Batı'nın çöküşünü Müslümanlar geciktiriyor

Mehmet Akif Çeç / Yazar
15.09.2018

Müslümanların halihazırda Batı paradigması içinde kalmaya devam ediyor olmaları ve kendi sahih medeniyet paradigmalarını inşa edememiş olmaları ve etmek için de henüz ciddi bir entelektüel cehd ortaya koymamaları, Batı uygarlığının çöküşünü geciktirmekte ve dolayısıyla ömrünü uzatmaktadır. Üç asırdır hakim olan bu seküler, maddi uygarlık insanlığa mutluluk ve huzur getirememiş; aksine acı, gözyaşı ve kan getirmiştir. Yaklaşık bir asır önce Spengler’in adını koyduğu “Batı’nın çöküşü”, geçen bunca zamana koşut olarak daha da hızlanmış durumdadır.


Batı'nın çöküşünü Müslümanlar geciktiriyor

İki asır önce, Batı’da ortaya çıkan modern uygarlığın arka planındaki bilimsel zihniyet ve seküler paradigmanın bir “sapma” olduğunu okuyamayan ve aksine bunu bir “üstünlük” ve “başarı” öyküsü olarak telakki eden Müslüman intelijansiya, bu yeni paradigmaya intisap etmekle, birkaç asırdır yaşadığı zilleti, izzete çevirebileceğini zannetmiştir. Yeni paradigmaya intikal sürecinde, pek çok kavramla birlikte “akıl” ve  “ilim” kavramları da yeni bir temellendirme ile yeniden üretilmiştir. Bu doğrultuda, Kur’an ve sünnette teşvik edilen ilim kavramı “modern bilim”e; aynı şekilde taakkul, tefekkür, tezekkür gibi düşünme ve akletmeyi teşvik eden Kur’anî kavramlar da “rasyonalizm”e te’lif ve tahvil edilmiştir. Bilimin, evrensel ve insanlığın ortak malı olduğu; dolayısıyla Müslümanın yitiği olduğu, her nerede ve hatta Çin’de bile bulsa mutlak surette almak gerektiği; zaten modern bilimin arka planında Müslümanlardan alınan bilginin yer aldığı türündeki önermeler üzerine kurulan yanlış temellendirmeler, Müslüman intelijansiyanın zihninde Batı paradigmasını meşrulaştıran ve İslami öğretideki ilim kavramını, onların zihninde “modern bilgi/bilim” kavramıyla eşdeğer/eşanlamlı hale getiren argümanlara dönüşmüştür. Böylece, ilim denildiğinde doğrudan modern bilimi, akıl denildiğinde de rasyonel düşünceyi anlayan; Batı aklıyla düşünen, batı epistemolojisiyle bilim yapan ve Batı’dan ithal edilen modern bilimsel bilginin tercüme ve adaptasyonunu meslek edinen bir intelijansiyamız türemiştir. Modern paradigmayı içselleştirmiş olan Müslüman intelijansiya, o tarihlerden beri, bir daha bu düşünce sisteminin, bu akletme biçiminin, bu akademik ve bilimsel sistemin dışında başka bir sistemin olamayacağına dair bir saplantı içine düşmüştür. Zihinsel köleliğin arka-planında yatan gerçek budur.

Bilim evrensel değildir

Bilginin/bilimin evrensel olduğu iddiası, modern Batı uygarlığının, kendini evrensel bir uygarlık projesi ve evrenselliğin yegane ölçütü olarak takdim eden Batı-merkezci yaklaşımının bir ürünüdür. Hiçbir beşeri/nesnel bilgi, bir aklın ve onun tabi olduğu bir zihniyetin, dünya görüşünün, paradigmanın delaletinden bağımsız üretilemez ve bunların kapsam alanının dışında kalamaz. Bir paradigma içinde, üretilen ya da başka uygarlıklardan transfer edilerek yeniden üretilen bilgi artık o paradigmanın malı haline gelmiştir. Bilgiyi üreten zihnin ve paradigmanın ideolojik bakışı o bilginin mahiyetini de şekillendirir. Dünya görüşünden ve ideolojik değerden bağımsız, nötr, objektif, nesnel, tarafsız ve evrensel bir bilgi sözkonusu değildir. Yani “nesnel bilgi” olarak tavsif edilen bilgi, “şeylerin bilgisi”ni ifade eden bir sıfat olmak bakımından “nesnel” olarak ifade edilebilse de; ideolojiden ve değerden bağımsız olmak ve objektif olmak bakımından nesnel değildir. Bilginin nötr, nesnel, objektif olmayışı esasında bir problem de değildir; fakat asıl problem, modern paradigmanın kendine ait bilgiyi/zihni bu kavramların arkasına saklanarak “evrensel” diye pazarlıyor olmasıdır.

