Batı’nın ve Doğu’nun orta yeri

ALİ OSMAN SEZER / Hukukçu / [email protected]
10.09.2012

Bu çağ bütün ideolojilerin ve teolojilerin, hümanizm üzerinden aynı söylemde buluştuğu bir çağ ve kimse artık bu söylemden hoşnut görünmüyor. Şimdi yapılmak istenen “kelebek etkisi” üzerinden natürel bir söylem geliştirmek.


Batı’nın ve Doğu’nun orta yeri

Bu yazıda Doğu-Batı fenomenlerini, Ortadoğu perdesindeki yansımaları üzerinden öncelikle dil bağlamından başlayan bir genelleme ile ele alacağız. Çünkü dil medeniyetlerin mayasıdır ve mevcut görünümler de bu medeniyetleri mayalayan dilin içeriğinden kaynaklanmaktadır. Her şey kendini dilde bulur. Dil de varlığın kendisidir. Çünkü her varlık mündemiç olarak ifadesi kadardır ve bu ifade de onun kendisi kadardır. Öyleyse dilin başına gelen varlığın, varlığın başına gelen de dilin başına gelir. Evren de tüm varlıkların dil olarak birbirine tutundukları mekandır. İnsan bu mekansal dilin içinde olsa da kendisini buradan ayrıştırabilen ve ona, ayrıştığı dille kurduğu medeniyet üzerinden müdahale edebilen bir varlıktır. Burada hiçbir değişiklik yoktur ki evrenin geri kalanı ondan etkilenmemiş olsun. Newton’un çekim yasası olarak fark ettiği bu etkileşim fizik ilmine dair bir konu olarak ortaya konsa da en çok sosyal bilimciler tarafından tefsir edilmiş ve Einstein’cı izafiyetle evrilme eğilimine girerek mütalaası sürmekte olan bir mevzudur. Evrenden ayrışabilen insan bu evrenin anlamını, tanımlayamadığı Tanrıya atfen ‘O’ olarak tanımsız bir işaretle ifade eder. Bu ifadenin tasavvuru ile ürettiği kendi evreninden gerçek evrene müdahale de edebilen insan, edindiği yere göre medeniyetler olarak ifade ettiğimiz çekim alanları kurmuştur. Bu yerin merkezi ise insanın, ayrıştığı evren karşısında onu görme üzerinden kendisi için edindiği anlamdır.

Her şeyin bir tür dil olan çekim ile birbirine bağlı olduğunu keşfeden insanın bu alanı varoluş ilişkilerinin kurgulanmasında bir laboratuar olarak kullandığını, durduğu yerin anlamı üzerinden ürettiği araçlarla kendi dönüşümünü kurguladığını görmekteyiz. Bu tecrübe üzerinden, evrenin, olgusal gücün çekim yasalarına bağlanmış görünen bir düşünceyle yapılan natüralist yorumu, farklı algılar altında tüm medeniyetlerin üzerinde yer aldığı olgusal norma dayalı ana yapıyı oluşturmuştur. Medeniyet, insanın evrene müdahale ettiği kadar kendisine de müdahale edebilen ve bu yolla kendi içinde de ayrışabilen insan merkezli bir yapılanmadır. Ancak her medeniyetin temelinde, kendisini hak diğerlerini batıl görme eğilimi vardır. Bu doğrultuda gerçekleşen düşünce kendi eylemini oluştururken kullandığı araçlarla, temelde kendine has tanımlamacı tasavvur merkezinde şekillenerek “insan her şeyin ölçüsüdür” ya da “Tanrı her şeyin ölçüsüdür” formülünü ya da her ikisini bir mürekkep olarak kullanarak hedefine uzanır. Ancak bu sürecin dayandığı özne, naif bir ifadeyle; her olaya “kelebek etkisi” üzerinden evrensellik vurgusu katılarak görünmez kılınır. Adeta kutsanmış bu değerlerin etrafında bir araya gelen insanlar da bu algının motive ettiği yönelişlerle, içinde yer aldıkları medeniyetin hatlarını oluşturur.

