Batı siyasetinde İsrail eleştirisinin paradoksal sınırları: Bernie Sanders örneği

Dr. Mehmet Rakipoğlu/ Mardin Artuklu Üniversitesi
3.10.2025

Dahası, BM Genel Kurulu'nun 37/43 sayılı kararı işgal altındaki halkların özgürlük mücadelelerini – silahlı direniş dâhil – meşru kabul etmiştir. Sanders'ın açıklaması, İsrail'e hukuk tarafından tanınmayan bir savunma hakkı atfederken, Filistinlilere tanınan direnme hakkını görmezden gelmektedir. Bu durum, Batı'nın koşullu insan hakları yaklaşımını sembolize etmektedir: Mağdurların yaşam hakkı, ancak “kusursuz” bir şekilde direnmeleri hâlinde tanınmaktadır.


Batı siyasetinde İsrail eleştirisinin paradoksal sınırları: Bernie Sanders örneği

Dr. Mehmet Rakipoğlu/ Mardin Artuklu Üniversitesi

İsrail'in soykırım savaşı nedeniyle Gazze'de on binlerce sivilin hayatını kaybettiği, altyapının neredeyse tamamen yok edildiği ve açlığın kitlesel bir silah haline geldiği trajedinin başlamasından neredeyse iki yıl sonra, ABD Senatörü Bernie Sanders nihayet kamuoyu önünde İsrail'in eylemlerini "soykırım" olarak tanımladı. 2016 ve 2020'de Demokrat Parti içindeki başkanlık yarışını kaybeden Sanders, senato internet sitesinde yayımladığı yazısında, "Niyet açıktır. Sonuç kaçınılmazdır: İsrail Gazze'de soykırım işlemektedir" ifadelerini kullandı. Bu açıklama, Birleşmiş Milletler Genel Kurulu ve Uluslararası Soykırım Akademisyenleri Birliği gibi uluslararası kurum ve çevrelerin benzer değerlendirmeleriyle paralellik taşısa da iki açıdan problem teşkil ettiği ifade edilebilir.

Birincisi, Sanders'in İsrail'in Gazze'de soykırım işlediğine dair açıklaması çok geç yapılan bir açıklamadır. İsrail'in uluslararası hukuku ağır biçimde ihlal eden saldırıları 2023 sonbaharından itibaren geniş kitlelerce belgelenmiş, soykırım tanımının unsurlarını açıkça karşılayan fiiller defalarca rapor edilmiştir. Sanders'ın bu noktaya varması neredeyse iki yıl almıştır. Bu noktada Sanders'i böylesi bir açıklamaya iten motivasyonların neler olduğu merak konusudur. Sanders'ın bu açıklamayı yapmasında asıl belirleyici olan, Amerikan kamuoyunda İsrail'e yönelik koşulsuz desteğin son yıllarda ciddi biçimde aşınması ve halktan gelen artan baskı olduğu iddia edilebilir. Bu anlamda ABD'de yapılan anketlerin ifade ettiği gibi, kamuoyunun İsrail'e karşı giderek eleştirel hale gelmesi, Sanders'ın da bu baskıya duyarsız kalamamasına yol açmış olabilir.

İkincisi ve daha önemlisi, Sanders açıklamasını "ama Hamas" çerçevesiyle sınırlandırmıştır. Açıklamanın girişinde, çatışmaların "Hamas'ın 7 Ekim saldırısıyla başladığını" ima ederek, İsrail'in soykırımını bir tür "tepki" olarak konumlandırmıştır. Sanders'in İsrail'i soykırımla irtibatlandırırken bile mağdur olarak çerçevelemesi birçok mesajı içerisinde barındırmaktadır. Bu anlamda bu yaklaşım yalnızca İsrail'in soykırımına maruz kalan Filistinli mağdurları suçlamakla kalmamakta; aynı zamanda Filistin halkının 20. yüzyılın başından beri maruz kaldığı sistematik şiddet, etnik temizlik ve kolonyal sömürgeci politikaları görünmez kılmaktadır. Dolayısıyla Sanders'ın gecikmiş ve koşullu soykırım tanıması, Batı siyasetinde İsrail eleştirisinin paradoksal sınırlarını açığa çıkarmaktadır. İnsan haklarının evrenselliğini savunduğunu iddia eden Batı, jeopolitik çıkarlar ve iç siyasi dengeler söz konusu olduğunda bu evrenselliği sürekli olarak sınırlandırmakta, koşullandırmakta ve araçsallaştırmaktadır. Dolayısıyla Sanders örneğinden hareketle Batı siyasetinde İsrail eleştirisine dair kırılmaz, kronik ve kurumsal bir tabu olduğunu ortaya koymaktadır.

