Bülent Tokgöz / Şair, Yazar
“Mamma li Turchi! (Anneciğim Türkler!)” Asırlar var ki çocuklarını bu ünlemle korkutmuş Avrupa’dan günümüzde de benzer söylemler yükseliyor. Assolist kılığında sahnede Yunan dolaşsa da koronun başını Fransız çekiyor. Konu Türkler olunca bu kadar çabuk derlenip toplanmaları bilinçaltı derinliğinden kaynaklanıyor. O tedirgin ve hırçın bilinçaltı ki, derinliğini büyük oranda seyyahlara borçlu. Fransız doğa bilimci Buffon, “Doğa, en mükemmel çabalarında insanları beyaz olarak yaratmıştır” demişti. Bir başka Fransız, aristokrat Gobineau da “Güzellik, zekâ ve güç, beyaz ırkın tekelindedir” inancındaydı. Bu inanç, Beyaz Adam’ın kundağıdır; doğumundan itibaren onunla sarmalanmıştır. Seyahat bahsinde nicedir birinciliği kimselere bırakmayan Batı, başta Doğu olmak üzere dünyayı keşfe çıkarken aradığı aslında kendisidir. Keşfin getireceği üstünlüğe talip olması da üstünlük inancının süreğidir.
Batı’nın Biz’i için gereken öteki Doğu’ydu. Kendi rüyasını görebilmek için uygun bir Doğu tasvirine sahip olması gerekiyordu. Şark, tastamam negatif bir imge olmalıydı, Batı’nın kendi istediği fotoğrafa ulaşabilmesi için. “Değişik Avrupa kültürleri homojen Batı olarak ‘geri kalan’ların tamamından ‘farklı’dırlar. Benzer bir şekilde, ‘geri kalan’lar, kendi aralarında farklar olsa da Batı’dan tümüyle farklı oldukları için ‘aynı’ olarak temsil edilirler. Kısaca, ‘temsil sistemi’ olarak söylem, dünyayı basitçe ikiye böler: ‘Batı’ ve ‘geri kalanı.” Seyahatnameler denen o büyük koleksiyonun ana işlevi işte budur.
Tanrı’nın cezası
Zenginlik oradaydı. İsa orada doğmuş ve “çarmıha gerilmişti.” Doğu’ya gitmek, o yüzden ayrıcalıktı. Maceracı için de çapulcu veya sofu için de. Kudüs’e yönelik İlkçağ hac yolculukları, seyahatnamelerin de ilk numuneleriydi. 11. yy’da başlayan Haçlı Seferleri, karşıtlığı din temelinde yeni üreten bir mahiyetteydi. Artık karşılarında doğunun uçlarından gelmiş çetin ceviz bir düşman vardı. Üç kıtada süratle ve dirayetle hâkimiyet tesis etmiş yenilmez bir düşman. Batı’nın kadim Doğu’su yerini Türk’e bırakmak durumundaydı.
Batı tarihçiliğinin babası Heredot “Barbar İskitler”den söz ediyordu ve bu tema hiç değişmedi. Kahraman, korkusuz, iyi askerler gibi iyi sıfatlarla anılsalar da bunlar barbarlık imgesinin dolgusundan başka bir şey değildi. Bizans kroniklerindeki yaftalar Haçlı Seferi çağrılarında olduğu gibi tekrarlanmaktaydı: “Dinsiz, hoşgörüsüz, hoyrat, yıkıcı, vicdansız, acımasız, ahlaksız ve günahkâr…”
Demirden surlarla korunuyorlar
Günaha batmış Hıristiyanları cezalandırmak için dün Atilla gelmişti, bugünse Türkler. “Kendini ‘Tanrı’nın cezası’ olarak tanımlayan Atilla ve Timur gibi üçüncü ‘Terror Europa’ olarak Türkler gelmektedir. Zaten isimleriyle de kendilerini tanımlamaktadırlar. Zira Türk sözcüğü ‘yıkıcı’ anlamına gelmektedir. Bu nedenle kendilerine Türk denilmesinden hoşlanmazlar. Ayrıca bir atasözüne göre ‘Osmanlıların bastığı yerde ot bitmez, fidan yeşermez.” Bu tabirlerin hassaten Protestan seyyahlarca rağbet görmesinin arkasında Martin Luther vardı. O, Türkleri böylesi bir ilahî gazap ve musibet olarak tavsif etmekteydi. Yakın bir tehdit mevzubahisti, serinkanlı olmaları zordu. Alman seyyah Schweigger, Osmanlı topraklarında ilk olarak Estergon’a girdiğinde şu notları düşüyordu: “Türklerden söz edildiği zaman hepimizin yüreği ağzına geliyor sanki. Onların yenilmez oldukları, kentlerinin çelik yapılardan oluştuğu ve demirden surlarla korundukları, bunları aşmanın veya yıkmanın imkânsız olduğu kanaati hepimize egemen olmuş durumda.”
