Başkanlık sistemi ve kalıplaşmış itirazlar

NEBİ MİŞ SETA Siyaset Araştırmaları Direktörü
21.02.2015

Türkiye’de siyasal sistem tartışmaları gündeme geldiği dönemlerde, konunun siyasal alanda ve akademik çevrelerde tartışılması genellikle tartışmayı başlatan aktörler üzerinden yürütüldüğünden, başkanlık ve parlamenter sistemle ilgili kalıplaşmış yargılar oluşmuştur.


Başkanlık sistemi ve kalıplaşmış itirazlar
Hem Turgut Özal ve Süleyman Demirel hem de Recep Tayyip Erdoğan döneminde başkanlık sistemine karşı olan taraflar tartışmaya, söz konusu aktörlerin iktidarını devam ettirmek için bir yol arayışı olduğunu söyleyerek başlamaktadırlar. Örneğin Özal’ın başlattığı başkanlık sistemi “kişisel bir heves”  ya da “Özal’ın durulamaz yükselişi” temelinde tartışılırken; Demirel’in siyasal sistem değişikliğine yönelik demeçleri ise Cumhurbaşkanlığını uzatmak için bir strateji olarak nitelendirilmekteydi. Benzer söylem ise bugün Cumhurbaşkanı Erdoğan için dile getirilmekte ve dolayısıyla da konunun mahiyeti ve çerçevesi etkin bir şekilde konuşulmamaktadır. 
 
Denetim ve denge
 
Başkanlık sistemi tartışılırken kalıplaşmış ve konunun özüyle ilgili olmayan en revaçtaki mesele “rejim değişikliği” söylemidir. Bu söylemin altında ise, Türkiye siyasetinde toplumsal ve siyasal alanı kurmak için tarihsel olarak sürekli dile getirilen “rejimin bekası” bağlamındaki alışılmış refleksler yatmaktadır. Geçmişte bir yönetim tekniği olarak kullanılan ve “tehdit algısı” üzerinden oluşturulan bu söylem biçimi, tüm alanlarda olduğu gibi başkanlık tartışmalarında da işlevsel olarak kullanılmaya çalışılmıştır. Örneğin, Demirel’in cumhurbaşkanlığı döneminde başlattığı başkanlık tartışmasına Bülent Ecevit şu şekilde karşı çıkmaktaydı: “rejim değişikliği önerileri bence tehlikeli bir kumardır... hiç içime sindiremiyorum. Fakat Demirel’in gündeme getirmeye çalıştığı rejim tasarımı dünyanın en katı başkanlık sistemini önermektedir. Başkanlık sistemi Atatürk’ün kurduğu parlamenter demokrasinin tam tersidir. Bence Türkiye’deki laik demokratik rejim açısından ciddi bazı sakıncalar taşımaktadır.... o kişi laik demokrasiyi yıkmaya kalkışırsa bunu kim nasıl önleyebilecek (25 Mayıs 1998 Milliyet).
 
Parlamenter sistemin cumhuriyetçi bir yapı olduğu ve cumhuriyetin kurucu idaresinin de bunu bilerek parlamenter sistemi benimsediğini söyleyen bu tip savunma biçimi, olsa olsa toplumdaki “belirli hassasiyetleri” işlevsel olarak kullanmak içindir. Değilse, parlamentarizmin çıkış yeri olan İngiltere’de Monarşi, İngiliz toplumu ve demokrasisi için vazgeçilmez bir unsur olarak varlığını hala devam ettirmektedir. Diğer taraftan, Cumhuriyet’in beşiği olan Fransa’da parlamentarizm,  yönetim sorunlarına çare olamadığı için, ülke 1962’de yarı başkanlık sistemine geçmek zorunda kalmıştır. Türkiye ise, parlamenter sistemi, cumhuriyet öncesi dönemde, 1876’da tesis etmeye çalışmış ve cumhuriyet döneminde de krizli bir hal üzerinden sürdürmüştür.
 
Başkanlık sistemi ile ilgili ezberlenmiş başka bir itiraz noktası, Türkiye siyasal sisteminin başkanlık modeline geçmesi halinde otoriter bir yapıya dönüşerek tek adam yönetimine geçeceği iddiasıdır. 
 
Bir siyasal rejimin otoriter olması, “denge ve denetim” mekanizmasının etkin bir şekilde oluşturulamadığı durumlarda söz konusudur. Dolayısıyla rejimin otoriter ya da demokratik olması hem parlamenter hem de başkanlık sisteminde mümkün olabilir. Türkiye’de başkanlık sistemi üzerinden otoriterlik meselesini gündeme getiren taraflar, parlamenter sistemin uzun dönem ürettiği istikrarsızlık neticesinde demokrasinin konsolide olamaması sorununu fazla öne çıkarmamaktadır. 
 