Batı’nın zihinsel ‘anakarası’

Dünyayı iki medeniyet üzerinden algılamaya indirgeyen Doğu ve Batının gerçek problemi, her birinin kendi varoluşunu ötekine rağmen, onun aleyhine gerçekleştirmeye güdülenmiş olmasıdır. Bu durum onların düşünce evrenlerinde ve bu evrenlerin araçları olan temel kavramlarda da ayrışmasını kaçınılmaz kılar. Bu yüzden Doğu-Batı ayrışması öncelikle inana dair değil aslında dil üzerinden üretilen otoriter aklın saha çalışmasına dair bir oluşumdur. Tüm ilahi kaynaklı metinlerde varlıklara gönderme yapılarak, insan bunlarla akli bağlam kurmaya ve sonuçta insanın da içinde olduğu ortak dile çağrılır. Ancak bu dilden ayrışan insanlık, kendi içinde de ayrışarak kendini ait kıldığı kült yapılar üzerinde oluşturduğu medeniyetler kümelenmesiyle adeta bu ayrışmanın tarihidir.

Batı zihninin ‘anakayası’ olan  kült yapı, ayrı görünen üç unsurun birliğine dayanır ve burada ‘O’, Latince masculinum, femininum ve neutrum koduna dayalı he, she, it olarak işleyen bir mekanizmadır ve dokunduğu her şeyi bu doğrultuda ayrıştırdığı algıda birleştirerek dönüştürür. Doğu kökenli İsevilik de bu süreçte Batılı bir görünüme dönüşmüştür. Temelleri Batı kültürüne dayanan teoloji ve ideolojiler böyle bir algıdan yola çıkarak, temelde onunla bağları olan ve onu daha da güçlendiren değişik adacıklar inşa etmişlerdir. Düşünceyi bilmesinin merkezine koyan ideoloji ile bu merkeze tanrıyı alan teoloji, bu noktada nasıl bir düşünce ve nasıl bir tanrı sorusunun olası cevapları üzerinde yaptıkları analizin sonuçlarında bu ‘anakaya’da birleşirler. Artık her şey tanımlanmış bu analitik sekt yapının teorize edilmiş sektörleri olarak var olur. 

Aslında temeli tek bir ‘O’ algısına dayalı olarak varlığın dilini kullanan Doğu da, tüm değerleri ile oryantalizm üzerinden tahlil edilen sekteryan bir yapı olarak, Batı ‘anakayası’nın konusu durumuna gelmiştir. Bundan böyle, varlığı kendi dilinin aracı olarak kullanan ve böylece Batının ifadesine dönüşmüş varlığın dili üzerinden, Doğu da Batının dilini kullanmaya başlamış ve neticede her ikisi de aynı dil üzerinde birbirine yaklaşmıştır. Sahip olma arzusu ile ifade bulan bu dil üzerindeki yakınlaşmanın artması da uzlaşmadan çok sahip olmaya dayalı çatışmayı çoğaltan bir görüntü veriyor. Rönesans’la birlikte önce kendi içindeki Doğuya savaş açan Batı, Batı olarak var kalabilmeyi, asli kökeni saydığı Antik Yunan düşünce ve ifade araçları ile Doğuyla savaşma biçimine dönüştürmüştür. Doğu da bu savaşın tarafı durumuna düşerek aynı araçlara sahip olma algısı ile bu araçlarla kendini ifade etmeye çalışarak kendi ifadesini kaybetmiştir. Kendisini tanımlardan üreten Batı, Doğu için Ortadoğu olarak bir orta belirlerken, kendisi için böyle bir tanımlama yapmamıştır. Çünkü orta kelimesi bir yapının dengelendiği noktayı belirtmek için kullanılır ve Batının, kartezyen düşünceyle, mahiyetleri birbirinden çok farklı olan evrenlere bölünmüş olan altyapısında, kendisini dengeleyecek bir orta noktası görünmüyor. Denge, bütünlüklü bir yapı içinde söz konusudur. Ancak Batı, muhtevalarını birbirine tezat unsurlardan ürettiği ve neticede, birinin öbürüyle çeliştiği evreniyle bütünlükten yoksundur. Bu yüzden kendi içinde dengesizdir ve bu dengeyi dışından sağlamak zorundadır. Öyle ki, dünyanın farklı bölgelerindeki problemlerin çoğu Batının tutunabilmesine dair ürettiği problemlerdir. Küresel boyutta çözümsüzlüğe dönüşmüş bu sorunun kaynağı, Batının denge sorunudur.

