Batı’yı bekleyen tehlike; aşırı sağın önlenemeyen yükselişi

Dr. Faik Tanrıkulu/ İstanbul Medipol Üniversitesi Öğr. Üyesi
9.02.2019

İkinci Dünya Savaşı’nın ardından faşizmin de çökmesiyle aşırı sağ hareketler ve partiler birçok Batı demokrasilerinde olağandışı görülmüştür. 20.yüzyılda faşizm tecrübeleri ve devlet sosyalizminin hataları aynı zamanda çağdışı ve dehşet verici dönem olarak dünya tarihinde yer almıştır. Ancak günümüzde küreselleşmenin hız kazanması ve Neo-liberal politikaların güç kazanmasıyla dünya başka bir yöne evrilmektedir. Özellikle sınır-ların kalkması ve göç yoluyla milletlerin birbirine karışması yeni sosyal kimlikleri tartışmaya açmaktadır.


Batı’yı bekleyen tehlike; aşırı sağın  önlenemeyen yükselişi

ABD ve Avrupa’da aşırı sağın yükselmesi ülkelere göre farklılık gösterse de partilerin çoğu çok kültürlülüğe karşı uygulanan politikalarda ortak hareket etmektedir. Avrupa Birliği’nin genişlemesi ile birlikte küreselleşme ve göçmenlere karşı sesler tüm aşırı sağ partilerin gündeminde giderek daha fazla yer almaktadır. İlk olarak Avusturya’daki 1999 genel seçimlerinde Jörg Haider (FPÖ) yönetimindeki aşırı sağ partinin merkez parti olan ÖVP ile koalisyon hükümeti kurmasına uluslararası kamuoyu tepki göstermişti. 14 AB ülkesi ilk kez üye ülkeye yaptırım kararı almıştı. Böylece aşırı sağa karşı tepkisini göstererek tüm siyasi ilişkileri dondurmuştu. Neticede FPÖ lideri tepkiler karşısında istifa etmek zorunda kalmıştı. O yıllarda uluslararası kurumlar ve ülkeler faşizm ve aşırı sağa karşı çok duyarlı iken, günümüzde yükselen tehlikeye karşı sessiz kalmayı tercih etmektedir. Akabinde Fran-sa’daki başkanlık seçimlerinde Maria Le Pen’in oylarını artırması, İngiltere’de Brexit oylaması ve Almanya’da aşırı sağ partisi AFD ‘nin yüzde 10’a yakın oy alması Avrupa’da faşizmin tekrar canlanıp canlanmayacağı sorusunu akla getirmektedir. İngiltere, İsveç ve Hollanda gibi çok kültürlülüğün genel kabul gördüğü ülkelerde bile aşırı sağ ve merkez partiler ırk temelli seçim kampanyaları yürütmektedir. Siyasiler de tabana yayılan ayrımcı tutumlara bazı konuşmalarla destek vermektedir. Almanya başbakanı Merkel “Çok kültürlülük yaklaşımının tamamen başarısız olduğunu” ileri sürerken, dönemin Fransa Başkanı Sarkozy’nin ve David Cameron’un bu fikirlere katılan benzer ifadeler kullanması siyasetçilerin rasyonel olmayan bilgilere yenik düştüğünü ve popülizme ayak uydurduğunu göstermektedir. Kıta ulus-devlet mi yoksa çok kültürlü devlet mi olup olmadığı hususunda sıkışıp kalmaktadır. Zaman zaman siyasetçiler ve bürokratlar çok kültürlü toplum olduklarını reddederken, bazı politikacılar Avrupa’nın göç ülkesi olduğunu ifade etmektedir. Avrupa Birliği’nin temel felsefesini teşkil eden farklı kültürlerle bir arada yaşama kültürü son dönemlerde gelişen olaylar neticesinde çatırdamaktadır.