Türkiye bu güne kadar uyguladığı yönetim sisteminde siyasetin güçsüz olduğu dönemlerde siyasal istikrarsızlıkla karşı karşıya kalmıştır. İstikrasızlığın neticesinde de siyasal alanı sivil ve bürokratik vesayet yapıları kolayca kontrol edebilmiştir. Bunun neticesinde de demokratik pekişme mümkün olmamıştır. Siyasal aktörlere bağlı olarak sadece güçlü sivil iktidar yapılarının olduğu dönemlerde demokratik düzey gelişmiş, ancak uzun dönemli sürdürülebilir bir demokratik siyaset üretilememiştir. Bu anlamda başkanlık sistemi tartışmalarında, bu sistemi savunanların en önemli gerekçesi siyasal istikrarın sağlanmasına yönelik olmuştur.
 
Diğer önemli öğrenilmiş ve kalıplaşmış tartışma, başkanlık sisteminin Türkiye’ye uygulanması durumunda, Türkiye’nin eyalet sistemine geçeceği iddiasıdır. Bu iddiayı dillendiren çevreler, Türkiye’nin mevcut Kürt meselesi özelinde yapılan tartışmalarını da itirazlarının içeriğine ekleyerek ve burada oluşan toplumsal hassasiyeti de kullanarak, başkanlık sisteminin Türkiye’yi böleceğini iddia etmektedirler. Ancak, bu iddiayı dillendirenler, dünyada başkanlık sisteminin farklı uygulamalarını göz ardı etmekte, sadece Amerikan başkanlık sistemini gündeme getirmekte ve hatta Amerikan sistemini de seçici bir okumaya tabi tutmaktalar. Dolayısıyla da başkanlık sisteminin üniter devletlerdeki uygulamasını görmezden gelmekteler. Ya da siyasal bir sistemin bir uygulamasının hiç değiştirilmeden diğer bir ülkeye tamamen adapte edileceğini varsaymaktadırlar.
 
Bu adaptasyon meselesinde yanlış tartışılan diğer bir unsur, Amerikan başkanlık sisteminin özgün bir sistem olduğu ve diğer ülkelere uygulanamayacağı, uygulanan ülkelerde ise istikrarsız yapılar ürettiğine yöneliktir. Buradaki itiraz, Amerikan başkanlık sistemindeki “denetim ve denge” sisteminin bizatihi Amerikan siyasal kültürüne ait olduğu, sistemde tıkanma olması durumunda bu ülkedeki uzlaşma siyasetinin çözümü kendi içinde ürettiğine ilişkindir. Bu görüşte olanlar, Amerikan toplumunun uzlaşmacı, özgürlükçü ve çoğulcu toplum olduğunu vurgulamaktadırlar. Türkiye siyasal geleneğini ise baskıcı ve otoriter; siyasal sistemini kurumsallaştıramamış; sivil toplum ve kamuoyunu ise güçsüz ve örgütlü olmayan bir yapıda görmektedirler.  Ancak gözden kaçan husus, Türkiye parlamenter kültüründe de birçok kez siyasal tıkanmanın yaşandığı gerçeğidir. En son “367 krizi” başta olmak üzere, 1980’de Cumhurbaşkanı seçiminin sonuçlandırılamaması ve uzaması süreci ya da 1970’lerde yaşanan hükümet kurma krizleri parlamenter sistemde de yaşanabilecek krizlere örnektir.
 
Çözüm sunan eleştiri 
 
Türkiye’deki siyasal sistem tartışmalarında diğer önemli bir husus, eleştirmek ve itiraz etmek ama çözüm sunmamaktır. Türkiye’de başkanlık sistemi genelde  başkanlık sistemini savunan Cumhurbaşkanları üzerinden tartışıldığı için tartışmalarda öne çıkan en önemli husus, “cumhurbaşkanının tarafsızlığı” meselesidir. “Demokratik meşruluk krizi” temelinde ele alınan bu husus, Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın cumhurbaşkanlığı döneminde, Süleyman Demirel tarafından çokça dile getirilmişti. Demirel’in eleştirisi, Özal’ın seçildiği dönemdeki Meclis aritmetiğinin 1991’den itibaren değiştiğine yönelikti. Bu dönemde, Demirel başta olmak üzere meşruluk krizi ve tarafsızlık temelinde Özal’ı eleştirenlerin çözüm önerisi, Cumhurbaşkanını doğrudan halkın seçmesi yolunun açılmasıydı. Hatta bu dönemde cumhurbaşkanının halkın oyuyla seçilmesini öneren anayasa değişikliği önerisi, Demirel’in desteğiyle Anayasa Komisyonu’na sunulmuştu.  Bu dönemde itiraz Cumhurbaşkanını halkın seçmesine itiraz edenlerin gerekçeleri arasında diktatörlüğe kapı aralayacağı eleştirileri de bulunmaktaydı.
 
