Başkanlık sistemine geçilmeden Türkiye “merkez ülke” olamaz

Ali Aslan / SETA Araştırmacı
28.03.2015

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ile hükümet arasında bir dizi konuda gözlenen fikir ayrılıkları AK Parti içerisinde derin ayrışmalar olduğu yönünde değerlendirmelere yol açtı.


Başkanlık sistemine geçilmeden Türkiye “merkez ülke” olamaz

Bazı yorumcular söz konusu ayrışmanın siyasi hedefler temelinde kökü derinlere giden ideolojik bir çekişme olduğuna vurgu yaptılar. Bu bağlamda, hükümetin son dönemde hız verdiği çözüm sürecine Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın karşı olduğu iddiası gündemi en fazla meşgul eden konu oldu. Bu iddia hem hükümet yetkilileri tarafından hem de konuyu yakından takip eden yorumcular tarafından reddedildi. Erdoğan’ın yaptığı çıkışın çözüm sürecine karşıtlık olarak okunamayacağı, çözüm sürecinin kendine has bir siyasetinin olduğu ve Erdoğan’ın çıkışının bu siyaset kapsamında değerlendirilmesi gerektiği dillendirildi.

Gerçekten de çözüm süreci, etnik milliyetçilik temelinde şekillenen Kemalist toplum projesini, ulus-devlet temelinde kurgulanmış bölgesel düzeni ve İslam dünyasını marjinalize eden neo-liberal emperyalist uluslararası düzeni sorgulayan çok-boyutlu bir siyasi proje kapsamında bir anlam kazanmaktadır. 2005’te Erdoğan’ın Diyarbakır konuşmasıyla çözüm sürecini başlatmasında hareket noktası olan ve AK Parti iktidarının uygulamaya koyduğu bu medeniyet perspektifli siyasi proje, tam on yıl sonra 2015 Nevruzunda Diyarbakır’da okunan Abdullah Öcalan’ın mektubuyla da teyit edilmiş oldu. Kürt siyasi hareketi böylece AK Parti siyasetinin belirlediği medeniyetçi çizgiye peyderpey gelmiş oldu. Bu süreçte Kürt siyasi hareketi içerisinde paradigma değişimine soğuk bakan ve eski ulus-devletçi paradigma içerisinde hareket eden odaklarla İmralı arasında bir gerilim yaşanması da şaşırtıcı olmadı. Dolayısıyla, çözüm sürecinin iki kilit aktörü Erdoğan ile Öcalan arasında ulus-devletçi paradigmayı aşma konusunda bir örtüşme olduğunu rahat bir şekilde ifade edebiliriz. Aynı şekilde, hükümetin başı olan Ahmet Davutoğlu’nun da hem bir akademisyen hem de siyasetçi olarak medeniyet perspektifi üzerinden bir Türkiye inşasının siyasetini güttüğü ve çözüm sürecini bu kapsamda ele aldığı herkesçe bilinmektedir. Dolayısıyla, hem çözüm sürecinin kilit muhatapları hem de yürütme erki aktörleri arasında ideolojik zemin açısından bir farklılaşma olduğunu söylemek oldukça zordur. 

İktidar parçalanamaz

Lakin her ne kadar yürütme erkini oluşturan cumhurbaşkanı ve hükümet arasında ideolojik bir uyum söz konusu olsa da, iktidar olgusunun doğası gereği çok-başlılığa uygun olmaması ister istemez sorunlara yol açmaktadır. İzleyenler hatırlayacaktır, büyük yönetmen Akira Kurosawa’nın Ran (1985) filminde yaşlı kral Hidetora krallığını veliahdı üç oğlu arasında paylaştırır. Buna göre her bir oğluna krallığı oluşturan üç kaleden birisinin yönetimini verir. Ancak deneyimli bir siyasetçi olan Hidetora yaşlılığın da verdiği naiflikle siyasetin altın kuralını gözden kaçırır: iktidar paylaşılmaz. İktidar doğası gereği bölüşülemez, çünkü iktidar olgusu bir nokta gibidir; sonsuzluk, aşkınlık ve devamlılık arz eder. 

