Ayrılığın, hasretin, aşk çilesinin, aşkı bir kurşun gibi göğsünde taşımanın, fedakarlığın, dünya malına temah etmemenin, metafiziğin, Hızır Nebi'nin, İsm-i Azam duasının, periler padişahının ne olduğunu, dinlediğim Tahir ile Zühre hikayesinden öğrendim desem abartmış olmam.
Prof. Dr. Mazhar Bağlı / KTO Karatay Üniversitesi
*Yetiş ya Hızır Nebi!
Sözlü Kürt edebiyatının en klasik hikâyelerinden birisi de Tahir ile Zühre'dır. Kürtçe de "Târ-û Zaré" şeklinde telaffuz edilen bu destansı hikaye, tanıdık bir olay örgüsüne sahip olmakla beraber detaylarında yürek sızlatan büyük acılar ile dikkat çeker. Ayrılık hasretinin yürekleri dağladığı, sevgililerin asla kavuşamadıkları klasik bir aşk hikayesi ama işin içinde zımnen tasavvufi bir damar hep size eşlik eder. Bölgenin pek çok yöresinde farklı anlatımlarla Dengbejler yüzyıllardır dilden dile aktararak günümüze ulaştırmışlardır. İyi ki de bize bu zengin anlatımlı ve yürek dağlayan efsanevi aşkı aktaragelmişlerdir. Eğer bu hikayeler olmasaydı hayat son derece mekanik bir anlam üzerinden bize kendisini dayatmış olacaktı. Bölgeyi ifsat eden terör ideolojisinin önünde duran birer kalkan olan bu hikayeler ne yazık ki giderek unutulmaktadırlar. Oysa insan bu hikayelerin imgeleri üzerinden dünyayı her seferinde farklı bir açıdan hem de işin içine kendi özgün varlığını ve bakışını da katarak yeniden kurar ve yorumlar.
İman, mucize, acı
Tevekkülü, teslimiyeti, imanı, mucizeyi, tasavvufu, acıyı, hasreti, aşk çilesini, ayrılığı ve kavuşmayı mütevekkil ve asil bir kadının hissiyatı üzerinden okumak kadar derinlikli başka bir yol bilmiyorum. İşi abarttığımı düşünenler olabilir ama, sevgiliden ayrı düşmüş olmanın verdiği kasveti üzerinden atmak ve birazcık olsun soluklanmak ve rahat nefes alabilmek için onun, aşkından aklını yitirmekten korktuğu sevgilisinin geçtiği yoldan yürürken mürebbiyesine içini dökerken sahiden muhatap siz olursunuz. Zaten destanı bazen sazlı bazen de sözlü bir şekilde söyleyen/okuyan sanatçı da öyle içten anlatır ki ben de oradaydım dediğinde sahiden de olayın şahidi olduğuna inanırsınız. Böylesine içten bir hikayedir bu.
Sultanların sultanı
Yüreği aşkla dolu olan ve ayrılık hasreti ile yanıp tutuşan saf bir kadının gözünden dünyaya bakmanın bambaşka bir şey olduğunu görürsünüz. Bütün yollar tükendiği anlarda bile Zâré, sevgiliye kavuşmayı ona bahşedecek bir kutlu şahsiyetin ve bir çıkış kapsının hep var olduğuna inanır ve güvenir. Bütün vesileleri tüketince en son yüreğindeki aşk ateşi ile sultanların sultanına münacaatta bulunur. O bu aşkın büyüklüğüne değil, kutsallığına hep inanır.
