak vermiştir. Ben 6-8 Ekim olaylarını; Türkiye’nin IŞİD karşıtı uluslararası koalisyonu Esed’e karşı da kullanma girişimlerine karşı İran’ın verdiği bir cevap olarak okuyorum. Bu olayları İran’dan gelen ajanlar yapmadı elbette.  Bingöl saldırısında olduğu gibi örgüt mensupları, Yasin Börü cinayetinde olduğu gibi YDGH üyeleri kullanıldı. 
 
Dürüst olmak gerekirse HDP ve Kandil’in ortak aklının bu gösterilerin bir iç savaş provasına dönüştürüleceğini öngörmediğini ve bu sonuçları da tasvip etmediğini düşünüyorum. Bingöl saldırısının açıkça reddedilmesi, olayların henüz ikinci gününde kullanılan provakasyon ifadesi, 11 Ekim’de olaysız bir telafi yürüyüşünün yapılması, örgüt ve parti tabanında yaşanan muhtemelen 30 can kaybına rağmen bunun siyasi polemik konusu yapılmasından uzak durulması gibi tavırları da bu tutumun göstergesi olarak görüyorum. Şüphesiz bu hal karar alıcıların siyasi hatta hukuki sorumluluğunu ortadan kaldırmaz. Bu red tutumuna rağmen şehir içinde ve kırsalda bu olaylarda rol alan örgüt ve parti mensuplarına yönelik iç disiplinin işletilmemiş olmasını da önemli bir eksiklik olarak gördüğümü ifade etmeliyim. 
Diğer yandan 6-8 Ekim olayları ile simgeleşen, Cizre örneği üzerinden hala devam eden kamu düzenini bozucu faaliyetlerin neden hala tam olarak sonlandırılmadığı hususunun etraflıca tartışılması gerekiyor. 
 
Şunu samimiyetle belirtmeliyim ki; ortalama bir Kürt 80 yıldır devletten çektiği zulmü şimdi farklı bir mekanizma ile yeniden yaşamak istemiyor. Türkiye’nin batısındaki bir vatandaş kadar özgür olmak istiyor. Yerelde ve ulusalda kaynağını yasalardan almayan hiç bir gücün kendi gündelik yaşamına müdahale etmesini istemiyor. Ak Parti’nin bu beklentiyi/talebi sağlayamaması halinde bırakın ülke genelindeki muhalefet partileri ve paralel yapının medya dezenformasyonunu, kendi Kürtlerinden aldığı desteği dahi sürdürmesi zorlaşabilir. Böyle bir tablonun yani bölge insanında oluşacak bir “güvensizlik halinin” yol açacağı sonuçları ise oldukça geniş bir perspektifle ele almak gerekir. 
 
Temel iki eleştiri
 
Siyasi başlıkların değerlendirilmesine geçmeden önce süreç yönetiminde Hükümete yöneltilen iki temel eleştiriye de değinmek isterim.
 
Bunlardan ilki insani olan ve çok önemli bulduğum hasta tutuklular/mahkumlar hususudur. Bu kısımda çok mazeret ifade etmeyi doğru bulmam; ancak yasa değişikliği, hatta bürokratik direnci kırmaya yönelik Adli Tıp ve ilgili dairedeki başkan ve üye değişiklikleri ile önemli mesafe alındığını birçok tahliyenin de gerçekleştiğini ifade etmeliyim. Yakın zamanda bazı ölümler gerçekleşti, tabii ki tek bir kayıp bile canımızı acıtmalıdır. Sorunların çözümü için daha net tedbirler alınmalıdır. Ancak Hükümetin bu konuda iyiniyetli ve olumlu manada sürekli müdahaleci olduğunu, buna rağmen var olan sorunların sistematik değil vaka bazında bürokratik sorunlar olduğunu ifade etmeliyim. 
İkinci husus ise izleme kurullarının kurulmamış olmasına yönelik eleştirilerdir. Ben prensip olarak izleme kurullarının gerekli olduğunu hatta pratikte hükümet lehine sonuçlar doğuracağını düşünmekteyim. Hükümetin de buna karşı olmadığını bilmekteyim. Ancak burada geri çekilme ve kamu düzeninin tesisinin, de facto bir ön şarta dönüştüğü görülmektedir. Hükümet, bu iki şart yerine gelmedikçe sürecin sağlıklı yürüyemeceği fikrinde ısrarcıdır. Bingol saldırısı ve 6-8 Ekim olaylarının, süreci boşa çıkartacak kapasitede yüksek riskler olarak gerçekleşmiş olmasının Hükümetin hassasiyetine çok önemli örnekler olduğunu düşünüyorum.
 
Diğer yandan sürecin başladığı günden bu yana;  Hükümet; demokratikleşme paketi, Akil İnsanlar Heyeti, TBMM  Çözüm Komisyonu, hasta tutuklulara dair iyileştirmeler, İmralı görüşme trafiği ile elde edilen yeni durum, en önemlisi de sürece dair yasa ile çok önemli adımlar attı. Son dönemde daha önce ciddi bir eleştiri konusu olan “barış dili”ne dair eleştirilerin de neredeyse sıfırlandığını söyleyebiliriz. 
 
