Batılı aydın aşağılaması hakarete dönüştü

Murat Güzel / YAZAR
16.04.2016

Cumhuriyet tarihi boyunca bir tür Batıcı-laikçi bürokrat aydın taifesi tarafından halka zımnen yönelmiş aşağılama söylemleri, bu taifenin Türk siyasetindeki temsilcisinin estirdiği son küfür fırtınasıyla tamamen aleni bir hale dönüştü.


Batılı aydın aşağılaması hakarete dönüştü

Bir kaset komplosu sonucu Cumhuriyet Halk Partisi Genel Başkanı Deniz Baykal 10 Mayıs 2010 tarihinde genel başkanlıktan istifa etti.  O kaset komplosunu kimlerin düzenlediği halen tartışılan bir konu, ancak bu komplodan kazançlı çıkan belli. O dönem TBMM Başkanvekili olan Kemal Kılıçdaroğlu parti olağan kurultayında aday olmayacağını belirtse de sonradan fikir değiştirip 17 Mayıs 2010 tarihinde Başkanvekilliği’nden istifa ederek kurultayda aday olacağını açıkladı. 22 Mayıs 2010 tarihinde yapılan 33. Olağan CHP Kurultayı’nda genel başkanlığa tek aday olarak çıktı ve CHP’nin Genel Başkanı oldu. Bir yerde Deniz Baykal’a düzenlenen komplo Kılıçdaroğlu’nun bugünkü konuma gelmesini sağladı. Kendisi düzenlenen komplonun ilk günlerinde “aday değilim!” tarzı açıklamalarıyla “istemem, yan cebime koy” tarzı bir siyaset üreterek belki hiç beklemediği genel başkanlık makamına, bir takım “görünmez eller”in, “gizli kameralar”ın marifetiyle kavuştu.

Taban önemsiyor mu?

Belki de bundan dolayı, genel başkan olurken vaat ettiği yeni CHP’yi bir türlü oluşturamayan ve her seçim öncesi seçmene sunduğu uçuk vaatlere karşın partisini iktidara taşıyamayan Kılıçdaroğlu, bu başarısızlıklarının makul bir açıklamasını yapmaya da kendini borçlu hissetmedi hiçbir şekilde. Zaman zaman parti içi muhalefetin zorlamaları neticesi yapmak zorunda kaldığı açıklamalar ise doyurucu olmaktan çok yeni tartışmalara yol açması bakımından kayda değerdi yalnızca. Kılıçdaroğlu’nun medya rüzgarıyla geldiği genel başkanlık koltuğunda selefi Deniz Baykal’dan daha farklı bir seçim kariyeri elde edememesi onun genel başkanlığının da tıpkı Baykal gibi her seçim sonrası tartışmaya açılmasını getirdi. Fakat parti içi demokrasi sözüyle geldiği genel başkanlık koltuğunda en az Baykal kadar “hizipçi” olan ve ancak ondan farklı olarak sürekli kadro değiştirerek (yani parti içi muhalefeti birtakım ayak oyunlarıyla bölüp parçalayarak) siyaset üreten ve böylelikle koltuğunu koruyan Kılıçdaroğlu, bu tartışmalardan hep gelip geçici zaferlerle ayrıldı. Kurultaylarda kazandığı bu tür küçük zaferleri bir türlü bir seçim zaferiyle taçlandıramadı. Doğrusu CHP tabanının da “seçim kazanarak iktidara gelme”yi pek umursadığı söylenemez.

