Bariyer ülkeden pivot ülke Türkiye'ye

Prof. Dr. Metin Aksoy/ Selçuk Üniversitesi Rektörü
14.07.2023

Türkiye geçmişte NATO ile ilişkilerinde Küba Füze Krizi, Johnson Mektubu Krizi gibi birçok sorun yaşamıştır. Ülkede bulunan NATO silahları bile ülke için bir milli güvenlik sorununa dönüşmüş, yerli-milli savunma sanayinin gelişmemiş olması sebebiyle Türkiye bu ilişki içinde “kırılgan” bir konumda yer almıştır. Kısacası, yaşanan ihtilaflarda hep olumsuz sonuçların etkisini hisseden taraf olmuştur. Ancak Ak Parti hükümetleri ile birlikte Türkiye NATO ile ilişkilerinde bariyer ya da kırılgan ülke statüsünden örgütü yönlendiren bir pivot ülke konumuna yükselmiştir.


Bariyer ülkeden pivot ülke Türkiye'ye

Sovyetleri dışarıda, Almanya'yı aşağıda, ABD'yi içeride tutmak. Bu motto 1949'da kurulan NATO'nun varlık sebebini en iyi şekilde özetlemektedir. Herhalde bu mottoda en çok dikkat çeken husus Sovyetler ve Almanya tehlikesi dışında "ABD'nin içeride" tutulmasıdır. Bunun ile kastedilen ise, ABD'nin örgüte üye devletlerin başta ordusu olmak üzere siyasi hayatındaki artan angajmanıdır. Bir başka deyişle NATO'nun kuruluş felsefesi yalnızca bir kolektif güvenlik örgütünü değil aynı zamanda üye devletlerin ABD'nin küresel güvenlik politikaları çerçevesinde hareket etmesini içermektedir. Bu durum örgüt içinde ABD'nin güvenlik politikalarından bağımsız hareket etmeye çalışan devletlerin havuç-sopa yöntemi ile sınanmasını beraberinde getirmektedir. Nitekim Türkiye, NATO ile 1952'den itibaren tesis ettiği ilişkilerinde bahse konu havuç-sopa politikasının muhatabı olmuştur. Bu noktada havuç NATO'nun nükleer şemsiyesinden yararlanmak iken sopa da ABD'den bağımsız bir politika yapımı durumunda söz konusu ülkenin ittifak ilişkilerine uymayacak şekilde ve tehditler karşısında yalnız bırakılmasıdır. NATO desteğiyle ülkelerin demokratik yönetimlerinin darbe sonucu alaşağı edilmesi ise ABD'nin sopa politikası konusunda ne kadar ileri gidebileceğini defalarca göstermiştir.

Görüldüğü üzere NATO'nun üye devletlere vaat ettiği konumlanma ABD güdümünde ve edilgen bir konumlanmadır. Bu durumun bir diğer göstergesi Türkiye'nin örgüte üyelik sürecinde de kendisini göstermiştir. Nitekim Türkiye'nin NATO kurulduğundan itibaren örgüte üyelik talepleri, S.S.C.B.'ye komşu olması hasebiyle yani üye devletleri olası bir çatışmaya sokabileceği kaygısıyla reddedilmiş, Türk ordusunun Kore'de göstermiş olduğu kahramanlık sonrasında bu üyelik gerçekleşmiştir. Ancak gözden kaçan husus Türkiye'nin üyeliğinin aynı zamanda NATO'nun konsept değişikliğinin de bir sonucu olmasıdır. Öyle ki nükleer denge ABD lehine iken örgüt olası tüm saldırıya nükleer silah da dahil olmak üzere yani kitlesel karşılık vereceğini duyurmuş, lakin ABD-S.S.C.B. arasında nükleer denge tesis edilince yapılan saldırının mahiyetine göre yani esnek karşılık vereceğini deklare etmiştir. Topyekûn karşılık döneminde Türkiye'nin konvansiyonel gücünün örgüt nezdindeki anlamı esnek karşılık dönemindekiyle kıyaslanamayacak kadar azdır. Zaten esnek karşılık döneminde Türkiye'nin NATO belgelerinde "Sovyet bariyeri" olarak geçmesinin nedeni de budur. Çünkü Türkiye örgüt nezdinde, S.S.C.B.'nin Türkiye üzerinden Avrupa'ya yönelik olası konvansiyonel saldırısını yine konvansiyonel gücüyle peyderpey durduracak yani Avrupa içlerine ilerleyen Sovyet askerini azaltacak bir bariyerdir.

