Batılılar ve Gazzeliler

Mehmet T. Hatipoğlu / Yazar
31.01.2015

Yenilginin faturasını İslam’a çıkaran ve Akdeniz-Roma değerlerine gönülden bağlı seküler elit projenin taşıyıcısıdır onlar. İronik bir şekilde kendisini aydınlanmış gören, modernizmin yılmaz savunucuları, hiçbir zaman ‘dünya vatandaşı’ kimliğini kazanamayacaklarının, albino olsalar bile hala biraz esmer kaçacaklarının farkında değildir.


Batılılar ve Gazzeliler
‘Ne kadar özledim Gazze topraklarını/ İstemeden uzaklaştım, gizlemem artık boşuna’ İmam Şafii
 
Batı medeniyetinin egemenlik paradigması ve kurduğu sömürü çarkıyla modern topluma vadettiği gelecek; ‘Terörle mücadele’ gibi bir olağanüstü hal konseptiyle uygarlık yasalarının askıya alındığı işgal edilmiş Filistin toprakları üstünde yankılanıyor. Metod basit ve etkilidir; mekanın etrafını çevir, içerde kalanların bir politik statü ve iddia sahibi olmasını engelle... Böylece insanın doğuştan sahip olduğu söylenen temel hak ve özgürlükler vatandaş olmayan en fazla mülteci denebilecek varlıklar için geçerliliğini yitirir. İçerdekiler için hayatta kalma güdüsü bir yaşama sahip olma arzusunun yerine geçer. Filistinli şair Mourid Barghouti’nin dediği gibi; ‘arzuladığımız özlediğimiz mekanlar değil zamanlardır fakat kavga mekan üzerinde verilir... Mekana sahip olmana engel olurlar böylece ne gasp edeceklerse hayatından alırlar.’ Egemen, celladı İsrail vasıtasıyla alternatif güç odaklarına da mesaj verip onları tedip etmeyi amaçlar. Menzilde sadece Filistinliler değil tüm insanlık vardır.
 
İntikam aracı olarak şiddet
 
Egemen, kendi yaşam alanı dışındaki her yeri abluka altına alma ve Gazzeleştirme eğilimindedir. O, Atina site devletinin vatandaşıdır ve ikibin beş yüz yaşındadır. Atina, hakikatin merkezi olarak lanse edilir. Kuralları tayin eder ancak kendisi bundan muaftır. Örneğin ‘ifade özgürlüğü’ ilkesini ‘nefret söylemi’ ile sınırlandırır ancak bu sınır mülteciler (Gazzeliler, sayılar, ötekiler, yabancılar, barbarlar) içindir. Bir yandan Yahudi ile ilgili olumsuz çağrışım yapan her cümlenin boynuna rahatlıkla antisemitizm yaftası asar ve sözü hukukun konusu yapar diğer yandan Müslümanlarla ilgili hakaretamiz lafları ifade özgürlüğü kapsamına sokar. 
 
Bir noktadan sonra çifte standardı da aşan arsızlıkla yüksek değerler savaş parolasına dönüştürülür. Barış ve demokrasi getiriyoruz denilerek kadınlara tecavüz edilir, barbarlığa karşı savaşıyoruz sloganıyla çocuklar öldürülür. Bu yönüyle yeni sömürgecilik, çatısına bombalar yağdırdığı kişiye konut dokunulmazlığı hakkıyla ilgili söylev çeken bir psikopata benzer.
 
Dünyadan bir pay sahibi olmayanların, sömürülenlerin, mültecilerin ya da kısaca Fanon’un ifadesiyle yeryüzünün lanetlilerinin maruz bırakıldıkları fiili ve sözlü şiddete karşı tepkisi gecikmez. Sömürgecinin saldırılarına rağmen ciddi bir maliyet yüklenmediğine dair yakınma, dinamitin fitilini ateşler. Şiddete karşı şiddet, sömürülenin zihninde önce intikam aracı olarak sonra özgürleştirici ve arındırıcı bir güç olarak yerini alır.
 
Sömürgeci, kendisine karşı olan birlikleri bölmeye çalışmak, kabileci ayrılıkları körüklemek gibi stratejiler geliştirir ve kıyametini ertelemeye çalışır. Artık büyülü sözcüklerin ve kırmızı renkli büyük puntolu sloganların ardına saklanma gereği duymaksızın, çelik beton kurşunla, ötekilerin önüne yeni bariyerler ekler. Bunun yanında içerde güvenlik tedbirlerini arttırarak kentlerinde Gazzecikler kurmaya başlar. Sömürü dönüp dolaşıp nihayetinde ona cevaz veren toplumu esir eder. Tetiği çeken herhangi bir örgüt olabilir ancak mermiyi namluya süren sömürü düzenidir.
 
Beyazlar ve siyahlar 
 
Batı, halkı Müslüman devletlerinin birer Sömürge bekçisi olmalarını bekler. Yenilginin faturasını İslam’a çıkaran ve Akdeniz-Roma değerlerine gönülden bağlı seküler elit projenin taşıyıcısı olarak seçilir. İronik bir şekilde kendisini aydınlanmış gören, modernizmin yılmaz savunucuları hiçbir zaman ‘dünya vatandaşı’ kimliğini kazanamayacaklarının albino olsalar da hala biraz esmer kaçacaklarının farkında değildir. 
 
Bu manzara altında Türkiye özelinde seküler elit statükonun korunması ve pasif dış politika izlenmesi taraftarıdır. Fiili işgale maruz kalanlara ve/veya sömürgecilerin jandarmalığını üstlenmiş diktatoryal yönetimler altındaki uluslara sunabileceği çözüm önerileride açıktır ki kahve lakırdısından öteye geçmemektedir. Milli Mücadele dönemi örnek gösterilerek bağımsızlığın fikri altyapısının Kemalizmde olduğu savı ciddiyetten uzaktır zira bu dönemde meşruiyet ve halk desteği, batı değerlerinin ulusal bir yorumunu benimseyeceğiz iddiasıyla değil gayemizislami değerlerin ve hilafetin korunmasıdır denilerek sağlanmıştır.
 
Türkiye’ye biçilen role en ciddi itiraz mevcut hükümetten geliyor.Vicdan esaslı aktif dış politika ve batının çifte standartçı tutumunun uluslarası platformlarda dile getirilmesi hem Türkiye hem de dünya halkları için umut vericidir. Lakin yeni medeniyet tasavvurundan bahsediliyorsa ve Türkiye’nin merkez ülke olması isteniyorsa sisteme daha köktenci muhalefet geliştirilmesi, yapısal dönüşümlerin tamamlanması ve mücadele dinamiklerinin yeniden yorumlaması elzemdir. Uzun ve zorlu paradigma değişikliği yolculuğu için harita çıkarma görevide öncelikle aydınlara düşer. Onların da hedefi Nuh’un Gemisini bulup sahil-i selamete çıkmak olmalıdır, yüksek bir yere kaçmanın çare olmadığı aşikar.