Annem ve teyzem, özellikle de teyzem bu destanı dinlerken hep gözleri dolar ve yüreği "Zaré"nın acısı ile dolar taşar. Bu bir ayrılık hikayesidir. Kadın aşkının saflığına ve yüceliğine işaret eden bir destandır ve bu hikâyeyi bilen her kadın Zaré ile arkadaştır, ahbaptır, dert ortağıdır. Farklı anlatımları olmakla beraber, çocukları olmayan padişah ile vezir sarayın has bahçesinde evlat sahibi olamamanın burukluğunu konuşup dertleşirken birden tanımadıkları bir dervişe rast gelirler. Daha söze başlamadan dervişin onların aradığı şeyi bildiğini ve dertlerine derman olacağını söylemesi ile hikâye başlar. Bu yaşlı derviş, aslında her dertlinin imdadına yetişmesi için dua ettiği Hızır Nebi'dir ama onlar bunu bilmiyorlardır. Gizemli ihtiyar, cebinden iki elma çıkarır birisini padişaha diğerini de onun vezirine ikram eder. Ve der ki "Bu elmaları alın götürün. Eşinizle aranızda paylaşın. Yarısını siz geri kalan yarısını da eşiniz yesin. İnşallah bununla şifa bulacaksınız ve hasretini çektiğiniz evlatlara kavuşacaksınız, evlat sahibi olma duygusunu tadacaksınız der ve onlar daha ne olup bittiğini anlamadan adam ortadan kaybolur.
İkramın şartları
Padişah ile veziri kendilerine denileni yaparlar ve bir müddet sonra sahiden de muratlarına kavuşurlar. Birkaç gün arayla her ikisinin de birer çocukları dünyaya gelir. Padişahın kızı, vezirin oğlu olur. Ancak Hızır Nebi o ikramı iki şartla onlara sunmuştur: Ondan habersiz çocuklara isim vermemeleri ve yine ondan bihaber evlendirmemeleri. Ama çocukların doğumunun üzerinden bir hayli zaman geçmesine rağmen gelen giden olmaz. Çocuklarına adları ile hitap edememenin burukluğunu yaşarlar. Çocuk sahibi olmalarına vesile olan o dervişe verdikleri söz hep gelir akıllarına. Nihayetinde padişahın yakın çevresi onu bu çaresiz bekleyişe bir son verilmesi konusunda ikna eder. "Kim bilir belki de o ihtiyar dünyasını değiştirmiş, belki de bizi unutmuştur. Bunca zaman geçti ve hala gelmedi, anlaşılan o ihtiyar artık gelmeyecek" fikri ona da makul ve mantıklı gelir ve hemen talimat verir, derhal büyük bir ziyafet hazırlığı yapılmasını ister. Padişah ile vezirin çocuklarına ad koyma ziyafeti hazır olur, davetliler tam sofraya oturup yemeğe başlamak üzereyken o munis dede kapıdan içeri girer. "Niçin sözünüzde durmadınız" sorusuna "Sen niçin bu kadar geç kaldın?" cevabını izleyen selam kelamdan sonra "Kızın adı Zâré, oğlanın adı da Târ olacak" der ve tekrar diğer şartını da hatırlatıp yine aniden ortadan kaybolur. Ve böylece ad koyma merasimi son anda Hızır'ın verdiği isimlerle son bulur ancak evlenme serüveni hikayenin konusunu oluşturacak bir dizi olaya sahne olur.
Tarihe mal olmuş bu büyük aşk hikayesi, Mardin, Palu ve Musul'da geçer.
Bu ziyafetten hemen sonra padişah, ülkenin en büyük bilginini davet eder ve bu iki çocuğun eğitimini ona emanet eder. Onların yüreği bu eğitim sürecinde birbirine ısınır. Bir medrese aşkıdır bu aynı zamanda. Onlar olgunlaştıkça yüreklerindeki sevgi de her gün büyür. Kız mütevekkil ve aşık. Sanki ebedi âlemde sözleşmiş gibi tereddütsüz, saf ve asil. Yüreğini avuçlarına alıp sevgi ve merhametle sevgilisine sunar. İster ki yüreğinde biriktirdiği aşktan taşan sevgi oğlanın da kalbine dolsun ve öyle de olur. Heyecanlı ve inanmış bir kalp ile Târ'e büyük bir aşk besler. Oğlan ilk önce durumun fakında değildir. Ancak Zâré, içindeki aşkı büyütüp yüreğinden taşırır ve oğlanın sinesine akıtır. Derken onun da yüreğindeki aşk ateşi kor haline gelir.