Türkiye'ye isnat edilen bu edilgen konum Soğuk Savaş döneminde Türkiye'nin genelde NATO özelde ise ABD ile yaşadığı krizlerde daha da belirgin hale getirilmeye çalışılmıştır. Soğuk Savaş'ın sonunda NATO'nun meşruluğu tartışmaları örgütün özellikle Kosova müdahalesi ile sonlanırken, 2002'de iktidara gelen Ak Parti hükümeti ile birlikte Türkiye uluslararası ilişkilerdeki özgül ağırlığının ve normatif gücünün bilincinde bir dış politika izlemeye başlamıştır. İşte bu tarihten itibaren Türkiye'ye örgüt nezdinde isnat edilmeye çalışılan rol ile Türkiye'nin kendisine biçtiği küresel rol çatışmaya başlamıştır. Bu mücadelenin mevcut durumunu ve ibrenin hangi taraftan yana ağır bastığını gösteren son gelişme İsveç'in NATO üyeliği ve Türkiye'nin politik tutumudur. Hatta bu gelişme ile Türkiye'nin NATO ile ilişkilerinde kendi çıkarını ön planda tutan ve örgüte yön veren bir pivot ülke olduğu tescillenmiştir.

NATO ile yaşanan krizler

Türkiye'nin genelde NATO özelde ise ABD ile yaşadığı krizlerin örneklerinden biri 1962 Küba füze krizidir. Nitekim Küba krizi, NATO kapsamında Türkiye'ye konuşlandırılacak askeri araç ve gereçlerin Türkiye'nin ulusal güvenliğini olumsuz yönde etkileyeceğini göstermiştir. Zira krizin çözümüne yönelik ABD ve S.S.C.B. arasında gerçekleştirilen müzakerelerde Jüpiter füzelerinin Türk hükümetine danışılmadan kaldırılmasının tartışılması, NATO ve ABD'nin çıkarları doğrultusunda Türkiye'yi feda edebileceği hissiyatının Türk kamuoyunda oluşmasına neden olmuştur. Jüpiter füze krizi sonrasında Türkiye-NATO ilişkilerinde yaşanan krizlere bir diğer örnek, Kıbrıs Sorunu bağlamında ortaya çıkan Johnson Mektubu'dur. Türkiye'nin Kıbrıs'a yönelik müdahalesini engellemek isteyen ABD Başkanı Johnson söz konusu mektupta ABD'nin Türkiye'ye verdiği silahların NATO kapsamı dışında kullanılamayacağı ve Türkiye'nin müdahalesi sonrasında S.S.C.B'den gelecek tehdide karşılık NATO'nun 5. maddesinin işletilmeyeceği, başka bir ifadeyle NATO'nun Türkiye'yi korumayacağı belirtmiştir. Özellikle ittifak ruhuna bağdaşmayan, S.S.C.B. kaynaklı tehditte Türkiye'nin korunmayacağı ifadesi, Türkiye için ittifakın güvenilirliğinin sorgulanmasını beraberinde getirmiştir.