İpleri kopardı

Genel başkan olduğu tarihten bu yana girdiği her seçimde aldığı oy oranı ancak binde birlik oranlarda değişen bir partinin genel başkanı olması bir yana, Kılıçdaroğlu’nun baştan beri ağzı bozukluğa yatkın siyasi söylemi son dönemlerde giderek galiz küfürlere doğru kaydı. Kemal Kılıçdaroğlu’nun seçim meydanlarında ve TBMM kürsüsünde neredeyse “ağzı biberli” konuşmalarına sık sık şahit olduk daha önce de. Başyazarı olduğu amiral gemide “Analarını bile satarlar” gibi garip cümleler yazan ve bu yazısı sebebiyle başyazarlıktan ayrılmak zorunda kalmış bir yazarın rahatça milletvekili adayı gösterilip seçildiği bir partide Kılıçdaroğlu’nun genel başkanlık yapması ve son küfürlerinin de normal karşılanması kadar doğal bir şey olamazdı belki de. Ancak son iki hafta içinde Kılıçdaroğlu küfürbazlık konusunda artık tamamen ipleri kopardı. Herhangi bir meşru siyasi polemikte bile sarf edilmeyecek denli kaba ve bayağı sözlerle bir kadın bakana saldıran Kılıçdaroğlu bununla da yetinmedi, geride bıraktığımız hafta Meclis kürsüsünden alenen küfretti. Bunun sebebini psikanalizle, siyasal başarısızlıkların doğurduğu yetmezlik duygusu ve umutsuzlukla ve daha başka bir sürü olumsuz şeye istinaden açıklamak mümkün olabilir. Her açıklamada yine de açıklanamaz bir fazlalığın kalacağı ise hiç unutulmamalı. O fazlalık bizatihi CHP’nin kurumsal olarak varlığını “halka rağmen halk için” tutumuyla izhar ediyor olmasından başka bir şey değildir. CHP’nin siyasi anlayışına öteden beri içkin olduğunu düşünebileceğimiz bu “halka rağmen halk için” söyleminin üstü örtük bir biçimde belli bir “aşağılama” tonu taşıdığı, halkı kendi statüsü, kendi iyiliği hakkında bilgisiz addettiği söylenebilir pekala. Bize kalırsa son iki haftada neredeyse bir küfür fırtınası şeklinde gelişen Kılıçdaroğlu’nun demeçleri dolayısıyla ilk elde yapılması gereken tespit de buradan çıkmalıdır: Cumhuriyet tarihi boyunca bir tür Batıcı-laikçi bürokrat aydın taifesi tarafından halka zımnen yönelmiş aşağılama söylemleri, bu taifenin Türk siyasetindeki temsilcisinin estirdiği son küfür fırtınasıyla tamamen aleni bir hale dönüştü.

Bir kısım medyanın Gandi pohpohlamasıyla genel başkan olduğu dönemden bu yana aldığı seçim yenilgilerini sadece Stockholm sendromu, otoriterleşme, diktatörlük ve benzeri durumu açıklamaktan çok kendileri ayrıca izaha muhtaç, ancak yine de kullanılan dil açısından kısmen kabul edilebilir görünen söylemlerle örtbas etmeye ayarlı bir siyasi jargonun çökmeye yüz tuttuğunu gösteriyor bu durum bir yerde. Bu durumda CHP’deki temel sorunun salt genel başkanı ve onun galiz küfürlerle bezeli siyasi dili olmadığı açık. CHP Türk siyasetindeki değişen, yenilenen şartlarla ilgili analizlerinde sürekli yanlış tercihlerde bulunmasına yol açan bir ideolojik körlüğün pençesinden kurtulup kendini yenileyemedi. CHP’nin kendini yeniden icat edip, halk önünde tercihe mazhar bir seçenek olarak ortaya çıkamaması neticesinde gelinen nokta tam anlamıyla siyasi dilin tükeniş ve çözülüş hali. Böylelikle, kendi beceri, yetenek ve kapasitesinin tercih edilmesini sağlamaya dönük olmaktan çok siyasi rakiplerini sürekli aşağılamaya dayalı bu siyasi söylemin kendi geçmişinden getirdiği bazı olumsuzlukların saklanamayacak kadar açık bir şekilde ortaya çıkmasından başka bir şey yaşanmıyor artık bu siyasi gelenekte. 2012’den beri CHP’nin siyasi dilinde yaygınlaşan otoriterleşme, kutuplaşma ve diktatörlük söylemlerinin aldığı son şekli, daha doğrusu bu söylemlerin asıl anlamlarının varıp dayandığı son noktayı gösteriyor Kılıçdaroğlu’nun küfür seansları.