Yontulmamış barbarlar
Nasıl öyle olmasın ki? “Padişahın Lehistan’a bir tek çavuş göndermesi yetiyor. Tüm Roma-Germen İmparatorluğu o bir tek çavuşun yaptığını beceremiyor.” Bu aczin de itmesiyle Barbar Türkler sıfatı bile seyyahı kesmiyordu, “bu yontulmamış barbarlar” diye söz etmekteydi. Busbecq de “Türkiye gibi barbar bir ülkeden zarif bir üslup bekleyemezsiniz” demekteydi. Stephan Gerlach da, “Hemen hemen hepsi güçlü ve çevik insanlar. Koşma ve atlamada, nişancılıkta ve kılıç kullanmada çok başarılılar. Fakat bunun dışında hayvan gibi barbar adamlar” diye yoldaşlarını teyit etmekteydi.
Schweigger, yakın tehlikeyi Avrupa birliğinin tesisi için bir vesile olarak sunmaktaydı: “Demek oluyor ki, Türkler bizlere birbirimizle iyi geçinmeyi öğretiyorlar.” Ve yenilmez de değiller. Seyyah, dindaşlarını teskin için elini çabuk tutma lüzumu duymaktaydı: “Oysa burada gördüm ki, aslında Türklerin ülkeleri derme çatma köylerden ibaret. Yalnız bu bölgede değil, her yerde öyle.”
Busbecq, İstanbul’u fetheden Türk idaresi için “vahşi barbarlık” sıfatını lâyık görüyor ve Avrupa birliğini harekete geçmeye çağırıyordu: “Sanatı ve bilimi keşfeden bu topraklar, bizlere devrettiği medeniyeti geri almak için müşterek inancımız adına vahşi barbarlığa karşı bizden yardım bekliyor.” “Şeytan” ve “dinsiz” Türk’ten kurtulmanın yegâne çaresi “Tanrı’ya kendilerini affettirmekti.” Hıristiyan birliğine dönmek ve ortak bir ordu teşkil etmek suretiyle.
Tarafgir, lekeli bilgi
Ortaçağ boyunca hâkim olan Türk imgesi, güç dengesindeki radikal değişime rağmen ciddi bir farklılaşma yaşamadı. Tehdit ve korku yerini Aydınlanma’yla birlikte özgüven ve üstünlük hissine bırakmış olsa da seçkin filozof zihinler bile önyargıların pençesinden kurtulamadı. Seyyahlar içinde de en hayırhah olanları dahi yer yer nesnelliğe yaklaşsa da dostça bir tutuma yanaşmadılar.
Merakla gelen seyyah, eli kalem tutan biriyse, gözlemlerini (!) ölümsüzleştirmek için ne yapması gerektiğini biliyordu. Ülkesinde alıcı bulmak için neler anlatması gerektiğini de. Ne diyordu İspanyol atasözü: “Uzun yolculuklara çıkan, kuyruklu yalanlarla eve döner.” Kalıplar belliydi, kuyruklu yalanların konacağı kaplar çok önceden hazırlanmıştı. Egzotik Doğu’ya, korkunç Türk’e dair önyargı denizinde boğulmadan gerçeğin sahiline varabilen seyyaha aşk olsundu.