Kıbrıs sorununun Türkiye-NATO ilişkilerinde ortaya çıkardığı bir diğer sorun ise 1974 Harekâtı sonrasında ABD'nin Türkiye'ye silah ambargosu uygulamasıdır. ABD'nin uyguladığı ambargo NATO'nun ileri karakolu olarak görülen Türkiye'nin askeri yeteneklerini geliştirme imkânından mahrum kalmasına neden olmuştur. Öte yandan Türkiye'deki NATO üslerinin kapatılması ve NATO'nun askeri faaliyetlerinin yasaklanması ittifakta istihbarat zafiyetinin oluşmasını beraberinde getirmiştir. Örnekleri arttırmak mümkün ve hatta Türkiye NATO üyesi olduktan sonra ülkede yaşanan askeri darbeler ile bu darbeler karşısında hem NATO'nun hem de ABD'nin takındığı tutum da bunlara eklenebilir. Ancak tüm bu tarihsel süreçten çıkan sonuç Türkiye'nin örgüt nezdinde edilgen bir konumda algılandığıdır. Öyle ki az önce vurgulandığı üzere Türkiye'de bulunan NATO silahları bile ülke için bir milli güvenlik sorununa dönüşmüş, yerli-milli savunma sanayinin gelişmemiş olması sebebiyle Türkiye NATO ile ilişkilerinde "kırılgan" bir konumda yer almıştır. Tüm bu süreçte NATO'nun ise Türkiye ile ilişkilerinde ülkenin jeopolitik konumundan kaynaklı olarak "hassas" olan taraf olduğu gözlemlenmiştir. Bir başka anlatımla Türkiye NATO ile yaşadığı ihtilaflarda örgütten daha fazla olumsuz sonuçların etkisini yaşamıştır. Ancak Ak Parti hükümetleri ile birlikte Türkiye NATO ile ilişkilerinde bariyer ya da kırılgan ülke statüsünden örgütü yönlendiren bir pivot ülke konumuna yükselmiştir.

Ak Parti dönemi

Türkiye'nin Ak Parti hükümetleri döneminde ve NATO nezdinde pivot ülke konumuna geldiğini gösteren ilk gelişme füze kalkanı projesinde yaşanmıştır. ABD'nin Kuzey Kore ve İran'ın balistik füze yeteneklerine karşı önlem almak amacıyla geliştirdiği Füze Kalkanı Projesi NATO projesine dönüştürülmüş ve bu proje kapsamında Türkiye'nin de içerisinde bulunduğu iki Avrupa devletinin topraklarına füze rampaları ve radar sistemlerinin kurulması öngörülmüştür. Ancak ülkeye konuşlanacak silahların bizzat Türkiye için güvenlik tehdidi oluşturabileceğinin farkında olan Ak Parti hükümeti Türkiye'nin Küba füze krizinden ders çıkardığını göstermiştir. Bu çerçevede Türkiye proje ile ilgili olarak füze savunma sisteminin NATO komuta ve kontrolünde olması ile füze tehdidi bakımından herhangi bir ülkenin isminin belirtilmemesi şartlarını NATO'ya iletmiştir. Bahsi geçen şartların NATO tarafından kabulü sonrasında radar sistemleri Kürecik'te konuşlandırılmıştır. Görüldüğü üzere Türkiye bu dönemde örgüt içinde bir pivot ülke olarak NATO'nun projesinin içeriğini kendi çıkarları doğrultusunda yönlendirmiştir.

Bununla birlikte Arap Baharı'nın başladığı tarihten itibaren ortaya çıkan gelişmeler, NATO-Türkiye ilişkilerinde yeni krizlerin ortaya çıkmasına neden olmuştur. Bu gelişmelerden ilki, Suriye İç Savaşı'nda NATO'nun sınır güvenliğini sağlamasında Türkiye'yi yeterince desteklememesidir. Suriye iç savaşının başlamasından itibaren ortaya çıkan terör tehdidi ve göç sorunun bertaraf edilmesi için Türkiye tarafından dile getirilen "güvenli bölge" tezi NATO tarafından desteklenmemiştir. Bununla birlikte Türkiye'nin talebiyle NATO, Suriye sınırına altı adet Patriot bataryası göndermiş, ancak söz konusu hava savunma sistemleri geri çekilmiştir. Türkiye'nin hava savunma sistemi satın almasının demokrasi ve insan hakları gibi çeşitli nedenlerle Batılı ülkeler tarafından engellenmesi Türkiye ve NATO arasında krize yol açan ikinci gelişmeyi ortaya çıkarmıştır. Nitekim hava savunma sistemi ediniminin engellenmesi, Türkiye'nin Rusya'dan S-400 savunma hava sistemi tedarik etmesine yol açmıştır. Bu durum nedeniyle ABD önce Türkiye'yi F-35 savaş uçağı üretme projesinde çıkarmış, daha sonra ise Türkiye'ye ittifak ruhuna bağdaşmayacak şekilde CAATSA yaptırımları uygulamaya başlamıştır.