Örgütün attığı tek adım ise ateşkes ilanıdır. Bunun da bir kaç kez ihlal edildiği malumunuzdur. Bu önemli midir? Çok önemlidir ve değerlidir. Ancak yeterli değildir. 2013 Newroz öncesi taahhüt edilen geri çekilme mutlaka tamamlanmalıdır, hiç değilse, 99 geri çekilmesi ile Anasol-M hükümetlerine verilen opsiyon Ak Parti hükümetlerine de verilmelidir.
 
Geri çekilme ve kamu düzenini bozucu faaliyetlerin tek taraflı olarak sonlandırılması durumunda, izleme heyetinin hızla kurulacağı ve siyasi konuların da kamuoyu önünde daha cesaretle tartışılacağını düşünmekteyim. 
 
Siyaset müzakere kapısıdır 
 
Hükümet ile HDP arasında süreç yönetimine dair yaklaşım farkları kamuoyunun da malumudur.
Hükümetin İmralı ve ilgili aktörlerle “silahsızlanma ve bunun gereğine” ilişkin her hususu konuşmakta, ancak temel hak ve özgürlükler ve yetki paylaşımına ilişkin başlıkların demokratik siyasi zeminde müzakere edilmesini arzu etmektedir. Örgüt mensuplarının eve dönüşü ve demokratik sisteme entegrasyonları için Avrupa, Kandil ve yurt içinde derinlemesine mülakat yolu ile çok önemli bir çalışmanın kamu talebi ve desteği ile yapıldığını biliyoruz. Bu çalışma ile bireysel durumlardan, siyasi entegrasyona kadar her başlığın ayrıntılı olarak ele alınmış olması ve eve döneceklerin taleplerinin o rapora işlenmiş olması ileriki aşamalar için önemli bir hazırlıktır şüphesiz. 
 
Siyasi başlıkların bugün masada olmayışı, konuşulmak istenmeyişinin, tarafların bu konuda fikir serdetmeyeceği anlamına gelmediği açıktır. Bu konulara yaklaşımı görmek için TBMM Anayasa Uzlaşma komisyonuna verilen tekliflerin çok önemli olduğunu ve bunların açık bir politika taahhüdü olduğunu düşünmekteyim.
 
Bu bağlamda Ak Partinin bu komisyona verdiği madde tekliflerindeki şu 4 başlık önemlidir. 
 
1-Ak Parti Anayasanın etnik kavramlardan arındırılması yönünde önemli bir tutum almış, büyük tartışmalardan sonra, sadece başlangıç kısmında ortak bir tarih ve kader bağlamında millet kavramına atıfta bulunulmuştur.
2- Vatandaşlık kısmında anayasal vatandaşlık tanımı önerilmiştir. 
3-Ana dilde eğitimin önündeki anayasal engel olan 42. Madde/2. Fıkra teklif metninde yer bulamamıştır. 
4- Son olarak ta yerel yönetimlerin güçlendirilmesine dair açık bir tutum alınmıştır.
Bu başlıklar incelendiğinde; silahsızlanmadan bağımsız olarak önemli bir ilkesel duruş sergilendiği, diğer yandan silahlı mücadelenin sonlandığı bir Türkiye’de bazı psikolojik eşiklerin aşılacağı, özellikle yerel yönetim modellemeleri ve diğer başlıklarda çok daha rahat adımlar atılabileceği kanaatimi tekrarlamak isterim.  
 
Bundan sonra ne beklenebilir? 
 
Şu aşamada süreci ileriye taşımak için;
 
Örgütün; 1-Bölgede bir arada yaşama duygusunu yaralayan ve doğrudan bireysel özgürlükleri hedef alan Kamu Düzenini bozucu her türlü faaliyete son verilmesi, 2-Hiç değilse Türkiye’de silahsızlanma kararı alma yönünde bir kongre çağrısı yapılması,
 
Bu ikisini de devleti değil toplumu muhatap alarak yapması ve topluma bu anlamda güven verilmesi gerektiği, Hükümetin de bu adımlara karşılık 1-Öncelikle hasta tutuklu ve mahkumları bürokratik inisiyatiften kurtaracak bir düzenleme yapılması, 2- Sekreterya ve İzleme Kurulu’nun tatmin edici isimlerle ilanı, 3- Eve dönüşü kolaylaştıracak, isim ve içeriği ile dönemin ruhuna uygun bir yasal düzenleme yapılması, 4- Yeni anayasanın; bir bütün olarak demokratik, çoğulcu bir anlayışla ele alınması, hasseten de; vatandaşlık, temel hak ve özgürlükler ve yerel yönetimlerin güçlendirilmesi hususunda ilgili adımların silahsızlanma şartına bağlı kalmaksızın atılacağına dair bir politik duruşun güçlendirilerek tekrar deklare edilmesi, süreci rahatlatacaktır, taraflar da bu eylemlere önem atfetmelidir.   
Ben gelinen noktada Türkiye siyaseti yapmaya talip olan, Cumhurbaşkanlığı seçiminde de bunun önemli bir pratiğini yapan HDP ve Kandil’in Demokratik siyasi zemini güçlendirmeye yönelik olarak bu adımları atmasının Hükümeti de atması gereken diğer adımlarını atılmasını oldukça kolaylaştıracağını düşünmekteyim.
 
 
NOT:::
Bu yazı Türkiye Barış Meclisi’nin İstanbul Ticaret Üniversitesi ile birlikte düzenlediği “Çözüme Doğru” konferansında sunulmuştur.