Başbakan’ın konuşma hakkı!

Halime Kökçe / Editörden…
29.12.2012


Başbakan’ın konuşma hakkı!

2012’nin son Açık Görüş’ünde, geride bıraktığımız senenin muhasebesi kabilinden bir genel değerlendirme yapmak yerinde olabilir. Doğrusu zor bir sene oldu Türkiye açısından. Hem yanı başımızdaki Suriye’nin en çok Türkiye’yi etkileyen iç savaşı, hem içerideki “hegemonya mücadelesi” dolayısıyla kötü başlayan 2012, zor bir sene olarak da nihayete erdi. 2011’in son günlerinde Uludere’de yaşananlar siyasetin sağaltma imkanlarını aşan bir akıl tutulmasının tezahürü olarak karşımıza çıktı. En temelde Türkiye’nin PKK sorunuyla malul olmasının bir sonucu olarak 34 gencin hayatlarını alan bu felaket, yerli yerinde, zamanında ve sağaltıcı bir ilgi ile karşılaşmayınca Kürt sorununa eklemlendi. O kadar ki Kürt sorunu ile ilgili atılan her adımı örten bir şala dönüştü Uludere. Uludere ya da Roboski demek bile bir tercihin adı gibi okunmaya başlandı. Öte yandan acının ve vicdanın tekelleri oluştu.

Son tahlilde şunu açıklıkla söyleyebiliriz; Kürt sorununun çözümü noktasında siyasette atılan ileri adımları gönüllere de taşıyacak bir mikat oldu Uludere. Bu acı olay belki bir ‘imkan’a dönüştürülebilir ve bu sayede Kürt sorunu üzerindeki kuşatmayı kaldıracak, vicdan tekelini açığa çıkaracak yeni bir “Uludere dili” siyasete yerleşir.

Hatem Ete, “2012’nin siyasi bakiyesi” başlıklı yazısında, 2012’de yaşanan zorluğu, “vesayeti tasfiye etme sürecinde ortaklık kuran farklı toplumsal-siyasal kesimlerin yeni Türkiye’yi inşa sürecinde farklı siyasal projeleri dolayısıyla ayrışmaları” olarak tespit ediyor. Bunun bir hegemonya mücadelesi olarak normalleşmenin işareti şeklinde okunması gerektiğini ifade ederken de inşa sürecindeki risklere dikkat çekiyor ve “En önemli risk, toplumsal taleplere duyarlı-sahici siyasetten uzaklaşma ve toplumsal vicdanı zedeleme riskidir” diyor.

Bu riskin barındırdığı asıl zorluk, iktidarın “çoğul ihtimallere” kapalı olmasından çok, hegemonya mücadelesinin zaman zaman siyasetin alanını daraltan ittifakları devreye sokması olarak karşımıza çıkıyor. İktidara düşen bir kuşatma hüviyeti taşısa bile bunun karşısında siyaset alanını ‘toplumsal vicdan’a açık tutmak olmalı. Bu şekilde ‘otorite’ ve ‘iktidar’ arasındaki ilişki “otoriterleşme” eleştirilerinden de beri kalabilir.

Buradan, yine siyasetteki hegemonya mücadelesinin bir yüzü olarak devreye sokulan “çoğunluk diktası” ve “İslamcılık ve demokrasi” tartışmasına geçebiliriz. ‘İktidar’ ve ‘otorite’ arasındaki ilişki üzerine kurulan bu tartışmayı birkaç haftadır Açık Görüş’ten takip ediyorsunuz. Ahmet Demirhan’ın “İslamcılık sınavında demokrasi” yazısının ardından geçen hafta Burhanettin Duran “İslamcılığın rengi ve demokrasi sınavı” başlıklı bir yazı yazdı. Bu hafta ise Demirhan, “Halk yöneticiyse yönetilecek kim?” diye soruyor ve mealen, “kuvvetler ayrımı”, “cemevi” gibi tartışmaların asıl sebebi, ‘iktidar’ ve ‘otorite’ arasındaki ilişkinin siyasi bir hüviyet taşıdığını zannetmektir diyor: “Bu yanılsama ‘’iktidar’a, ‘kurucu bir akıl’ bağışlıyor ve ‘iktidar’ın her adımında ve her retoriğinde bir ‘otorite’ keşfetmeye yol açıyor.”

Yine ‘iktidar’ ve ‘otorite’ tartışmasının güncel bir tezahürü olarak okunan ODTÜ’deki öğrenci protestolarının, en temel üniversite nosyonunu, “Akademik özgürlüğü”, ihlal ettiği gerçeği konuşulmuyor. Açık Görüş’te yer alan Bekir Gür ve Nevfel Boz imzalı yazılar, bazı öğrencilerin “biz gerekirse zor kullanarak istediğimizi konuşturmayız” tavrının gelişmiş ülkelerdeki kampüslerin hiçbirinde hoş görülmediğini ve bu tavrın “evrensel anlamda her türlü görüşün barındığı bir kampüsün inkârı anlamına” geldiğini söylüyor. Yani kampüste herkes gibi başbakanların da konuşma hakkı vardır...

2013’ün hayır getirmesi dileğiyle...

[email protected]