Batı’nın ‘ahir zaman’ korkusu: İslamofobi

Hasan Hüseyin Öz / Senarist - Yazar
10.01.2015

Bugün Batı’da özellikle Evanjeliklerde görünür olan eskatolojik eğilim, İslam dünyasında ortaya çıkan örgütlerde de var. ‘Şok doktrini’ çerçevesinde hareket eden bu örgütler, özellikle tekfircilik yoluyla kendi alanlarını mutlaklaştırarak, Batı’nın yazdığı senaryoya uygun rollerini oynuyorlar.


Batı’nın ‘ahir zaman’ korkusu:  İslamofobi

Hasan Hüseyin Öz / Senarist - Yazar

Bu yazıyı yazdığımız esnada, Fransa’da mizah dergisi Charlie Hebdo’ya düzenlenen ve 12 kişinin ölümüyle sonuçlanan saldırı haberi düştü ajanslara. Tam da, aşağıda yer verdiğimiz Fukuyama ve Huntington’ın eskatolojik ve apokaliptik senaryolarına geldiğim zaman bu haberi aldım. Vahim bir durum... Henüz failleri belli değil. Lakin saldırının kime tahvil edileceği, kullanılan dile bakılırsa şimdiden belli: Müslümanlar.  
 
Immanuel Wallestein, Amerika’nın Afganistan’ı işgal ettiği sıra yazdığı bir makalesinde, “bu savaşla birlikte dünya sistemi uzun süreli bir krize girdi” demişti. Charlie Hebdo’nun Paris’teki bürosuna yapılan söz konusu saldırıyı bu tez ile irtibatlandırabilir miyiz? Öyle ise mezkûr saldırı bu tezin neresinde duruyor?
 
Güncelin içine hapsolmuş uluslararası stratejistler, kuvvetle muhtemel bu olayı büyük bir komplo olarak değerlendirecek, mesela işin arkasında IŞID çıkarsa, “bir sonraki adımı bekleyin” gibi bir cümle kurarak, olayı yine güncelin içine hapsedeceklerdir. 
 
Hâlbuki sorun daha derinlerde. Biz de zaman zaman sorunu güncelin içindeki oluşlara çekip değerlendireceğiz. Hatta bu olayı, son zamanlarda ciddi anlamda tartışılan “yaratıcı yıkım” tezi çerçevesinde ele alacağız. Fakat dediğimiz gibi sorun çok derinlerde. Bu sorunun bir ayağını Batı’nın teo-siyaseti oluştururken, diğer ayağını ise özellikle Afgan-Rus savaşında ince ince işlenen İslam imajı oluşturuyor. Ve dünya tarihinin son on beş yıllık bilançosu, işte bu imaj üzerinden inşa ediliyor. Zizek’in tabiriyle tam bir “ahir zaman portresi” çiziliyor bu olup bitenlerle. 
 
‘Yaratıcı yıkım ve şok’ 
 
Gerçekten ahir zamanı mı yaşıyoruz? Yoksa geldiğimiz noktada yeni bir dünya sistemimi mi oluşuyor? Bu soruların cevabı modern dünya sisteminin “yaratıcı yıkım” yönteminde gizli... Fakat hiçbir cevap, çözümü kolaylaştırmıyor! Birinci ve İkinci Dünya Savaşlarını hatırlayın: Bu iki savaşın bıraktığı bakiye, artarak devam eden şiddetin üzerine kurulmuş bir denge sistemiydi. Yani şiddet alışkanlık haline geldi. Bu şiddet, bugün gelinen noktada ise “dine dönüş” adı altında, teolojik yorumlarla ele alınıyor.  
 
Fukuyama’nın “tarihin sonu” ve Huntington’ın  “medeniyetler çatışması” eskatolojik senaryolarını(!) izlediğimiz zaman “yaratıcı yıkımın” bugünkü ipuçlarını yakalayabiliriz. Birinci senaryo, Batı’nın tarihsel olarak “tanrı krallığı” inancının bir yansımasıyken, ikincisi ise tam da bu inancın durduğu yerde ‘öteki’nin yani ‘kâfirin yok edilmesi’nin zihin kodlarını veriyordu. Her iki senaryo da mutlak bir inancın yansımasıydı. Her ne kadar serbestiyet ve özgürlük kılıflarıyla kılıflansa da, asıl sorunu eskatolojik yani dünyanın sonu senaryosunun oluşturduğu totaliter düşüncenin dünyaya yayılması gerçeğiyle karşı karşıyayız. 
 