Tarihsel ve hukuki bağlamın silinmesi

Sanders'ın "ama Hamas" retoriği, İsrail-Filistin çatışması olarak bilinen, temelinde Siyonizmle eş değer olan İsrail sorununu yalnızca güncel bir güvenlik sorunu olarak daraltmakta, tarihsel sürekliliği ortadan kaldırmaktadır. Oysa Siyonist hareketin 19. yüzyıl sonlarında başlattığı yerleşim projesi, başından itibaren kolonyal bir niteliğe sahipti. 1882'den itibaren gerçekleşen ilk göç dalgaları (aliya), Filistin'in demografik yapısını köklü biçimde dönüştürmeyi hedefliyordu. 1948'deki Nekbe (Büyük Felaket) sürecinde 750.000 Filistinlinin zorla topraklarından sürülmesi ve 500'den fazla köyün sistematik biçimde yok edilmesi, bu kolonyal stratejinin zirvesi olmuştur. İsrail arşivlerinde yer alan belgeler, Plan Dalet'in kasıtlı olarak sivil nüfusu hedef aldığını ortaya koymaktadır. Bu tarihsel arka planı göz ardı ederek 2023'ü başlangıç noktası ilan etmek, yalnızca İsrail'in suçlarını meşrulaştırmak değil; aynı zamanda mağdur olan Filistin halkını "provokatör" olarak göstermek anlamına gelmektedir. Ayrıca başta Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri Anthony Guterres olmak üzere birçok uluslararası kurum yetkilisi ve devlet başkanı, 7 Ekim 2023 ile başlayan sürecin bir anda, bir boşlukta meydana gelmediğini, İsrail'in 100 yıldır sürdürdüğü kasıtlı, sistematik yıkım politikasına karşı bir tepki olarak ortaya çıktığını ifade etmiştir. Dolayısıyla Sanders'in İsrail'in tarihsel örüntüsü şeklinde ilerleyen işgal, etnik temizlik ve soykırım politikalarına rağmen Hamas'ı suçluyor olması, Batı dünyasının içerisinde olduğu, İsrail'e bağımlı düşünce evrenini net biçimiyle temsil etmektedir.

Sanders'in bu yaklaşımı sadece siyaset ve tarihi açıdan değil aynı zamanda uluslararası hukuk açısından da sorunludur. Nitekim BM Güvenlik Konseyi'nin 242 sayılı kararı, İsrail'in 1967'de işgal ettiği topraklardan çekilmesini şart koşmaktadır. Uluslararası Adalet Divanı'nın 2004 tarihli duvar kararı, işgalci bir gücün meşru müdafaa hakkı olmadığını açıkça belirtmiştir. Uluslararası hukuk açısından mihenk taşı olarak görülen BM'nin kararlarını, UAD kararlarını hiçe sayan bir rejim olan İsrail'in bu hukuksuzluklarına rağmen Sanders, İsrail'in "kendini savunma hakkı"ndan söz ederek hem hukuken geçersiz hem de tarihsel açıdan çarpıtıcı bir söylemi yeniden üretmektedir.

Dahası, BM Genel Kurulu'nun 37/43 sayılı kararı işgal altındaki halkların özgürlük mücadelelerini – silahlı direniş dâhil – meşru kabul etmiştir. Sanders'ın açıklaması, İsrail'e hukuk tarafından tanınmayan bir savunma hakkı atfederken, Filistinlilere tanınan direnme hakkını görmezden gelmektedir. Bu durum, Batı'nın koşullu insan hakları yaklaşımını sembolize etmektedir: Mağdurların yaşam hakkı, ancak "kusursuz" bir şekilde direnmeleri hâlinde tanınmaktadır.