Tarihsel arka plan 

Tarihsel süreçte ırkçılığın yükselişinin genellikle kriz dönemlerinde ortaya çıktığı görülmekte. 1929’daki ekonomik kriz kapitalizmin buhranı ola-rak kabul edilmektedir. O yıllarda işsizliğin yükselmesi, firmaların iflası ve gelir eşitsizliği gibi sebeplerin faşizme ve nazizm’e zemin hazırladığı görül-müştü. Dolayısıyla sosyoekonomik adaletsizlik geniş kitlelere yayılmış ve zamanla siyasi partilerde görünür olmaya başlamıştı.1930’larda Adolf Hitler’in ve İtalya’da faşizmin seçimle iktidara gelmesi verilebilecek örnekler arasındadır.1 O yıllarda aşırı sağ partilerin ortak noktası yaşanan ekono-mik kriz ve Yahudi düşmanlığı olmuştu. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra faşizmden sıyrılmak, ulus ötesi ekonomik ve kalkınma iş birliğinde ilerleme kaydedebilmek için Avrupa Ekonomi Topluluğu kurulmuştu. Neo-liberal politikalar neticesinde ülkeler arasında karşılıklı etkileşim ve bağımlılık ivme kazanmıştı. Küreselleşme göç hareketlerini, siyasi, ekonomik, sosyokültürel etkileşimleri hızlandırmış ve ulus-devletler içerisinde farklı sosyal kimlikler oluşturmuştur. 1990 sonrası ulusaşırı düzen ve çok kültürlüğünün yaygınlaşmasıyla milliyetçiliğin zayıfladığı düşünülmüştür.

Batıda din/devlet ilişkilerindeki mesafenin giderek artması, sömürge politikaları ve ayrımcı söylemlerin göçmenler nezdinde oluşturduğu tahribat ka-muoyunda sürekli işlenmektedir. Osmanlı imparatorluğunun iki kez Avrupa kapılarına dayanması, haçlı seferleri ve Endülüs meselesi gibi tarihte yaşanan olayların da günümüze kadar etkileri biz/öteki olarak yansıtılmıştır. Bir diğer önemli kırılma noktası 11 Eylül sonrası İslamofobinin Batı’da yerleşik ve olağan bir hale gelmesidir. Ardından AB’nin genişleme süreci 2000’li yıllarda aşırı sağ partiler tarafından sıkça eleştirilmiştir.

Özellikle Doğu Avrupa ve Balkan ülkelerinin AB’ne üye olması insan hareketliliğini artırmıştır. AB’nin genişleme sonucu 2004-2007 yılları arasında Doğu Avrupa’dan göç almasına bağlı olarak kısmi işsizlik oranlarının artması dikkatleri tekrar yabancılara çevirmiştir. 2008’de ABD kaynaklı eko-nomik kriz sadece aşırı sağın güçlenmesini değil, aynı zamanda yeni kimlik arayışını ve güvenlik odaklı politikaları revize etmeye sevk etmiştir.2 Kriz devletin piyasa ve ekonomik alandaki hakimiyetini sorgulamak ve devletleri tekrar siyasi inisiyatif almak zorunda bırakmıştır. Neticede kapitalizmin etkisi devletin rolünü de tartışmaya açmıştır.

2004’te Madrid ve Londra metrolarına düzenlenen terör saldırıları, Fransa’da Charlie Hebdo magazin dergisine yapılan silahlı saldırı ve Dani-marka’da yayınlanan karikatür krizi gibi olaylar İslamofobi’yi artıran faktörler arasında yer almıştır. Almanya’da yaşanan Yahudi soykırımı döne-mini andıran atmosfer günümüzde benzer şekilde tekerrür etmektedir.  Benzer ırkçı mesajlar, öteki kimlik oluşturma ve dönemin krizlerinin suçlusunu belirli bir azınlığa mal etme düşüncesi hakimdi. Öyle ki yükselen ırkçı dalgaya karşı mücadele için Frankfurt okulunda bazı düşünürler çalışmalarıyla tepkilerini dile getirmişti. Zira adım adım yükselen yabancı düşmanlığının soykırıma varacağını öngörmüşlerdi. 1960’lı yıllarda çeşitli Batı demokrasi-leri aşırı sağa karşı ulusal tepki verirken, demokratikleşme sürecini merkeze almıştı. Hatta bu bağlamda tarihçi Wolfgang Wippermann İtalya ve Al-manya’da faşist rejim dönemlerinin sona erdiğini, ancak tarihsel süreçteki etkisinin bitmediğini ileri sürmektedir.3 Geçmişten farklı olarak Avrupa’daki aşırı sağ hareketler daha çok siyasi partilerde görünür olmaya başlamıştır. Başlangıçta liberal düşüncede olan Haider, yönetimindeki FPÖ’yü aşırı sağ partiye dönüştürerek 1999’daki seçimlerde ikinci parti haline getirmiştir. French Front National hareketi 1972’de kurulmuş uzun zaman sonra parti hüviyetine geçmiştir. Aynı şekilde Deutsche Volks 1971’de çalışmalarını başlatmış 1987’de partiye dönüşmüştür. 1965’den beri 19 aşırı sağ parti Avrupa’da mevcudiyetini sürdürmekte iken, 1980 ve 1990 yılları arasında ulusal ve Avrupa seçimlerinde ortalama yüzde 4 tercih edilmekteydi. Seçim sonuçlarının yanı sıra aşırı sağın kamusal tartışmalarda, düşünce kuruluşlarında ve entelektüel çevrede yer bulması onun değişen ve etkileyen yüzü olarak yorumlanmaktadır.