“Bilgi evrensel değildir”, derken onun lokal ve yerel olduğundan bahsediyor değiliz elbette; onun bir zihin coğrafyasına, bir entelektüel vatana ait olduğundan söz etmiş oluyoruz. Bu sebeple bilgi; insanlığın ortak malı değil, ait olduğu paradigmanın malıdır ve bilginin vatanı o paradigmanın egemen olduğu medeniyet havzasıdır. O halde, bugün modern bilgi dediğimizde, bahsettiğimiz bilgi, ait olduğu uygarlığın adıyla “Batılı  bilgi”dir. Bilginin insanlığın ortak malı değil de bir paradigmanın malı olması, onun, eğer faydalı bilgi ise, insanlığın hayrına katkılar sunabileceğini yok saymak anlamına gelmemektedir elbette. Bilginin evrensel değil de paradigmatik oluşuyla, insanlığa hayırlı ve faydalı katkılar sunması arasında negatif bir illiyet ilişkisi yoktur. Aynı şekilde, bozuk ve fâsid bir paradigmanın üreteceği bilginin, insanlık için bazı faydalı, işe yarar katkılar sunuyor olması; o paradigmanın insanlığa verdiği/vereceği çok daha büyük zararları telafi etmeye yarayan bir mazerete de dönüştürülmemelidir.

Bana paradigmanı söyle…

“Batılı bilgi” derken nasıl ki sınırları çizilmiş coğrafi bir alana ait bilgi türünden değil, bir uygarlık aidiyetinden bahsediyorsak; buna mukabil İslam aklı ve İslami paradigma içerisinde üretilecek olan bilginin de “İslami bilgi” olarak tanımlanması doğru bir tanımlama şekli olacaktır. Kendinize ait bir paradigmaya sahip olmaksızın, başka bir paradigmanın içinde olarak ürettiğiniz ya da transfer ettiğiniz bilgi size değil, içinde bulunduğunuz paradigmaya aittir; bu durumda siz zaten o bilgiyi dönüştürecek bir zihne/akla da sahip değilsiniz demektir; o bilginin sizi dönüştürmesi ise mukadderdir. Dolayısıyla sahih bir medeniyet inşa edebilmek için öncelikle sahih bir İslami paradigmaya, bir geleneğe yani “büyük hakikat sistemi”ne ihtiyaç vardır. Paradigmanın/geleneğin yol göstericiliğinde ancak sahih bilgiyi/ilmi üretir; dışarıdan alacağınız bilgiyi de paradigmanın delaletiyle yeniden üreterek kendi malınız haline getirirsiniz. Sahih hadis olduğu varsayımı üzerinden söyleyecek olursak; “ilim Çin’de bile olsa alınız” ya da “hikmet mü’minin yitiğidir, nerede bulursa onu alır” hadislerini de bu çerçevede anlamak gerekir. Yoksa Batı’da ya da başka bir paradigma içinde bilgi namına üretilen ne varsa toplayıp getirin ya da bilgi transferi adına başka paradigmalara intisap edin şeklinde değil. Bir paradigmaya sahip olduğunuzda, başka kültürlerle ilişkiye geçmekten çekinmeniz için hiçbir sebep yoktur. Bir paradigmaya sahip olmak; zannedildiği gibi içe kapalılığı, başka kültürlerle etkileşimi engelleyen bir faktör olarak değil, aksine, dış alemle özgüvene dayalı ilişki kurmayı sağlayan bir faktör olarak değerlendirilmelidir. Fakat, eğer kendinize ait bir paradigmaya sahip olmaksızın başka kültürlerle, uygarlıklarla ilişki içine girdiyseniz; iki asırdır Batı uygarlığı ile olduğu gibi, ancak özgüvenden yoksun öykünmeci, ödüncü, özürcü bir ilişki biçimi kurabilirsiniz; yani o uygarlığın zihinsel ve kültürel hegemonya alanına dahil olmaktan başka seçeneğiniz olmayacaktır.