Demirel kendi Cumhurbaşkanlığı döneminde de yönetimde istikrar vurgusunu öne çıkararak “Ben, 4 sene 3 aydır Çankaya’da oturuyorum. Bu süre içinde tam 6 tane hükümet onayladım. Bu durum, ister istemez Meclis hükümetini tartışılır hale getirmiştir” açıklamasıyla başkanlık ya da yarı başkanlık sistemine geçilmesi gerektiği tartışmasını başlatmıştı. Ardından da bu tartışmalara bağlı olarak cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesi de gündeme gelmişti. Bu dönemde halkın Cumhurbaşkanını seçmesine ya da başkanlık sistemine geçilmesine karşı çıkanların gerekçesi ise “rejimin bekçisi” olan makamın siyasal tartışmalara alet edilmemesi gerektiğiydi. 
 
Sistem değişikliği
 
Geçmiş dönemlerde Türkiye’de başkanlık sistemi, parlamenter sistemden kaynaklanan yönetme krizi üzerinden,”siyasal istikrar” ve “etkin yönetim”vurgusu temelinde tartışılmaktaydı. Kısa sureli, istikrarsız ve siyaseten güçlü olmayan, bürokrasi karşısında kırılgan hükümet yapılarından kurtulabilmek için öncelikle yeni bir siyasal sisteme ihtiyaç duyulduğu varsayılmaktaydı. Ayrıca yönetimde istikrar ile demokratik gelişme ve pekişmenin de sağlanacağı özellikle vurgulanmakta, demokrasinin pekişmesi ve siyasetin güçlenmesiyle de vesayet yapılarının etkisizleşeceğinin altı çizilmekteydi.
 
Bugün bu gerekçelere ek olarak başkanlık sistemi bir ihtiyacın ötesinde zorunluluğa işaret etmektedir. 2007’de “367 krizi”nin ardından Cumhurbaşkanını halkın seçmesine yönelik düzenlemenin sonra hukuki olarak; Ağustos 2014’te mevcut cumhurbaşkanını halkın seçmesinden itibaren ise fiilen, Türkiye parlamenter sistemin ötesine geçmiştir. Dolayısıyla da salt klasik bir parlamenter sistemdeğildir. Salt bir parlamenter sisteme dönülmesi için gerekli olan cumhurbaşkanının halkın seçmesinden geri dönülmesi de bu süreçten sonra mümkün değildir. Çünkü uzun tartışmaların ve krizlerin ardından halkın bir kazanımı olan Cumhurbaşkanının doğrudan halk oyuyla seçilmesinden vazgeçilemez. 
 
Dolayısıyla da, daha önceki siyasal sistem değişikliği tartışmalarından farklı olarak fiilen uygulanan siyasal sistemin, anayasal ve kurumsal yeni bir çerçeveye kavuşturulma zorunluluğu ortadadır. Cumhurbaşkanını halkın seçmesinin yanında geniş yetkilere sahip olması ve meşruiyet açısından da kuvvetli bir konuma yükselmesi kaçınılmaz olarak yürütme de iki başlı bir sistemi ortaya çıkarmıştır. Mevcut durumda cumhurbaşkanı ve başbakanının aynı siyasi gelenekten gelmesi sebebiyle bir kriz yaşanmasa da, ileriki yıllarda farklı siyasi gelenekten gelen aktörlerin başbakan ve cumhurbaşkanı olması durumunda bir yönetme krizinin yaşanması kaçınılmazdır. Ayrıca, iki başlı bir yürütmenin mevcut olması yönetimde etkinlik ve bürokrasinin verimliliği açısından sakıncalar doğurabilecektir. 
 
Sonuç olarak,  genelde siyasal sistem değişikliğini özelde ise başkanlık sistemini tartışırken yukarıda değinilen hususları göz önünde bulundurmak gerekmektedir. Türkiye, kendine uygun modeli ararken sadece bir modele odaklanmak zorunda değildir. Öncelikle Türkiye siyasal kültürünü göz önünde bulundurarak ve siyasal kriz üreten yapılar dikkate alınarak bir model arayışına girilmelidir. Ayrıca dünyadaki farklı başkanlık uygulamalarının iyi işleyen yönlerini dikkate alarak, Türkiye’de demokrasinin seviyesini yükseltecek ve siyasal istikrarı sürekli kılacak bir model inşa edilmelidir. Diğer taraftan başkanlık sistemi genel olarak konuşulurken, değişimden ve öğrenme sürecinden kaynaklanabilecek hukuki ve teknik sorunların neler olabileceği ve bu dönüşüm için yapılacak alt düzenlemelerin de eş zamanlı olarak tartışılması gerekmektedir.