Batı’nın ulvi değerleri Akdeniz’e gömülürken

Abdülkadir Şen - Yazar
23.04.2016

Suriyeli mülteciler konusunda AB ülkelerinin tutumu klasik oryantalist bakış açısından ve neo-kolonyal alışkanlıklardan izler taşıyor. Türkiye’nin Suriye konusundaki tutumunun ise Osmanlı-İslâm geleneğinden bağımsız olduğunu kim iddia edebilir?


Batı’nın ulvi değerleri Akdeniz’e gömülürken

Suriye krizi, başladığından günümüze dek, beş yıldır uzmanlar ve ilgilileri tarafından sürekli günübirlik olaylar üzerinden ve gelip geçici gelişmeler bağlamında ele alındı. Bu tarihselci, parçacı, güncelci bakış açısı krizin daha derin etkilerini, aktörlerin varoluşsal tepki ve stratejilerini ele almayı da zorlaştırıyor. Oysa ABD ve Batı başta olmak üzere hemen hemen her aktörün Suriye politikası geçmişten, inşa edilmiş tarih algısından, kimlik ve kültür kodlarından bağımsız incelenemez. Her aktörün siyaseti incelendiğinde karşımıza siyasi gelenekler, tarihi dostluklar ve düşmanlıklar, dini tutum ve buna benzer daha varoluşsal, daha yapısal nedenler dizisi çıkar. Örneğin Suriyeli mülteciler konusunda AB ülkelerinin tutumu klasik oryantalist bakış açısından ve neo-kolonyal alışkanlıklardan izler taşıyor. Türkiye’nin Suriye konusundaki tutumunun ise Osmanlı-İslâm geleneğinden bağımsız olduğunu kim iddia edebilir?

Gelin tarihi bir seyre çıkalım ve mülteciler ile ilgili Türkiye ile sağlanan (Türkiye açısından anlaşma, Batı açısından pazarlık) mutabakatın klasik Batı mantığında neyi ifade ettiğini beraberce gözlemleyelim. Anlaşmaya göre son dönemde Batı için tam bir baş ağrısına dönüşen mülteci akışı belası (tam da AB ve Batı ülkelerinde çoğu zaman üstü örtülü bazen de açık sözlülükle ifade edildiği şekilde) Türkiye’nin yardımı ile durdurulacak, Türkiye mültecileri topraklarında misafir edecek (onların algısı ile bekçilik yapacak). Batı da cüzi miktarda ödeme ile hem tarihi sorumluluğundan kaçınacak hem kurtarıcı olacak hem de mülteciler arasından seçmece usul ile zeki, çalışkan, eğitimli olanları alıp kendi çıkarları için istihdam edecek. AB yaptıkları ve yapmadıkları ile denizlerde boğulmaya terk ettiği halklarımızın sessizce ölümü ve çocuklarımızın deniz kıyılarına vurmasını bir sinema izleyicisi sessizliği ile izlemesi, Suriye’de Esed rejiminin kimyasal saldırıları da dahil tüm katliamlarına göz yumması ve dolaylı yollarla desteklemesi, uluslararası kurumlar, kurallar ve yaptırımları da sadece kendi çıkarları söz konusu olduğunda devreye sokması itibariyle zaten yaşananlardan büyük oranda sorumludur. Bugün Suriye’de yaşanan krizin kökenleri 1924 yılında ülkenin Fransızlarca beş parçaya bölünüp etnik-dini çatışmanın bilinçli bir program ile derinleştirilmesinde yatmıyor mu?

Günümüzde Arap-İslâm coğrafyasının hemen hemen her karış toprağında dökülen kanda ve yaşanan acılarda Batı emperyalizminin son yüz yılda ektiği nefret ve ayrılık tohumlarının önemli etkisi var. Ama en fazla katledenin en az terörist olduğu, en çok sömürenin en saygın sayıldığı, zengin ve güçlülerin terörizmine savaş, fakir ve ezilmişlerin direnişine terörizm denildiği bir dünyada yaşıyoruz ve Batı her zamanki arsızlığı, yüzsüzlüğü ve küstahlığıyla kendi üretimi olan sorunlar üzerinden yine etrafa ahlak dağıtmakla meşgul. Bakınız ki yayınlanan uluslararası insan hakları raporlarında Türkiye’ye onlarca sayfa yer ayrılırken Suriye’ye çok daha az yer ayrılıyor. Zannedersiniz ki halkını ölümün her türlüsü ile katledip kimyasal ve varil bombası kullanan Beşşar Esed değil de Recep Tayyip Erdoğan’dır ve yıkılan şehirler Halep, Şam değil de İstanbul ve Ankara’dır. Batı’nın geçmişe dönük çifte standartlarının tarihini incelediğinizde karşınıza kocaman bir ikiyüzlülük hikayesi çıkar.