Yaratıcı yıkım ve şok doktrini burada devreye giriyor. Birinci elden yazılan senaryolar aracılığıyla ‘öteki’lik çerçevesinde gazeteci ve televizyon yorumcuları eliyle bir kamuoyu oluşturuluyor. Bir süre sonra ise ‘bilimsellik’ adı altında akademi de devreye giriyor. Akabinde de ‘şok doktrini’ çerçevesinde büyük bir yıkım gerçekleştiriliyor. Bu sürece yaratıcı yıkım deniliyor. 
 
Bütün bu yaşanan süreçte kimse bir şey sorgulayamıyor. Çünkü şok doktrini tam da buna hizmet ediyor. İnsanlık bu doktrinle elsiz ayaksız bırakılarak, oyuna katılmış oluyor.
 
Fakat unutulmaması gereken bir şey var ki, o da, Batı’nın inanç sisteminden kaynaklanan bir teo-siyasetinin dünyaya hâkim kılınması sürecinin yaşanmasıdır. Bütün dünya inanışları işte bu siyasetin gölgesi altında refleksler geliştirir. Tam da Huntington’un “Medeniyetler Çatışması” senaryosunun hayata geçirildiği alan burasıdır. Süreç birbirini tetikleyerek, “tanrı krallığının kurulması” yani tarihin sonunun gelmesine kadar ilerleyecektir; bahsi geçen teo-siyasete göre. 
 
Afgan-Rus savaşı ile başlayan bir senaryoya geçiyoruz şimdi de. Bir zamanlar Ruslara karşı kullanılmak için İslam dünyasından devşirilen gençlerin destanı verildi dünya televizyonları tarafından. Çünkü o dönemdeki senaryoya göre, iki kutuplu dünyanın şer kanadındaki SSCB’nin Afganistan’da bozguna uğratılması, özgür dünyaya mensup Suudi Arabistan’dan bir gencin liderliğindeki ‘cihatçılara’ nasip olmuştu!  
 
SSCB’nin dağılması ile birlikte ise düşmanıyla ayakta kalan sistemin yeni bir düşmana ihtiyacı vardı. İran devrimi ile birlikte bu süreç biraz kotarılmıştı ama yeterli değildi. Çünkü Şia daha çok İran’la özdeşti ve evrenselciliği yakalaması zordu. Gerçi ilk dönemlerde Humeyni üzerinden operasyonu sürdürdüler. Fakat fazla ileri gidemediler. Bunun için Afganistan’ın içinde oluşmuş aparatlar daha geçerli bir rol model olabilirdi. Ve nitekim oldu da. İslam imajı bu küreselciliğe kolayca evirilebilecek çok milletli örgütler eliyle dolaşıma sokuldu. Bu imaj özgürlük düşmanı ve şiddeti dünyaya yaymak isteyen bir senaryo üzerinden kotarıldı. Sonrası malum. İkiz Kuleler’e saldırılması ve arkasından gelen işgaller. Bu süreç tabiî ki şiddeti doğurdu. Lakin unutulmaması gereken bir husus var. Bugün Batı’da özellikle Evanjeliklerde görünür olan eskatolojik eğilim, İslam dünyasında ortaya çıkan örgütlerde de var. Şok doktrini çerçevesinde hareket eden bu örgütler, özellikle tekfircilik yoluyla kendi alanlarını mutlaklaştırarak, Batı’nın yazdığı senaryoya uygun rollerini oynuyorlar.
 
