Batı narsizminde oryantalizmin rolü

Ali K. Metin/ Yazar
23.02.2019

Postmodern düşüncenin Batı açısından da tekinsiz tarafları olabilir, fakat Batı dünyası, üstünlük kompleksiyle malul olan özgüveni hiçbir zaman yitirmeyeceği konusunda ifşa edilmeyen kolektif bir algıya sahip. Batı’nın bize söylemek istemediği ama hissettirdiği şey bu. Oryantalizm, söz konusu algının Batı dünyasında kökleşmiş olmasında büyük ve özel bir yere sahip.


Batı narsizminde oryantalizmin rolü

Batı dünyasıyla aramızdaki ontolojik farkı tarif ve tespit etmekte yer yer fazlaca yüzeysel yaklaşımlara kapılabiliyoruz. Buna en önemli sebep, kendi ontolojik açımızı merkeze alarak Batı’yı açıklama yoluna gitmemizdir. Öyle ki, bu bizim aynı zamanda en ciddi entelektüel handikaplarımızdan biridir. Batı’yı kendi dinamikleri ve bütünlüğü içinde anlamaya çalışmadıkça entelektüel enerjimiz ziyan olmaya devam ediyor. Dahası harcıalem söylemlerle tam da oryantalistlerin şarklı tariflerini teyit eden bir tabloyu oluşturmaktan beri duramıyoruz. Duygu yüklü söylemlerin şehveti zihnimizi iğdiş etmekle kalmıyor, kendimizi oryantalistlerin ürettikleri tipolojiye hapsettiğimizin ayırdına bile varamıyoruz. Edward Said’in Şarkiyatçılık adlı eseri, içerdiği eleştirel perspektife rağmen biraz da esasen ne olup ne olmadığımıza dair bir “içebakış”a bizi buyur ediyor: “Şarklının aklı pitoresk so-kaklarına benzer, simetriden yoksundur. Akıl yürütmesi baştan savma betimlemelerle doludur” (Said 2017, 48). Said, şarkiyatçı Cromer’den aldığı bu cümleleri oryantalist “disiplin”in ürettiği klişeleri sorgulamaya yönelik bir cehtle dikkatimize sunar. Oryantalizmin indirgemeci mantığını ifşa etmek üzere bütün şarkiyatçı litaratürü adeta arkeolojik bir kazı çalışmasına tabi tutar. Buna göre Batı, ürettiği Doğu tipolojisi ve miti üzerinden kendisini tarihin artık tek gerçek öznesi diye görmeye başlamış, Doğu’yu alabildiğine nesneleştirmek istemiştir. Burada dinle kayıtlı olmayan, oryantalist araş-tırma ve söylemlerde tam anlamıyla kendisini ele veren bir Batı kompleksi söz konusudur. Batı’yı din olgusu üzerinden anlamaya çalıştıkça bu kompleksin gerçek hüviyetini gözden kaçırıyoruz. Batı dünyasında dinin etkili olmaya devam ettiği elbette yadsınamaz, fakat Batı düşüncesine ve siyasetine hükmedecek bir derinliğe sahip olduğu düşünülmemeli. Batı’ya göre Hıristiyanlık, dinin tekamül etmiş halidir, fakat insanın tekamülünde bu sadece bir ara evredir. Tarihsel perspektiften Aydınlanma düşüncesinin Batı için ne anlama geldiğini dikkate almadan Batı realitesine dair yaptı-ğımız tasvirlerin bir geçerliliği olamayacaktır. Bu itibarla Hıristiyanlığın, Batı düşünce ve siyasetinde belirleyici olamayacağını öngörmek mümkün. Aydınlanma düşüncesi, Batı’nın dünyasında Hıristiyanlığı artık tamamen ahlaki, kültürel bir düzeye getirmiştir. Bununla beraber Batı, İslam dünya-sına hükmetmenin, onu zararsızlaştırma ve asimile etmenin yolu olarak İslam’ın protestanlaştırılmasını bir zorunluluk diye görmekte. Batı için önemli olan siyasal İslam’ı etkisiz hale getirecek muayyen bir din anlayışını İslam dünyasına empoze etmenin vasatını oluşturmaktır. Dahası Hıristiyanlığın geçirdiği evrimi İslam’a da taşımaktır. Dinler arası diyalog bunun bir formülü ve aracıydı. Lakin Batı’nın derdi İslam dünyasını Hıristiyanlaştırmaktan ziyade, kendi varoluşsal, aynı zamanda küresel nitelikteki isterleri önünde duran maniaları bertaraf edecek kültürel vasatın temin edilmesiydi.