Ortası olmayan Batı’nın, her şeyi dengesini sağlamak için araç haline getirmiş ‘anakaya’sı üzerinde 20. yy, bir ayrışma mücadelesine tanık oldu. Üç unsurlu Batı kültününün birleştirilmesine dayanan algı ile var ettiği ‘anakaya’sından kendi içindeki huzursuzluğun beyanı olarak, temelinde bu unsurları inkara dayanan Marksist bir tepkiydi bu. Bu çabada tek kutuplu olan Batı, iki kutuplu yapılanmayı denedi ve bunu kendi dışından tutunacağı alanlara uzanarak buralardan da elde edeceği güç üzerinden yapmaya çalıştı. İşte bu yapının dışında, onunla bağları olan Doğu, o ana kadar tek bir Batı ile var olurken bu olaydan sonra çift kutuplu Batının karşısında o da tek kalamadı. Sosyalist ikinci Batı karşısında Doğuda da, Baas rejimleri ile ikinci Doğu görünmeye başladı. 20. yy. Doğu ve Batıda, iki Batı ve iki Doğu ideolojik zemininde gerçekleşti. Ancak 1991’den itibaren ikinci Batı, reel sosyalizmin oyundan çekilmesi ile son bulurken, Batı kendi içinde yeni bir vizyonla temelde birinci Batı anlayışına yakın orta bir yola geri döndü. Ancak ikinci Batının uzantısı olarak özellikle Doğudaki Baas rejimleri varlıklarını sürdürmeye devam ettiler. Tunus’la başlayan olaylar bu yapılanmanın mevcut durumla çelişkilerini açığa çıkardı.

İkinci Doğu ve Baas rejimleri

Bu rejimler eski oyun düzeninde karşılıklı oynanan oyunun araçları üzerinden yapılanmıştı. Oysa şu an tek kutuplu Batının tek kutuplu dünyasında tek taraflı oyunun tek taraflı kuralları belirginleşiyor. Çözüm olarak da çift kutuplu dönemden kalmış araçların tek kutuplu düzeneğe dönüştürülmesi kaçınılmaz. Bundan böyle küresel sosyalleşme, tek kutuplu bu oyun için üretilen araçlar üzerinden, karşılıklı taraflara dayanmayan herkesin aynı tarafta olduğu bir oyun bahçesinde gerçekleşecek. Ortadoğu üzerinden hızla şekillenen bu sistem bölge halklarının gerçek sorunlarının taşıyıcılığında görünüm kazanıyor. Ancak Türkiye dışındaki etkin güçlerin bölgeyle ilgileri insani gerçekliğin dışında, prestij ve avantaj kazanma hesaplarına dayanıyor. Bölge olaylarına karşı tavrını insan gerçekliği bağlamında ele alan Türkiye siyasi iradesi ise bu durumun farkında görünüyor. Bu çağ bütün ideolojilerin ve teolojilerin, hümanizm üzerinden aynı söylemde buluştuğu bir çağ ve kimse artık bu söylemden hoşnut görünmüyor. Şimdi yapılmak istenen “kelebek etkisi” üzerinden natürel bir söylem geliştirmek. Böylece reel sosyalizmin sahneden çekilmesiyle tek kutuplu hale gelen dünyada Batı, küresel tüm söylemleri kendi normları ile ürettiği bu dil altında normalleştirmeye çalışarak, normalleştiremediklerini de çatışma sahası olarak belirleyeceği alan üzerinden bir şekilde kendini üretmeye dönüşmüştür. Varlığın diliyle konuştuğunu düşünen Doğu ise, artık Batının ifadesi haline gelmiş bir varlığın diliyle konuşuyor.

Zihinsel dayanaklarını terk etmiş, varlığını gerçekleştirmeyi Batı zihninin temellerine bağlayarak aynı mekanizmanın unsuru haline gelmiş Doğu, tasavvurlarını bu mekanizmanın algılarından üretiyor. Doğu ve Batı ayakta kalmak için birbirinin yakasını bırakmaya hiç niyetli görünmüyor. Her biri diğerinde olanı sahiplenme üzerinden var olmaya çalışırken, buna rağmen kendisi kalmaya çalışıyor, diğerini ötekileştirmeye bağlamış paradoksal bir denklemin çelişkileriyle boğuşuyor. Belki de yapılması gereken, bu kurgusal rüyadan uyanıp kendi rüyasını görebilmek. Aslında uyanıkken yapılanlar uykuda görülen rüyaların yorumlarıdır. Ancak Doğu’da ya da Batı’da olmak fark etmeksizin, ne yazık ki karşısındakinin rüyasının talibi olarak her iki tarafın da gömleği önünden yırtık. Onların Doğu-Batı hududuyla örülmüş mahkumiyetleri de böyle bir delile dayanıyor.