Siyasi korku kültürü ve otosansür mekanizmaları

Sanders'ın pozisyonunun ardında, Amerikan siyasetinde İsrail eleştirisinin tabulaşması yatmaktadır. Bu tabunun sürdürülmesinde üç temel mekanizma öne çıkmaktadır: Finansal baskı, medya çerçevelemesi ve akademik otosansür.

AIPAC gibi lobi örgütleri, seçim döngülerinde milyonlarca dolar harcayarak İsrail eleştirisine karşı güçlü bir caydırıcılık oluşturmaktadır. Örneğin, 2020 seçimlerinde AIPAC ve bağlı gruplar 34 milyon dolar harcamış, 2022'de İsrail'e mesafeli duran Demokrat adaylara karşı 25 milyon doların üzerinde kaynak aktarmıştır. Medya alanında ise, Project Censored'un 2023 raporuna göre, Amerikan anaakım basınında İsrail'in ihlallerine dair haberlerin yalnızca yüzde 18'i bağımsız kaynaklardan aktarılırken, yüzde 67'si İsrail resmi makamlarına dayanmaktadır. Bu asimetrik temsil, kamuoyunun gerçeklere erişimini kısıtlamakta, Filistinlilerin sesi duyulmaz kılınmaktadır. Akademide de benzer bir otosansür kültürü vardır. Middle East Studies Association'ın 2024 anketi, ABD'deki Ortadoğu uzmanlarının yüzde 42'sinin İsrail'i eleştirdikleri için kariyerlerinde risk yaşadığını, yüzde 28'inin ise fon başvurularının bu nedenle reddedildiğini ortaya koymuştur. Böylece İsrail eleştirisi, siyasetten medyaya, akademiden sivil topluma kadar farklı alanlarda sistematik olarak sınırlandırılmaktadır.

Tüm bu baskı mekanizmalarına rağmen, ABD kamuoyundaki değişen eğilimler siyasetçiler üzerinde yeni bir zorlayıcı faktör haline gelmiş; Sanders'ın açıklaması da büyük ölçüde bu toplumsal dönüşümün gecikmiş bir yansıması olmuştur. Bu tablo, Batı siyasetinde İsrail eleştirisinin artık yalnızca 'tabu' alanlarıyla değil, aynı zamanda toplumsal baskı ve siyasal maliyetlerle şekillendiğini göstermektedir. Kamuoyu araştırmalarında ortaya çıkan dramatik dönüşüm, siyasetçilerin söylemlerini yeniden düzenlemeye zorlamakta, Sanders'ın açıklaması da bu yeni iklimin simgesel bir örneği haline gelmektedir. Dolayısıyla mesele sadece Sanders'ın bireysel tutumuyla sınırlı değildir; aynı zamanda Batı'nın kendi toplumlarında yükselen eleştirileri ne ölçüde içselleştireceği sorusu, gelecekteki siyasal tartışmaların yönünü belirleyecektir.

Sonuç olarak Bernie Sanders'ın soykırımı kabul eden ama 'ama Hamas' çerçevesiyle sınırlandıran açıklaması, Batı siyasetindeki koşullu insan hakları anlayışının sembolik bir örneğidir. Bu yaklaşım, Filistinlilerin yaşam hakkını ve direniş hakkını görmezden gelmekte; İsrail'e ise uluslararası hukukun tanımadığı hakları atfetmektedir. Ancak artık bu yaklaşımın sürdürülebilirliği giderek azalmakta, ABD ve Batı kamuoyundaki dönüşüm bu tabuların kırılmaya başladığını göstermektedir. İsrail'in Batı'da 'batan gemi' olarak anılması, yalnızca bir meşruiyet krizi değil, aynı zamanda Batı'nın kendi insan hakları söyleminin geleceği için de bir turnusol kâğıdı işlevi görmektedir. Bu krizden çıkışın yolu, tarihsel bağlamın bütüncül ele alınması, uluslararası hukukun tutarlı biçimde uygulanması ve bağımsız söylem alanlarının korunmasından geçmektedir. Ancak bu şekilde, Sanders örneğinde görülen koşullu insan hakları anlayışı aşılabilir ve gerçekten evrensel bir insan hakları rejimi inşa edilebilir.