Küreselleşme ve milliyetçilik

Son yıllarda camilerin kundaklanması başta olmak üzere, yabancıların iş, eğitim ve sosyal hayatta benzer şekilde dışlanıyor olması Avrupa’da herhangi bir gündem meselesi olmamakta veya ilgi çekmemektedir. Holokost öncesi Yahudilerle ilgili yapılan tartışmaların bugün İslam ve Müslü-manlarla (Koşer et- Helal et, Sinagog- Cami ve karikatür gibi) benzerlik taşımaktadır. Ülkeye göç edenlerin kimlikleri, inanışları ve yaşam biçimleri geçen 50 yılda çok mevzu bahis olmazken, son 20 yıldır özgürlük kapsamında değil aksine bir sorun olarak değerlendirilmektedir. Hatta göç ettikleri ilk yıllarda göçmenler olmadan ekonomik büyüme gerçekleşemez diye manşetlerin atıldığı gazete haberlerinin aksine medyada göçmenlerin olumsuz yanları öne çıkmaktadır.

Sonuç olarak küreselleşme dünyada sermayenin serbestleşmesine, dünya ekonomisinin birleşmesine ve farklı kültürlerin bir arada yaşamasına önemli ölçüde katkı sağlıyor olsa da milliyetçi eğilimlerin gelişimini engelleyememiştir. Başta ABD olmak üzere dünyanın birçok bölgesinde ulus-devlet-kültür ve ırk temelli politikaları talep edenlerin sayısı azımsanmayacak düzeydedir.4  Sınırların aşılması, kontrolsüz göçler, terörizm vb. gibi olayları ulus devletleri kontrol etmede sıkıntı çekmektedir. Bu nedenle aşırı sağ sınırlarının korunmadığını ve egemenliğini kaybettiğini düşünmektedir. Bilhassa Post-modernitenin çok kültürlülüğü önerdiği dünyada ulusun kendi sınırları içerisinde belirli yetkilerle kısıtlanması, ekonomik ve siyasi politi-kaları belirleyemez hale gelmesi ulus hareketlerini hızlandırmıştır. Öyle ki aşırı sağ partilerin ortak noktaları AB üyeliğinden ayrılma ve göçmen karşıt-lığıdır. Bunun ilk somut örneği İngiltere’nin AB üyeliğinden ayrılması, göçmenlerin kolay sınır dışı edilebilmesi, özgürlüklerin kısıtlanması ve yapılan ırkçı saldırılara karşı netice alınamaması olarak özetlenebilir. Benzer hedefler ve uygulamaları Avrupa’daki aşırı sağ partilerde de  görmek mümkün-dür.

[email protected]

Kaynakça

1-Wallerstein (2014). Dünya Sistemleri Analizi: Bir Giriş. 3 Baskı, Çev. E Abadoğlu ve N Ersoy, İstanbul: BGTS Yayınları. S. 106-107.

2-Sönmez Selçuk ( 2012). Dünden bugüne Milliyetçilik: Küresel Dünyada Yükselen Sesler. Anadolu Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, 12 (3), s. 128-129

3-Wippermann, Wolfgang(1983) Europaischer Faschismus im Vergleich, 1922-1982, Frankfurt/ Main, Suhrkamp, s.183.

4-Noi, A.Ü.(2007). Avrupa’da Yükselen Irkçılık. İstanbul:Kültür Sanat Yayıncılık, s.77