Yani biraz iktidar olmaz, ya iktidar vardır ya da yoktur. Bu kuralı ihlal edenleri siyaseten ve belki de siyasetle da sınırlı kalmayacak kötü bir son beklemektedir. Filmin sonunda görüleceği gibi Hidetora’nın bu hatası sadece krallığına ve iktidarına değil, kendisi de dâhil tüm oğullarının ölümüyle neticelenecektir.             
 
Ancak bu noktada iktidar ile güç olguları arasında bir fark olduğunu da not etmek gerekir. İktidar bir nokta gibi sonsuz ve devamlılık gösterirken, güç bölünmeler ve boşluklardan müteşekkil bir devamsızlık durumudur. Bu sebeple, iktidar doğası gereği paylaşılamazken, siyasi aktörler arasında güç paylaşımı demokratik siyasetin bildik bir rutinidir. Siyasi varoluş bu iki durumu, başka bir ifadeyle, birlik ve çokluğu aynı anda bünyesinde barındırır. Birlik siyasi olanın geri çekilmesini, çokluk ise siyasi olanın arz-ı endam etmesini temsil eder. Tam da bu nedenle demokratik bir siyasi düzende bir yandan siyaseti kapı dışında tutarak toplumsal birliği garanti altına alan bir devlete, diğer yandan da çokluğun ve toplumsal farklılıkların garanti altına alındığı, siyasi partilere ve bizzat siyasetin kendisine ev sahipliği yapan bir parlamentoya sahibiz. Elbette modern siyasetin yegâne öznesi konumundaki devlet aygıtının erklere -yürütme, yasama ve yargı- bölündüğü bir gerçektir, lakin her halükarda iktidar tek başına yürütmeye aittir. Yargı sadece yürütmeyi denetlemekle yükümlüdür, yasama organı ise yürütmeye karşı bir denge unsuru olarak çokluğun ve farklılığın merciidir. Ancak şu da unutulmamalıdır, demokratik bir düzende devlet iktidarı sadece bir sonraki seçime kadar yürütmeyi kontrol eden hükümettedir. Yine, devlet iktidarı serbest ve periyodik seçimler aracılığıyla parlamentodaki veyahut da parlamento dışında kalmış tüm siyasi-toplumsal gruplara açık tutulmak zorundadır. 
 
Çift-başlılık sorunu
 
Ayrışma tartışmasına geri dönecek olursak, burada tam olarak iktidarın parçalanmasının sebep olduğu doğal gerilime tanık oluruz. Demokratik bir düzende iktidar kimsenin tekelinde olamaz, ancak herkesin aynı anda belli oranda pay aldığı bir şekilde de olamaz. İktidar olmak en temelde ülke yönetimine dair kararları almak ve son sözü söylemek demektir. Kararların alınabilmesi için ya tek bir karar alıcı merciinin olması ya da çokluk arz eden bir ortamda günün sonunda mutlaka bir karar üzerinde uzlaşmanın ortaya çıkmasını sağlayacak şartların bulunması gerekir. Başkanlık sistemi kabaca ilk durumu, parlamenter sistem ise ikinci durumu yansıtır. 
 