Rasyonalist bir zihin ve seküler bir paradigmayla üretilmiş olan bilginin, yani modern Batılı bilginin arka planında Müslümanların olduğunu iddia etmek; Batılıların, Müslümanlardan aldıkları bilgiyle bugünkü güç merkezci, sömürgeci, hegemonyacı, materyalist, seküler, modern uygarlığı kurduklarını iddia etmek anlamına gelir. Bu anlamda, bilim tarihi alanında ortaya koyduğu çalışmalarla Müslümanların bin yıllık devasa ilmi müktesebatını tüm dünyaya tanıtan Fuat Sezgin’in yaptığı büyük hizmete karşın;  bütün bu çalışmaların hülasası ve nihai ana fikri mahiyetindeki temel tezlerine katılmak mümkün değildir. Sezgin’in, bugünkü modern Batı uygarlığının arka planında, Müslümanlardan aldıkları büyük bilgi birikiminin bulunduğu; Batı medeniyetinin, İslam medeniyetinin çocuğu ve devamı olduğu şeklindeki tezi, ilk bakışta övünç kaynağı gibi görünse de; esasen bunu Batı’nın üç asırlık suç ve günahlarına Müslümanları da ortak eden zımni bir onay olarak da okumak mümkündür. Bu, iki asırdır intelijansiyamızın düçar olduğu İslam’ı, modern zihinle okuma yanılgısının bir sonucudur. Elbette Batılıların, Müslümanlardan büyük bir bilgi birikimini transfer ettikleri bir vak’adır. Fakat aldıkları o bilgiyi, kendi seküler paradigmaları ile yeniden üreterek, kendi malları olan yeni bir bilgiye dönüştürdüler. Nihayetinde, aldıkları bilgi ile yeniden ürettikleri bilgi aynı değildir ve Batılılar, modern uygarlığı kendilerine malettikleri bu yeni bilgiyle inşa etmişlerdir. Dolayısıyla buradan Müslümanlara pay çıkarmaktan ziyade, Müslümanların katkı payını düşmek daha hakkaniyetli bir yaklaşım olacaktır. Sezgin’in, dünyaya tanıttığı büyük İslami müktesebat bir yandan Batı-merkezci bilim ve medeniyet anlayışını sarsarken; öte yandan, onun bu müktesebatı okuyuş biçimi, önce sarsmış olduğu Batı merkezci bakışı sonra yeniden inşa etmekte ve modern Batı uygarlığına İslam medeniyeti üzerinden bir meşruiyet argümanına dönüşmektedir. Sezgin, ait olduğu paradigmanın içinden baktığında ister istemez bunu öyle görmek durumundadır ve başka türlü görme olasılığı da yoktur.

Batı’ya kültürel aidiyet

Bu, sadece Fuat Sezgin’le, onun Batı üniversitelerinde ya da oryantalist hocalar nezaretinde çalışmış olması ile alakalı bir sorun değildir. Sorun, yukarıda işaret ettiğimiz üzere, son iki asırdır nerdeyse tüm Müslüman bilim ve fikir adamlarını, entelektüelleri kapsayan genel bir sorundur. Bu sebeple, İslam aleminin bilim ve fikir adamları (istisnaları tenzihen), her ne kadar Müslüman inancına sahip olsalar da, kültür ve medeniyet aidiyeti olarak Batılıdırlar; zira, Batı aklı, epistemolojisi, metodolojisi, paradigması içinde bilimsel faaliyette bulunmakta ve dolayısıyla dünyaya Batı paradigmasının içinden bakmaktadırlar. Coğrafî, ırkî vs. aidiyetlerin ötesinde, kişinin asıl kimliğini belirleyen onun düşüncesi ve dünyaya bakışı olduğuna göre; kişinin, hangi medeniyet paradigması içinde düşünüyor ve dünyaya bakıyorsa oraya ait olduğunu söylemek doğru bir tanımlama olacaktır kuşkusuz. Bir bilim ya da düşünce adamının aidiyetini belirleyen, hangi coğrafyada yaşıyor olduğu değil, hangi paradigmanın içinde yaşıyor olduğudur. Bugün İslam aleminin bilim ve fikir adamlarının kahir ekseriyetinin aidiyeten Batılı olması gibi; yaklaşık on asır önce, Müslümanların kendilerine özgü paradigmalarının olduğu ve Sezgin’in tanıttığı o devasa müktesebatı ortaya koydukları dönemlerde de, o günkü İslami paradigmaya göre ilim yapan bazı Hıristiyan, Yahudi, gayrimüslim ilim adamları vardı ve onlar da İslam ilim tarihinin ve İslam medeniyetinin bir parçası olarak tarihteki yerlerini almış durumdadırlar.