Ki onlar dahi çelişik bir dil kullanmaktan sakınamıyordu. Romantizmin esiri metinler ikili bir imgeye mahkûmdu. Hayranlıkla küçümseme at başı gitmekteydi. Her hâlükârda bir tuhaflık vardı Doğu diyarında. Egzotik ihtişamı ve güzelliğini çarpıtan bir şey. “Orada en korkunç suçlarla en arı masumiyet, en affetmez tabularla en çıldırtıcı duygusallık ve yasak zevkler, efendilikle kölelik, kişiliklerde yoğun çelişkiler” yan yana, iç içeydi.
Doğu, kadınlarının peçeli olması gibi, peçeli bir gerçekliğin ardındaydı; seyyah bu yüzden muhayyilesine muhtaçtı. O muhayyile, biteviye “kirli, kibirli, çirkin, yıkıcı, aptal, sıkıcı, beceriksiz, görgüsüz, tembel” tabirlerine meyyaldi. Nesnel bilgileri dahi “güçlü bir tarafgirliğin ve uydurmanın etkisinde kalmış lekeli bir bilgi” idi.
Ha hu ho diye bir melodi
Bilgisizliğe rakip bu lekeli bilgilere misaller vermek için gezginler birbiriyle yarışmaktaydı. Öne çıkanlardan biri, “Edirne’de Türklerin hocası veya imamı günde dört defa çıkarak hu hu diye bağırıyor. Bir şeyler haykırıyor. Zaten onların başka bir şarkıları ve müzikleri dahi yok” diyordu. Günde dört defa bağırılan bir şeyleri şarkı sanan, bundan da başka müzikleri olmadığına hükmeden biri madalyayı hak ediyordu.
Onu geride bırakmak için bir diğeri namazı şöyle tarif etmekteydi: “Dua ederken de uzun uzun söyleniyorlar ve bir yandan da tuhaf hareketler yapıyorlar. Kâh önlerine eğiliyorlar, kâh dizlerinin üzerine çöküyorlar. Sonra yeri öpermiş gibi yüzleriyle yere kapanıyorlar. Arkasından doğrulup, sanki derin derin düşünüyorlarmış gibi sessiz duruyorlar. Birden ellerini kulaklarına götürüyorlar, sonra ellerini kavuşturup tekrar üç kez dizlerinin üzerine çöküp, dördüncüsünde yüzlerini yere sürüyorlar. Bu dua törenini sık sık tekrarlıyorlar.”
Bir başkası, camide kadınların farklı yerde namaz kılmasını şöyle dile getiriyordu: “Erkeklerin çapkınlığı yüzünden kadınların gidip camilerde erkeklerin arasına girmesine müsaade edilmez. Sadece yaşlı kadınlar camiye gittiklerinde erkeklerin arkasında durur.”
Bir başkası ise orucu şöyle izaha yeltenmekteydi: “Bu memleketin fakirliği onları aç kalmaya, oruç tutmaya mahkûm ediyor.” Bir diğeri, İslam kültüründeki resim yasağını “Türkler resim sanatını itici bulurlar” diye tefsir etmekteydi.
Tarih, arkeoloji, felsefe okumuş Dernschwam gibileri bile şu seviyedeydi: “İmam, minareye çıkar ve sanki aklını oynatmış veya ayak basılmamış ormandaymış gibi bağırır. Bu ses köylülerin tarlada ‘ha hu ho’ diye söyledikleri bir melodiye benzer. Türkler müzikten anlamazlar. İşte onların müziği ‘ha hu ho’da ibarettir.” Zaten Türk müziği de hayli kulak tırmalayıcı olduğundan “Çok ilkel olan kendi dillerini Farsça ile süslerler.”