Başkanlık sisteminde yürütme tek elde toplanır, yani cumhurbaşkanı ve başbakan ayrımı ortadan kalkar. Cumhurbaşkanı ve başbakanın yetkileri ve sorumlulukları devlet başkanında toplanır. Ayrıca, yürütmeyi temsil eden başkanlık makamıyla, yasamayı temsil eden parlamento net bir şekilde birbirinden ayrılır. Bu tam olarak şu demektir 1) hükümet ve parlamento seçimleri ayrı ayrı yapılır, 2) hükümet ve parlamento belirli bir zaman için seçilirler, dolayısıyla birbirini feshedemezler, 3) bakanlar parlamento dışından başkan tarafından atanır ve sadece başkana karşı sorumludurlar. Günümüzde başkanlık sistemiyle yönetilen ülkelerde, örneğin ABD’de yaşanan tam olarak budur. 
Parlamenter sistemde ise kararlar taraflar arasında müzakereler sonunda alınır. Bu yürütme ile yasamanın iç içe geçtiğinin bir göstergesidir. Hükümet parlamento içerisinden çıkar ve yürütmeyi temsil eder, ancak yürütme sürekli bir şekilde parlamentonun “güvenoyu” baskısı altında iş tutmak zorundadır. Daha açık bir ifadeyle, yürütme parlamento içerisine gömülü durumdadır. Bu sistemin muntazam bir şekilde işleyebilmesi için parlamentoyu oluşturan siyasi grupların 1) katı siyasi çıkarların değil, fikir mücadelesinin peşinde koşmaları ve 2) bununla birlikte müzakere sürecinde fikirlerini değiştirmeye açık olmaları gerekmektedir. Aksi takdirde bir uzlaşı ortaya çıkmaz ve bir karar alınamaz. Böylece, ülke yönetilemez hale gelir, hükümet krizi ile karşı karşıya kalırız. Hatırlanacağı üzere 1990’larda Türkiye’de koalisyon hükümetleri döneminde bu durum sıkça yaşanmıştır. Parlamenter sistemin bu zaafını aşmanın tek yolu parlamentoda bir grubun salt çoğunluğu sağlayarak tek başına yürütmeyi kontrol etmesi ve kararların alınmasını garanti etmesidir. Yürütmenin ve yasamanın bir “hâkim parti”  tarafından kontrolünü öngören bu durum bir bakıma fiili olarak başkanlık sisteminin yürürlükte olması demektir. Türkiye’de 2002 yılından itibaren AK Parti iktidarında yaşanan tam olarak budur. İstikrarın, demokratikleşmenin ve ekonomik büyümenin damgasını vurduğu bu dönemde ülkenin fiili olarak başkanlık sistemiyle yönetildiğini söylemek abartı olmaz.
 
Ancak bu dönemde aynı zamanda parlamenter sistemin yasal olarak başkanlık sistemine doğru dönüşümü de gerçekleşti. 2007’de yaşanan 367 krizinin ardından cumhurbaşkanının direkt halk tarafından seçilmesine yönelik anayasa değişikliği yapıldı. Bu dönüşüm Ağustos 2014’te halkın ilk defa direkt olarak cumhurbaşkanını seçmesiyle birlikte fiiliyata döküldü. Ancak bu süre zarfında, yürütme erkinde eşit demokratik meşruiyete ve geniş yetkilere sahip iki aktörün yer aldığı bir çift-başlılık sorunu ortaya çıktı. Türkiye’deki mevcut çift-başlılık genel itibariyle iki soruna yol açmaktadır: 1) Geniş yetkilere sahip cumhurbaşkanının anayasaya göre siyaseten sorumsuzluk zırhına sahip olmasıdır. Bunun sebep olduğu yetki-sorumluluk dengesizliği demokrasi açığına yol açmaktadır. 2) Cumhurbaşkanı ile hükümet arasında yetki kargaşasının oluşmasıdır. İktidarın parçalanmasının neden olduğu bu durum potansiyel gerilimlere çanak tutmaktadır. Günümüzde yaşanan tartışmanın da açıkça ortaya koyduğu gibi yürütmede çift-başlılık, yürütmeyi oluşturan aktörler arasında her ne kadar ideolojik uyum olsa da hükümet krizi doğurma riski taşımaktadır. Ayrıca, Fransa’da yürürlükte olan yarı-başkanlık sistemine benzeyen bu fiili durum, uzun vadede cumhurbaşkanı ve hükümetin farklı partilerden seçilmesi halinde (cohabitation) ideolojik uyumsuzluk nedeniyle de sistemin tıkanmasına yol açabilir.
 
Sonuç olarak, 1) yürütmede çift-başlılıktan kaynaklanan mevcut sorunların büyüyerek ülkeye zarar vermesi ve muhtemel sistem tıkanıklıklarının önüne geçilmesi için yönetim sisteminin yeniden düzenlenmesi elzemdir. 2) Türkiye’de AK Parti siyasetini konvansiyonel parti siyasetinden farklılaştıran, ülkenin kapsamlı bir restorasyonunu öngörmesidir. Bu restorasyonun odağında Türkiye’nin “merkez ülke” olması perspektifi yer almaktadır. Ancak bu perspektifin hayata geçirilebilmesi için öncelikle siyasetin merkezinin halkın iradesini ve enerjisini devlete en iyi ve etkin şekilde yansıtacak biçimde yeniden düzenlenmesi gerekmektedir. Dolayısıyla, şunun iyi anlaşılması gerekmektedir: başkanlık sistemi Türkiye’nin “merkez ülke” olmasının önkoşuludur.