Üçüncü gelişme ise NATO'nun terörle mücadele konusunda Türkiye'yi yalnız bırakmasıdır. Her ne kadar NATO üyesi ülkeler PKK'yı terör örgütü olarak kabul etse de PKK özellikle Avrupa ülkelerinde örgütlenmiş, mali ve siyasi destek almıştır. Benzer şekilde FETÖ de Batılı ülkelerden siyasi ve mali destek almakta ve FETÖ elebaşı Gülen ABD'de ikamet etmektedir. Diğer taraftan Türkiye'nin sınır güvenliğini sağlamak amacıyla Suriye'nin kuzeyinde gerçekleştirdiği sınır ötesi harekâtlar NATO üyesi ülkeler tarafından eleştirilmiştir. Eleştirilere ek olarak bazı NATO üyeleri Türkiye'nin savunma sanayisine ambargo uygulamıştır. Görüldüğü üzere Ak Parti hükümetleri döneminde Türkiye'nin kendisine biçtiği küresel, özgül ve normatif güç ile NATO'nun Türkiye'ye isnat etmeye çalıştığı edilgen güç konumlarının mücadelesine tanık olunmuştur. Bu dönemde Türkiye maruz kaldığı ve ittifak ilişkisine sığmayan zorlamalara rağmen kendi ulusal çıkarını öncelemekten vazgeçmemiştir. Bu durum en açık şekliyle İsveç ve Finlandiya'nın NATO üyesi olmak istemelerinde ve Türkiye'nin kendi ulusal çıkarına uygun isteklerini bu iki ülkenin üye olmasının şartı olarak sunmasında kendisini göstermektedir. Yani artık Türkiye NATO'nun örgütsel seyrini ulusal çıkarının gerekleri doğrultusunda yönlendiren bir ülkedir.

Türkiye, İsveç ve Finlandiya'nın üyeliği gündeme gelince tamamen karşıt bir pozisyon takınmamış, iki ülkenin Türkiye'nin çekincelerini ortadan kaldıracak politikalar uygulamasıyla üyelik vetosunu kaldırabileceğini açıklamıştır. Haziran 2022 tarihinde Madrid'de gerçekleşen Türkiye, İsveç ve Finlandiya arasındaki görüşmeler, Türkiye'nin çekincelerini dikkate alan Üçlü Mutabakat Metni'nin kabulünü sağlamıştır. 2023 seçimleri öncesi Mutabakat metninin gereklerini istenilen düzeyde uygulayan Finlandiya'nın NATO üyeliğine Türkiye onay vermiştir. Türkiye'nin Finlandiya'nın üyeliğine onay vermesi sonrası NATO'nun ilgisi İsveç'in ittifaka üye olmasına yoğunlaşmıştır. Bu süreçte İsveç, 1 Haziran 2023'te Terörle Mücadele Yasasını yürürlüğe koymuştur. Bununla birlikte İsveç Türk savunma sanayisine yönelik uyguladığı ambargoları kaldırırken, PKK'ya karşı da Türkiye ile iş birliğini yoğunlaştırmıştır. Bu çerçevede 10 Temmuz 2023 tarihinde Vilnius'ta gerçekleşen Türkiye, NATO ve İsveç görüşmesinde sonrasında Türkiye'nin İsveç'in NATO'ya Katılım Protokollerini TBMM'ye sevk edeceği açıklanmıştır. Görüşme sonrası açıklanan 7 maddelik ortak açıklama, Türkiye'nin ulusal güvenlik hassasiyetleri sadece İsveç tarafından değil, aynı zamanda NATO tarafından da kabul edildiğini göstermesi hasebiyle önemlidir. Türkiye'nin pivot ülke konumunu ortaya koyan kazanımlarını sıralamak gerekirse;

i) İsveç, Üçlü Mutabakat metnindeki yükümlülüklerine bağlı olarak PKK/PYD ve FETÖ terör örgütlerini desteklemeyeceğini bir kez daha ilan etmiştir.