Büyülenen Batı

Sözü edilen vasatı oluşturmak için Batı’nın kullandığı en önemli manivelalardan biri belki de birincisi oryantalizm oldu. Oryantalizm Batı için bir romantizm veya fantezi konusu değil, öncelikle bir zorunluluğun eseri olarak ortaya çıktı: Oryantalizmin sağladığı bilişsel teçhizat olmadan sömür-geci siyasetin sürdürülmesi pek kolay değildi. Dolayısıyla sömürgecilikle eşzamanlı, bütünleşik bir “kurum” olarak ortaya çıkmanın yanı sıra amaç olarak da onunla örtüşüyordu. Böylece Doğu’ya bilişsel anlamda nüfuz etmenin bir enstrümanı, Cemil Meriç’in ifadesiyle sömürgeciliğin bir “ke-şif  kolu” olarak rol oynadı. Bir tarafıyla böyleydi; ancak Edward Said, Batılıları motive eden oryantalist saiklerin bu kadar tek boyutlu olmadığı konusunda daha ciddi ve aydınlatıcı analizler önümüze koydu. Buna göre oryantalizm, sömürgeci güdüler doğrultusunda Doğu’yu nesneleştirme temayülüyle karakterize olmaktaydı. Jale Parla’nın Said’in çalışmasından hareketle belirttiği gibi, “Irkçılık gibi kolonyalizmin sürdürülmesi de ancak Doğu’yu nesneleştiren söylemler yoluyla olabilirdi ve öyle de oldu” (Parla 2015, 11). Sömürgecilik psikolojisi, arka planındaki “ötekileştirme” stratejisi ve ihtiyacıyla şekillendi. Doğu’nun ne olduğundan ziyade ne olması gerektiği, nasıl daha kullanışlı bir malzemeye dönüştürüleceği esas meseleydi. Kendi üstünlüğünden emin bir şekilde sömürgeci anlayış, kendisini hep egemen özne, Doğu’yu ise istediği gibi yapılandıracağı zayıf bir varlık olarak inşa etti. Bunun bir sonucu olarak “Kolonyalist söylemler, sömürge halklarını her zaman yok saydılar; sayamadıkları zamansa onları insan-altı yaratık-lar olarak gördüler” (Age, 11). 

Oryantalizm sadece sömürgecilik siyasetine hizmet etmekle kalmadı, Batılılar için belki bundan çok daha kıymetli ve faydalı sonuçlar da hasıl etti. Doğu’nun, Batılı insana ihtiyacı olan üstünlük duygusunu sürekli pompalayacak ve ona tarihin gerçek öznesi olduğunu hatırlatacak muhteşem bir “öteki” olabileceği böylece fark edilmişti. Orada, kendi farkı ve üstünlüğünü her kayıtta Batılılara ihsas ettirecek yığınla malzeme vardı. Oryanta-lizm giderek Batı’nın özgüvenini tazeleyen sihirli bir ayna haline geldi. Doğu’yu heykeltraş gibi yontacak “profesyonel” bir bakış açısı ve sorumluluk duygusuyla motive oldu. En önemlisi, Batı’yı narsist bir hegemona dönüştürdü. Bu çerçevede oryantalizm kendi kanonunu ve geleneğini oluşturmuş, Doğu’yu iflah olmaz bir öteki olarak sabitlemeyi başarmıştı. “Ebedi ve değişmez” bir Doğu imgesi üzerinden Batı’yı özsel bir üstünlük tasavvuruyla teçhiz ediyordu.