Bu seyre başlamadan önce “Batı” kavramı ile neden bahsettiğimize değinmek yerinde olacaktır. Batı olarak ifade edilen kavram genelde  “Yeni Dünya Düzeni”ni ifade etmektedir. Bu dünya düzeni ise 2. Dünya Savaşı sonrasında güçlü ülkelerin zayıf ülkeleri nazikçe ve diplomatik yollarla sömürdüğü kurum olmakla eleştirilen, sadece beş ülkenin veto yetkisinin bulunduğu BM’nin kurulması ve ardından inşa edilen uluslararası ve uluslar üstü kurumlar ile bu adaletsiz ilişkinin kurumsallaşıp kökleşmesine, tekabül eder. Bu durumda, Doğu’da olan Rusya, Çin, İsrail, Güney Kore, Suudi Arabistan gibi ülkeler coğrafi olarak “Doğulu”, aidiyet olarak “Batılı” olurlar. Ünlü Sosyolog Edward Said de bu görüştedir.

Batı dünyası bir yandan kendisine alternatif olacak her gücü hedefe oturtup, sindirmeye çalışırken, diğer yandan kendini en mütekâmil medeniyet ve insanlığın ulaşabileceği son nokta olarak sunmaktadır. 1990’lı yılların sonunda yoğun olarak tartışılan ancak daha sonraları kuramına ciddi eleştiriler yöneltilen Tarihin Sonu kitabının yazarı Francis Fukuyama (1992) dünyanın Amerikan değerlerine göre yeniden şekillenmesinin aslında medeniyetin tüm ülkelerde yaygınlaşması olduğunu ve Amerikan değerlerinin evrenselliğini sorgulayanların hatalı olduklarını savunarak bu tek tipleşmeden övgüyle söz etmektedir. Ona göre, yaygınlaşan küresel Batı kültürü insan ırkının ulaştığı son noktayı temsil etmektedir (Fukuyama, 1992, ss. 69-75- 306). Batı kültürü, Batı değerleri, Batı medeniyeti gibi terimleri kullanırken Batı’nın tam olarak ne olduğu sorunsalı gündeme gelmektedir. Bu konudaki araştırmalarıyla bilinen Huntington (2008, s. 57) Batı’nın her ne kadar pusula yönüne işaret etse de Hristiyan Avrupa ve Amerika anlamına geldiğini düşünmektedir.

Mutlak hakimiyet

Fukuyama (1992) Tarihin Sonu isimli kitabının giriş bölümünde Liberal Demokrasi’nin insanoğlunun ilerleyişinde son noktayı oluşturuyor olabileceğini, diğer birçok dünya görüşünü etkisizleştirerek tüm dünyada etkin olan bu anlayışın insanlığın ulaştığı son nokta olarak yeni bir rakibinin olamayacağını iddia etmektedir. Bu görüşün fazla iddialı olduğu hatta teoriyi mutlak gerçek olarak göstermekle eleştirildiği bilinmektedir. Küreselleşme ile beraber kültürel değerlerin, insanların, paranın ve bilginin devasa akışkanlığının tüm dünyada Batı merkezli dünya görüşünü yaygınlaştırdığı ve kültürel bir tek tipleş-tir-meye kapı araladığı görüşü Fukuyama’nın teorileriyle ciddi oranda gündeme gelmiştir. Tıpkı liberal demokrasinin insanlık tarihinin en son ve en mükemmel buluşu olduğunu ve bunun evrensel gerçeği temsil eden bir Batı ürünü olduğunu iddia eden Fukuyama (1992, ss. 69-75- 306)  gibi Huntington da (2008, s. 67) Batı siyasal medeniyetinin en üretken ve en mükemmel sistem olduğunu iddia etmekte ve bu görüşünü “Başka hiçbir medeniyet önemli bir siyasal ideoloji yaratamamıştır” sözleriyle dile getirmektedir. Ancak ona göre dünyada artık Batı’da ortaya çıkan medeniyet içi siyasal düşünceler değil din ve kültür çatışmaların temel nedeni olacaktır.