 Modern bilimi ve rasyonel aklı İslami zihinde yeniden temellendiren bu  yanlış önermeleri doğru olanıyla değiştirmeden, Müslümanların ilimde, fikirde yüksek ve özgün bir medeniyet inşa edebilmeleri söz konusu değildir. Bu yanlış önerme ve temellendirmeler, Müslümanların hem kendi sahih medeniyet paradigmalarını inşa etmelerinin önündeki zihinsel prangalara; hem de Müslümanların zihninde seküler Batı paradigmasını meşrulaştıran, ayakta tutan payandalara dönüşmüştür. Seküler Batı paradigmasına ve onun ete kemiğe bürünmüş hali olan modern uygarlığa karşı bugün artık Batı’nın kendi içinden bile çok esaslı eleştiriler, itirazlar yükselmekte iken; iki asırlık acı tecrübeye rağmen, alem-i İslam’ın neredeyse bütün intelijansiyasının bu paradigmaya ve uygarlığa hâlâ dört elle sarılıyor olması, Batı paradigmasını bugün de ayakta tutan ve geçerliliğini sürdürmesini sağlayan en temel dayanaklardan biridir.

Oysa üç asırdır hakim olan bu seküler, maddi uygarlık insanlığa mutluluk ve huzur getirememiş; aksine acı, gözyaşı ve kan getirmiştir. Yaklaşık bir asır önce Spengler’in adını koyduğu “Batı’nın çöküşü”, geçen bunca zamana koşut olarak daha da hızlanmış durumdadır. İbn Haldun’un teorisine atfen ifade edecek olursak; kaba kuvvet, sömürü ve hegemonya üreten, insanlığa karşı bir zulüm mekanizmasına dönüşen Batı paradigması ve modern Batı uygarlığı, miadını doldurmuş, ömrünü tamamlamış, çöküşe geçmiştir. Devletler gibi, medeniyetler de tarih boyu sürekli el değiştirmiştir. Medeniyetin tedavülünde şimdi büyük ve etkin bir medeniyet inşa etme sırası Müslümanlara gelmiştir. Ancak Müslümanlar ilmi, fikri, entelektüel anlamda henüz buna hazır ve bunu hak edecek durumda değildir. Müslümanların halihazırda Batı paradigması içinde kalmaya devam ediyor olmaları ve kendi sahih medeniyet paradigmalarını inşa edememiş olmaları ve etmek için de henüz ciddi bir entelektüel cehd ortaya koymamaları, Batı uygarlığının çöküşünü geciktirmekte ve dolayısıyla ömrünü uzatmaktadır. 15 günden az olmak niyetiyle gidip de, arızi durumlar sebebiyle aylarca uzayan seferilik hali gibi; yıllar, onyıllar süren ve belki de sürecek olan uzun bir seferilik halini yaşıyoruz adeta. Seferilikten hazariliğe (ve de hadariliğe) geçmek ve tarihin (esasında sünnetullahın) önümüze açtığı bu talihi değerlendirmek için, özgün ve sahih İslami paradigmanın inşasından başka çıkar bir yol yoktur. İnsanlığın kurtuluşu, İslam medeniyetinin inşasına bağlıdır. Modern Batı uygarlığı, İslam medeniyetinin çocuğu ve devamı değil; İslam medeniyetinin tarih yolculuğunda, tarihe korsan giriş yapmış arızi bir durumdur. Arızi durumun ortadan kalkmasıyla tarih yeniden birbirine eklemlenecek ve İslam medeniyeti insanlığa hizmet yolculuğuna kaldığı yerden devam edecektir. 

[email protected]