Irkçılığın gelişimi 
 
Aslına bakılırsa “tavuk-yumurta” hikâyesine dayanan skolastik bir inanç sisteminin içine savrulduk hepimiz. Batı tam da bu meselenin içinde boğulurken, bizim entelijansiyamız dahi bu hikâyeden kurtulamıyor. Çünkü yukarıda belirttiğimiz gibi, dünya sistemi esnekliğini iyiden iyiye kaybetmiş görünüyor. Ve dahi, entegrizm bütün diğer fikirleri, Batı-merkezci düşünceye nisbetle tanımladığı için de, hâlihazırdaki düşüncelerle bu çemberi kırmamız zor görünüyor. Tavuk-yumurta hikâyesinin bir tarafından konumuz itibariyle söyleyecek olursak, son otuz yıldır İslam coğrafyasına karşı uygulanan politikaların oluşturduğu bir şiddet dalgası var. Diğer tarafında ise, Batı düşüncesinin temelinde bulunan kişilik bölünmesi ve bunun neticesinde oluşan öteki fikrinin oluşturduğu şiddet eğilimli davranış kalıpları. Dolayısıyla, bu iki enerji karşılaştığında müthiş bir patlamaya sebep oluyor. İkinciden başlayarak analizimize devam edelim: Geçen yüzyılda bütün dünyayı kasıp kavuran Nazizm’in çıkış noktası bu kişilik bölünmesinin bir neticesidir. Ve işin garip tarafı, Nazizm de tarihin sonu tezine inanıyordu. Tıpkı Hegel gibi, Fukuyama gibi, tıpkı Augustine gibi. 
Bugün gelinen noktada ise, Batı ruhunun bir türlü kurtulamadığı fırtına ve sorunlarını hep uzağa atma çabası ister istemez müthiş bir korku ve şiddet dalgası oluşturmaktadır. Irkçılığın ve yabancı düşmanlığının yükselmesinin en temel sebebi budur. Bugün İslam dünyasında şiddet dalgasının yükselmesinin temelinde de bize göre bu düşünceye entegre olmuş ideolojik tutumlar vardır. Entegrizm, öteki oluşturmanın bir sonucudur. Tek tipçilik eğilimi dahi buradan gelmektedir. Tekfir geleneğiyle en yakınını dahi öteki kavramı içine hapseden bu yapıların iş tutuşları, örneğin Almanya’da yükselen İslamofobi’nin ve yaşanan ırkçı saldırıların arkasından Alman devletinin çıkması gerçeğinin üzerini örtüyor.
 
Ebedi kopuş duygusu 
 
Tavuk-yumurta açmazının sebep olduğu neticeyi, bu ayrışmış gibi görünen iki yapıyı “kopuş” bağlamında birleştirerek analizimize devam edelim...
 
Her iki yapı da bir kopuşun ifadesidir. İnsanın sürgün edilmesine dayanan bir kopuş öyküsüdür bu. Bugün Batı-merkezci düşüncenin evrenselliği üzerine inşa edilmiş dünya sisteminde ‘ötekilik”dahi, yine Batı’nın tasavvurunun içinde kalmış bir yapı arz eder. Bu çerçeveden bakıldığı zaman öteki bir ‘vehmi’ görüntüdür. Vehim dışarıda olup bitene bakmadan verilmiş karardan kaynaklanır. İşte Batı’nın iç kavramı da bu dışarıda kalanın korkutuculuğu üzerine inşa edilir. Ve öteki, ancak pencerenin izin verdiği kadar vardır. Onun dışındakiler kendi kâbuslarından ibarettir. Şiddet bu kâbuslar tarafından beslenen bir bumerangtır. İşte bugün yukarıda senaryo olarak sunduğumuz yapıların oluşturduğu bu bumerang da, başka bir kopuşun, yani tarihi kaybetmenin neticesinde oluşur. 
 
Kâbus devam etmektedir. Bugün surlarla çevrili bir dünya da yoktur. Esenlik dönemi de bitmiştir. Batı’nın kendi içine doğru çekilmeye başladığı bir dönemde, var olabilmek için yazdığı kâbus senaryoları da İslam dünyasının geneline yayılma iktidarına sahip değildir. Ve İslam, bugün esnekliğini kaybetmiş, yaratıcı yıkımdan başka elinde silah kalmayan Batı için tek alternatiftir. Asıl mesele de buradan kaynaklanmaktadır. Bir yanıyla sulandırılmış, bir yanıyla da kendi senaryolarını oynamaya talip kişilerin maharetiyle kendi sistemlerinin ömrünü biraz daha uzatma niyetindeler. İslamofobi’ye bir de bu gözden bakmakta fayda var.