ii) Türkiye'nin ortak açıklamadaki ikinci kazanımı, İsveç'in Gümrük Birliğinin güncellenmesi ve vize serbestisi de dahil olmak üzere Türkiye'nin AB üyeliği sürecinin hızlanması çabalarına katkı vereceğinin belirtilmesidir. Bu çerçevede Türkiye, İsveç üyeliği ile F-16 alımını eşleştiren açıklamalara karşılık el yükselterek, son yıllarda kötüleşen Türkiye-AB ilişkilerinin yeniden canlandırılması gerekliliğini uluslararası kamuoyuna tekrar hatırlatmıştır.

iii) 10 Ağustos 2014'te tesis edilen Türkiye-İsveç Ekonomik ve Ticaret Ortak Komitesi (ETOK) aracılığıyla ekonomik iş birliğini artırma hususunda iki tarafın mutabık kalması, Türkiye'nin yatırım, istihdam, üretim ve ihracat odaklı ekonomisini olumlu yönde etkileyebilecektir.

iv) Ortak açıklamada NATO'nun "Terörle Mücadele Özel Koordinatörü" pozisyonu oluşturma kararı alındığının ifade edilmesi, uzun yıllar bu tür bir pozisyonun oluşturulması isteyen Türkiye için önemli bir kazanımdır. NATO tarihinde ilk defa oluşturulan söz konusu pozisyon, terörle mücadelede üyeler arasında iş birliği ve eşgüdümün arttırılmasına olumlu katkı sunacaktır. Bu pozisyonun oluşturulması aynı zamanda PKK/PYD ve FETÖ başta olmak üzere terörle mücadelesinde NATO üyelerinden yeterince destek alamayan Türkiye'nin ittifak üyelerine terörle mücadelenin NATO'nun önemli bir misyonu olduğunu hatırlatması hasebiyle önemlidir.

v) NATO Genel Sekreteri Stoltenberg'in müttefikler arasında savunma ticareti ve yatırımları konusunda herhangi bir kısıtlama, engel veya yaptırım olmaması gerektiği yönündeki ilkeye bağlı olduğunu ve bu tür engellerin ortadan kaldırılmasına yönelik çalışacağını açıklaması Türkiye'nin üyeler arasında silah satışını engelleme ve sınırlandırma olmama prensibini NATO üyelerine tekrar hatırlattığını göstermektedir.

Tüm bu kazanımlar Türkiye'nin NATO içindeki etkin konumunun göstergesidir. Asıl önemli olan ise bu konumun yalnızca bizler tarafından değil uluslararası kamuoyu tarafından da dillendirilmesidir. Nitekim yaşanan bu gelişmeler sonrasında Erdoğan düşmanlığı ile ün yapmış bazı Avrupa menşeli gazeteler Cumhurbaşkanı Erdoğan'ı kapaklarına "Superman" olarak taşımışlardır. Bununla birlikte söz konusu basına göre her zamankinden daha güçlü olan Erdoğan ortaya koyduğu politika ile Batı'da da birçok kişinin takdirini kazanmış ve küresel politikada kendisinin olmadığı bir denklemin sonuç veremeyeceğini göstermiştir. Hem Putin hem de Zelensky ile çalışabilen Erdoğan'ı Batı'nın yeni güçlü adamı olarak sunan Avrupa basını tüm bu değerlendirmeleriyle Türkiye'nin güçlü konumunu tescillemiştir.

[email protected]