Romantik kurtarıcı

Oryantalizm, Batı’yı bir taraftan bu üstünlük duygusuyla tebarüz ettirirken, diğer taraftan kendisine atfettiği “kurtarıcı”lık misyonunu sömürgeci-lik siyasetine paralel olarak tahkim etti. Haddizatında, sömürge topraklarında Batı’nın bir “kurtarıcı” olarak ihdas edilmesi sömürgecilik ideolojisinin en önemli yansımalarından biriydi. Belki daha önemlisi, sadece sömürgelerin değil, bizzat Batı dünyasının bu misyona gerçekten inanmaya başlama-sıydı. Nietzsche’den Karl Marks’a kadar Batı düşüncesine nüfuz etmiş bir üstünlük algısı söz konusuydu. Diğer taraftan, oryantalizmin oluşturduğu “Doğu” imgesi Batılı romantikler tarafından “ebedi ve değişmez” bir “Doğu miti”yle iyiden iyiye abartılmış, Batı’nın kurtarıcılık misyonu tam anla-mıyla ebedileştirilmişti. Romantikler, yaklaşımlarıyla tam da merhametten doğan marazın somut bir örneğiydiler adeta. Batı’nın vicdanını ve merha-met duygularını seslendiriyor, ancak oryantalizmin inşa ettiği Doğu imgesi üzerinden dolaylı şekilde bir ötekileştirme ameliyesini icra ediyordular.

Sömürgecilik ve romantizm Batı dünyasını bir bakıma çift kişilikli bir olgu olarak ortaya koymaktadır. Daha doğrusu iyimser bir bakışla bakar-sak öyledir denebilir. Mesele, bizim açımızdan Batı’nın vicdani tarafını reddetmek değildir. Fakat romantizmin oryantalist Doğu imgesini teyit ederek Batı’ya atfedilen tarihsel rolü ikrar ve hatta ikmal etme meselesidir. Biz burada nedene değil, neticeye bakıyoruz. Romantizmin Batı’nın bilinç ve bilinçaltı dünyasındaki etkilerine dikkat çekmek çabasındayız. Batı’ya yüklenen kurtarıcılık misyonunun sömürgecilikle sınırlı olmayan bir derinlik ve devamlılık kazanmasında romantizmin oynadığı rolü küçümsememek gerekir. Belki “sömürgeciliğin kurtarıcılık söylemiyle romantik arayışın örtüştüğü bu noktada, arayışın nerede bittiğini ve sömürü, baskı, egemenlik kurma hırsına dönüştüğünü söylemek zordur” (Age, 26). Fakat dünyanın sömürgecilik sonrası dönemlerine bakıldığında, kapitalizm, modernleşme ve küreselleşme olguları etrafında giderek derinleşen Batı tahakkümü, esasen Batı dünyasının sahip olduğu çift kişilikle kaim hale gelmiş, kendi içsel ve kültürel dengelerini bu şekilde sağlamış gözüküyor. Bu dengeyi onun siyasetinden ziyade realitesine bağlamak gerekiyor. Bu itibarla romantizmi, sömürgecilik ideolojisinin muhtemel bir Truva atı gibi düşünmenin ciddi bir gerekçesi yoktur.