Bilgin gezginin, ramazan hilâlinin gözlenmesine dair gözlemi şöyleydi: “Türkler bilgisizdirler. Gökteki Yeni Ay’ı matematiğe ve astronomiye dayanarak bulamazlar. Ancak gökyüzünde ayı gördüklerinde oruca başlarlar.” Çünkü “Hocalar veya bütün imamlar okuma yazma bilmezler. Kitapları da yok, tahsil görmemişlerdir. Onların yaptıkları iş, bizdeki Gaudiamus ve Requiem dualarını okuyan ve bunları 5-10 para karşılığı ihtiyar kadınlara satan açıkgözlerin yaptıklarından başka bir şey değil.”
Üzüm bağı ve domuz
İşgal ettiği topraklardaki arkeolojik eserleri yok eden bir kavimden bahsetmekteydi: “Türkler âdetleri olduğu üzere antik devre ait hiçbir şey bırakmamışlardır.” Kitabında çizimlerini yaptığı eserlerin bu ithamla çelişmesine kayıtsızdı. Nefretini saklamıyordu: “Türklerin geldiği yerlerde her şey bozulur. Onların geçtiği yer cennet bile olsa çorak bir araziye döner. Bulunduğu yerden ne denizde bir balık, ne havada kuş, ne de karada av hayvanı sağ kalır. Zira onlar Tanrı’nın verdiği nimetlerden tam faydalanmasını bilmezler. Herkes bu yüzden onlardan nefret eder.”
Filvaki, Selimiye Camii’ni gören Schweigger hayranlığını saklayamasa da bunu “Türkler yapmış olamaz, köle aldıkları İtalyanlara yaptırmışlardır” şeklinde akıl yürütmekteydi. Dernschwam da aynı düşünmekte, Türklerin balık tutmayı bile beceremediğini söylemekteydi. “Türkler iyi yemek yemezler. Bütün bir yıl yedikleri peynir, ekmek, soğan, sarımsak, turp ve bolca meyvedir. Her yemekte bol bol su içerler.”
Seyyaha göre yemek adabından da yoksundular: “Türkler neredeyse ellerini çorbanın, yemek sularının içinde yıkarlar. Kaşık bilmezler.” Kitabının başka yerinde yazdıklarını unutmaktaydı hâlbuki: “Hepsinin belindeki kuşakta bir kaşık sokulu”, “Türkler kaşığı çok kullanıyorlar.”
Seyyahın Türk garezi barizdi. “Pis tekeler gibi kokan ayaklarını yıkarlar” diyordu abdest hakkında. “Türkler her gün birçok defa ibadet maksadıyla abdest alıp yıkandıkları için kendilerinin en temiz kimseler olduklarını sanırlar… / Kimse camiye ayakkabı ile giremez. Hâlbuki kendileri kirli, pasaklı hâlleriyle içeri girerler, o başka.” Böyle birinin tahareti nasıl aktardığını aktarmaya gerek yok.
Macron seyyah olsaydı
Kimseyi beğenmeyen, şehvet düşkünü adamlar, “evlerinde köpek bile beslemeye muktedir değilken, kalkar 3-4 karı alır. Geliri çok az olduğu için bunlara bakamaz ve sefalet içinde yaşarlar. Bu yüzden evine kimseyi kabul edemez.” Fuhuş gizli kapaklı ama her yerdeydi bu yüzden. Şu var ki, bazı seyyahlar gerçeği teslim ederek Türkleri namus ve edep bakımından takdir ediyor, hatta Schweigger bile “Biz Hıristiyanlar terbiye ve edep bakımından bu barbarları örnek almalıyız” diyordu.
O Schweigger ki, Hıristiyan Avrupa’yı “üzüm bağı”na, Türkleri ise o bağı tarumar eden “azgın ve saldırgan yaban domuzu”na benzetiyordu. Avrupa, birleşip bu işgalci barbarı topraklarından behemehâl atmalıydı. Seyyah, derin bilinçaltıyla böyle bakıyor, bu bakışıyla yaptığı gözlemlerle malûm bilinçaltını teyit ve takviye ediyordu. Macron veya Le Pen de seyyah olsalar aynısını yaparlardı.
@TokgozBulentt