Küreselleşmenin yaygınlaşması da dünyaya kimin değerlerinin hüküm süreceği tartışmasını gündeme getirmektedir. Küreselleşme geliştikçe hiç şüphesiz yaygınlaştırdığı değerler Batılı değerler olmakta ve Batı bundan politik ve iktisadi fayda sağlamaktadır. Günümüzde İslâm medeniyeti, Batı medeniyeti, (Hristiyan Batı) Çin ve Hint Medeniyeti, gibi medeniyetler yükselmekte ve birbiriyle ittifak, çekişme, rekabet ya da çatışma temelli ilişki kurmaktadır. Ancak, İslâm Hilafetinin ilga edildiği son yüzyıl boyunca dünyaya hâkim tek gücün Batı olduğu görülmektedir. Batı 13. yüzyıla dek süren Haçlı Seferleri’nden günümüze kadar asıl düşmanı ve “öteki” olarak İslâm dünyasını görmüş, tehdit algısında da İslâm’ı baş rakip ve tehdit olarak tanımlamıştır. Bu, İslâm dünyasının Batı’ya rakip ya da alternatif olması dolayısıyla değildir. Bilakis Batı aslında İslâm dünyasında bulunması gereken otoriteyi gasp etmiştir ve bu gaspını, sömürüsünü, sahte güç ve içi boş bir takım değerlerini koruyup, dayatmayı amaçlamaktadır. Batı’nın Viyana kuşatmasından bu yana dengeyi kendi lehine çevirdiği görülüyor. Ancak söz konusu dengeyi tekrar lehine çevirmesi ise karmaşık pek çok etken ve sebepler bir yana, reform hareketleri ve aydınlanma çağının ardından gerçekleşen endüstriyel devrim ve peşi sıra gelen modernizm yalnızca İslam ülkelerine karşı değil, dünyanın bütününü kapsayacak ölçekte Batı medeniyetinin mutlak bir hâkimiyetini beraberinde getirmiştir. İslam toplumlarının geçmişte sahip olduğu değerleri ve medeniyeti korumak için bekçi olarak kullandığı askeri-ekonomik güç artık mevcut değildir ve ne derece ulvi ve erdemli olursa olsun değerlerin de varlığını/etkinliğini koruyabilmesi ancak politik-askeri güç ile ilişkilidir. İşte günümüzde Batı’nın tüm dünyaya bazen sunduğu bazen de dayattığı değerler, kurallar manzumesi, uluslararası kurumlar ve kurallar, ahlak normları, ekonomik doktrinler ve ideolojiler...

Bunların tümünün son yıllarda Batı’nın varoluşsal açıdan ensesinde hissettiği tehdit ile beraber nasıl da aşındığını, yeniden yorumlandığını, çifte standart ve çoğu zaman açık bir ikiyüzlülük ile üstü örtülü bir biçimde ötekine karşı kullanılıp, sadece beyaz adama has kılındığını ibretle izliyoruz. Beyaz adam ifadesi her ne kadar klasikleşmiş olsa da hala Batılı olan ve olmayanı ayırt etmek konusunda kullanışlı bir kavram.