Batı’nın çift kişiliği içerdiği kurtarıcılık misyonuna istinaden kendi sömürgeci-emperyalist ideolojisini sürekli hem üretiyor hem de meşrulaştırabi-liyor. Sömürgecilik olgusunun küreselleşme dediğimiz yeni bir forma ve farklı bir içeriğe bürünmüş olması işin esasını değiştirmiyor. Ne sömürü ilişkile-rini değiştirecek radikal bir dönüşümden ne de Batı’yı tarihin hakim öznesi (efendisi) olmaktan çıkaracak bir paradigma değişiminden bahsedebiliyo-ruz. “Kurtarıcılık” fikri, sömürü makinesini küresel düzeyde çalıştırmak bir tarafa, üstünlük psikolojisini sürekli yenileyen bir varoluş şartı ve/veya saplantısı olarak Batı’nın ruhunu tahrik edip durmaktadır. Romantizm bu anlamda büyük muharriklerden biriydi. Batı’nın kibrini sıvazlayarak kro-nikleşmesine bir vesile olmuştu: Dünyanın, daha doğru deyişle tarihin efendisi olmak Batı için bir kader ve sorumluluk demekti artık. Tarihin büyük hakikati buydu ve Batı’ya düşen insanlık ailesine hamilik yapmaktı.

Devam eden kibir 

Dolayısıyla oryantalist ideoloji dün olduğu gibi bugün de Batı’yı güdülemeye devam etmekte. Doğu’da her ne değişirse değişsin, aslolan Batı’nın kibrini ve üstünlük duygusunu diri tutacak kültürel, zihinsel, ekonomik farklılaşmaları sağlamaktır. Hardt-Negri ikilisinin ifadesiyle, olması gereken “bir amprik nesne olarak Şark değil, Şarklılaştırılmış olan, Avrupa söyleminin bir nesnesi olarak Şark’tır” (Hardt-Negri 2012, 139). Batı dünyası hem kendisini yaratmaya/gerçekleştirmeye devam edecek, hem de Doğu’yu bu gerçekleşme sürecinin nesnesi kılmaktan geri durmayacaktır. Bugün post-modern yaklaşımlar muvacehesinde yaşadığımız da aşağı yukarı budur. Doğu-Batı, özne-nesne hiyerarşisini (iktidar ilişkisini) imha eden bir eşitlikçi pozisyon alırken bile kullandığı evrensel, tümel diskur sebebiyle aslında Batı-merkezli bir paradigma geliştirmeye devam etmektedir. Her ne kadar Batı’nın kibrine, başka deyişle “kurtarıcılık” gibi üstünlük söylemlerine karşı eleştirel bir bakış açısı getirse dahi, bunun vaki olan üstünlük ilişkilerini değiştirmeye kafi gelmeyeceğinden hepsi de emindirler.

Gerek sömürgecilik tecrübesi ve oryantalist kültür gerekse yaşadığımız küreselleşme süreci kendi üstünlüğünden endişe bile edilmesine imkan ver-meyen bir Batı realitesini sürekli parlatıyor.  Buna karşılık postmodernlik Batı’yı üstünlük kompleksinden ari kılamayacak kadar konformist, olum-salcı bir zemin üzerinde duruyor. Aksine Batı için postmodernlik, kendi varoluş tasavvuru ve macerası içinde bu üstünlüğü bir kere daha teyit eden, edilmesini sağlayacak yeni bir aşama olarak imal ediliyor. Belki postmodern düşüncenin Batı açısından da tekinsiz tarafları olabilir, fakat Batı dünyası, üstünlük kompleksiyle malul olan özgüveni hiçbir zaman yitirmeyeceği konusunda ifşa edilmeyen kolektif bir algıya sahip. Batı’nın bize söylemek istemediği ama hissettirdiği şey bu. Oryantalizm, söz konusu algının Batı dünyasında kökleşmiş olmasında büyük ve özel bir yere sahip.

[email protected]

Kaynaklar

t Said, Edward (2017), Şarkiyatçılık / Batı’nın Şark Anlayışları, Çev: Berna Yıldırım, Metis Yayınları, 10. Basım.

t Parla, Jale (2015), Efendilik, Şarkiyatçılık, Kölelik, İletişim Yayınları, 6. Baskı.

t Hardt, M.-Negri, A. (2012), İmparatorluk, Çev: Abdullah Yılmaz, Ayrıntı Yayınları, 7. Baskı.