Orantısız zarar

Diğer yandan 2002’den bu zamana kadar genelde hemen her seçim sonrası ilkin siyasi tercihlerinden dolayı seçmene yönelen hakaret, aşağılama ve küfürlerin seçim sonuçlarının kanıksanmaya başladığı dönemlerde seçmenin oy verdiği siyasi rakiplere yönelmesi şimdiye kadar CHP’ye destek veren medya ve aydın taifesinin alışageldiğimiz tutumlarıydı. Bu koroya artık CHP’nin kurumsal kimliğini temsil eden Kemal Kılıçdaroğlu’nun alabildiğine tiz bir sesle doğrudan katılması siyasi ahlak tartışmalarıyla tüketilemeyecek imalara sahip. Siyasi ahlakın olması gerekeni biçiminde özetlenebilecek nezaket, duyarlılık ve seçmen iradesine saygı; salt seçmenlere dönük değil, onun oy verdiği kişilere de dönük olarak yürürlüktedir. Siyasi ahlakın yazılı olmayan bu düsturlarının son küfür seansları esnasında çiğnenmesini, bu duruma bazı medya organlarının kayıtsız kalmasını ve hatta bu durumu alkışlamasını Türkiye’deki siyasi kültürün yetersizliğine hamletmek mümkünse de sorunu tüm meşru siyasi aktörlere teşmil etmek doğru olmayacaktır. CHP’nin ve Kemal Kılıçdaroğlu’nun siyasi üslupsuzluğunu salt “ahlak yoksunluğu” ile açıklamak meşru ise de yine bize kalırsa yetersizdir. Bu salt bir ahlak sorunu değil, aynı zamanda doğrudan siyasi bir sorundur. CHP ve onun lideri artık Türkiye siyaseti bakımından bir çözüm odağı değil, bir sorun odağıdır.

Gezi eylemleri esnasında ve sonrasında “orantısız zeka”ya sahip olduğu iddia edilen bir takım Y kuşağı mensuplarının Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan başta olmak üzere AK Partili addettikleri tüm siyasetçi, seçmen ve kişilere yönelttikleri hakaretlerin, varsayılan “orantısız zeka”nın beyne verdiği aynı biçimde orantısız zararla açıklanması mümkün. Hakaret ve aşağılama söylemlerinin katıksız bir nefretin dışavurumu olması bir yana, kişilerin kendi yetersizliklerine de işaret ettiğini söylemek elzem bu durumda. CHP’nin özellikle 17-25 Aralık darbe kalkışması sonrasında bu dile seve seve iştirak eden Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun küfür seansları ile FETÖ/PDY lideri Fethullah Gülen’in mülaane seansları arasında da benzeri bir “orantı”nın bulunduğunu zikredelim. Gülen’in mülaaneleri ile Kılıçdaroğlu’nun küfürlerini birleştiren linguistik hatta ayrıca siyasi bir uyuşmanın da vuku bulduğunu düşünebiliriz. CHP milletvekillerinin hemen her fırsatta FETÖ yanlısı kişilere, kurumlara verdiği destekler; yine bir dönem CHP’nin yarı resmi yayın organı konumunda yayın yapan Cumhuriyet gazetesi ve onun “vatana ihanet” atılı suçlamasıyla yargılanan Genel Yayın Yönetmeni Can Dündar (ki Dündar’a yayınladığı görüntüleri ulaştıranın bir CHP milletvekili olduğu biliniyor); ve daha birçok olgu ve olay bu siyasi uyuşma ve “paralelliği” açıklayıcı nitelikte. ABD’deki Reza Zarrab davasını takip için 3 milletvekilini (ancak “orantısız zeka”nın bir ironisi olsa gerek, hiçbiri hukukçu değil!) görevlendiren CHP’nin bu davanın Türkiye üzerinde oluşturacağını umduğu birtakım etkilerden kendi namına yararlanmayı düşünmesi tabii ki eleştirilemez- ne de olsa Türkiye’nin kazanıp kazanmaması ilk elden CHP’nin umursayacağı bir şey değil!

Zeka ırkçılığı

Aşağılama ve hakaret söylemlerinin 2012’den bu yana artışı, “kutuplaşma” söylemlerini dile getirenlerin bu aşağılama, tezyif ve tahkir seanslarını düzenleyenlerle aynı frekansta konuşması, Y kuşağının ve eşleniği aydınların dışa vuran “zeka ırkçılığı”, Türkiye’de son kertede CHP ile siyasi temsile kavuşmuş “kültürel sermaye” odaklarının statü, makam, unvan vb. işaretlerle simgelenen sermaye kaybını kabullenemediğini göstermektedir. Bu kültürel sermaye kaybının son noktası ise elbette CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu ve onun fütursuz küfürleridir. Fethullah Gülen’in mülaane seanslarına aşık atacak türden bu küfür seanslarına dair CHP tabanından herhangi bir anlamlı tepkinin gelmeyişi ise en çok yazıklanmamız gereken konudur.

[email protected]