Sahte medeniyet güneşi

Sanayi Devrimi sonrasında ekonomik ve teknik alanda büyük bir sıçrama yaşayan Batı kısa süre içinde bu iki alandaki ilerleyişini askeri güç, sanat, hukuk, devlet yönetimi ve diğer pek çok alanda gerçekleştirmiştir. Bu dönemde Batı Avrupa’nın baş döndüren yükselişi yarışı geriden takip eden halklarda bir aşağılık kompleksi, sınırsız bir taklit düşüncesi ve kendi değerlerini küçümsemeye neden oldu. Batı’nın Kızılderililerin, Afro-Amerikalıların ve Müslüman ya da gayri Müslim olsun diğer halkların kanları ve servetleri üzerinde yükselmekte olan sahte medeniyet güneşi çoğu zayıf karakterli liderin ve halkların da büyük bölümünün gözlerini kamaştırmış, gerçekleri kısa süreli görmelerini engellemişti. Batı güneşinin milenyuma dek tüm yapmacık parlaklığı ile etrafa sahte bir aydınlık saçtığı ortada. Ancak son 16 yılın Anglo-Amerikan dünyanın temsil iddiasındaki değerleri müthiş bir erozyona uğrattığı çıplak gözlerle görülüyor ve görenler arasında daha önce gözleri kamaşmış kimselerin de hatırı sayılır bir oranda bulunuyor. Son dönemlerde Türkiye ile AB arasında yapılan mülteci anlaşması Batı’nın temsil iddiasında olduğu değerlerden taviz verdiği nadir olmayan olaydan sadece biri.  Bu kez tam tersten insanlığa insanlık dersi veriyorlar. İnsanlığın nasıl olmaması gerektiği, AB değerlerinin ne olmadığı, adaletin ne olmadığı, liberalizm, demokrasi, evrensel insan hakları kurallarının nasıl işletilmeyeceği yönünde adeta düzenli bir müfredat izliyor Batı. Özellikle de Suriye krizinin başından bu yana. Savundukları tüm ulvi değerlerin mültecilerle beraber Akdeniz’e gömüldüğünü, Haleb’in harabelerinin enkazı altında kaldığını söylemek hiç de zor değil. Batı Grek dönemlerinden günümüze ötekini hep vahşi ve barbar olarak tanımladı ve elitist bir mantıkla kendi toplumuna layık gördüğü hakları onlara da cari kabul etmedi. Ama günümüzde bu etrafa insan hakları, demokrasi, insana saygı, farklı kimlik ve kültürlere saygı, çok kültürlülük dersi veren nezaketli, kravatlı ve takım elbiseli beyaz adamın tüm bu zarafetini bir kenara bırakıp mültecilere nasıl da çelme taktığını bütün çıplaklığı ile görüyoruz. Esasında çelmeyi hem insanlığın kendisine hem de savunma iddiasında oldukları değerlerin tümüne takıyorlar.

Dramatik bir şaka

Türkiyeli yetkililerin neredeyse günübirlik olarak yaptıkları açıklamalarda AB’nin verdiği sözleri tutmaması durumunda mülteci anlaşmasının gerçekleşmeyeceği konusu ise Batı’nın güvenirliğine dair fikir vermesi açısından oldukça önemli. Güven bir süreç ve tutumlar örgüsü ile kazanıldığı gibi güvensizlik de bir dizi eylem ve süreç ile şekillenip olgunlaşır. Ne Türkiye ne de başka ülkeler AB ve Batı’ya güvenmiyor. Ne vaadlerine, ne açıklamalarına ne de kural ve değerlerine. ABD başkanı Obama geçtiğimiz hafta yaptığı bir açıklamada “Esed berbat bir lider” dedi. Obama daha önce de defalarca “Esed iktidardan düşürülmelidir” demiş, kimyasal saldırıları kırmızı çizgisi olarak tanımlamıştı. Ancak Esed onun ve diğer Batılı ülkelerin tüm kırmızı çizgilerini aştı ve onlar sürekli yeni kırmızı çizgiler ihdas etti yalancı tepkiler ve sözde öfkeli duruşlar ile. Beşinci yılına girdiğimiz bu savaşta genel tabloya bakıldığında ise bir ABD-Esed/İran düşmanlığından çok işbirliğine daha yakın oldukları ortada. İşte bu nedenle Suriye yüzyılın en uzun tiyatrosudur ve işte bu nedenle bizzat ABD’li uzmanlar ABD’nin Suriye politikasını “Dramatik bir şakadan ibaret” ifadeleriyle tanımlıyor. Suriye krizi nedeniyle kıyıya vuran insanlıktır ve Avrupa’ya geçmeye çalışırken kendisine çelme takılan bir Suriyeli değil AB’nin evrensel olma iddiasındaki tüm değerleridir.

[email protected]