Büyücünün önerisi
Hızır Nebi'nin vesile olduğu bu yüce aşktan haberdar olan sarayın kara büyücüsü padişahı da ikna edip bu gidişatı değiştirmek için pek çok plan yapar. Bu kutsal aşkı bitirmek için oğlanı, Târ'ı önce Musul'a sürgün eder. Ama Hızır Nebi onu geri getirir. Sonra Mardin zindanına mahkum eder, oradan da kurtulur. Bir sandığa konulup nehre bırakılır ama bu kez de periler padişahının kızı onların kutsal aşkından haberdardır ve o imdadına yetişir. Kavuşmak için ettikleri her dua, özellikle de Zaré'nın ettiği dualar kabul olur. Bundan dolayı da bu hikayedeki örgü bir kadın zarafeti ve naifliği ile sizi sarıp sarmalar. Her aşamasında yüreğiniz ayrı ayrı dağlanır.
Her türlü engellemeye ve ayırmaya dua, ibadet ve aşkla karşılık verirler. Onların bu halisane imanları ve duaları karşılıksız kalmaz ve her seferinde Hızır Nebi, beyaz atıyla gelir onları kurtarır darlıklardan. İsm-i Azam duasını öğretmiştir adeta onlara. Her darlığın kilidini açan iki sevgi dolu yürek vermiştir onlara.Bu hikayede şahsen yüreğimi en çok burkan, son sahnedir. Sürgün edilmeler, işkenceler, cezalar, mahkumiyetler bir türlü ikiliyi ayıramamıştır. Bazen kendileri bazen de Hızır Nebi'nin yardımı ile darlıklardan kurtulmuş, bir araya gelerek kavuşmuşlar ve hasret gidermişlerdir. Her kavuşmayı padişaha ihbar eden ve bu aşkı bitirmek isteyen kara büyücünün son önerisi oğlanın, Târ'ın idam edilmesidir. Ondan kurtulmanın başka çaresi kalmamıştır artık.
Kalem kırılır
Hızır Nebi'yle karşılaşmalar, onun aldığı sözler ve yüreği yanık aşıkların hali kimsenin aklına gelmez bile. Karar verilir. Evraklar mecliste dolaştırılır. Kalem kırılır. Palu'da şehir meydanına dar ağacı dikilir, cellatlar görev için hazırlar, padişah ve kara büyücüden gelecek işareti bekliyorlar. Kalabalık büyümüş, çok büyümüştür. Zaré'ye kara haber erken ulaşır. İdamlık elbise giydirilen Târ, sevgilisini, Zaré'ı son bir kez görmeyi beklemektedir. Son istek yerine getirilir. Son kez görüşmektedirler. Ağlaşırlar, kan damlar gözlerinden. Erkeğinin ağlamasına dayanamayan kız, mahcuptur, utangaçtır ve perişan bir haldedir. Kendi elleri ile büyüttüğü ve kor haline getirdiği aşkı artık kül olup gidecektir. Onu teselli etmek ister. "Lütfen göz yaşlarını yüreğime damlatma, akan göz yaşlarınla yüreğimi dağlama bak birazdan her dara düştüğümüzde imdadımıza yetişen Hızır Nebi yine beyaz atına binip gelecektir, gelecek ve bizi kurtaracaktır" der. Oğlan cevap verir "Hayır, idam kararı imzalandığı zaman gelmediyse demek ki artık gelmeyecektir. Bu kez gelmeyeceğini gördüm. Artık ayrılık vaktidir. Hissediyorum" der. Hasretle birbirlerine sarılırlar, atmosfer matem havasına bürünmüştür. Kasvetli bir hava çöker meydana. Birden ikisi birlikte yere düşerler, atmosfer değişir, güneş açar kuşlar ötmeye başlarlar. İnsanlar onlara ne oldu diye yaklaşırlar yerdeki cansız bedenlerine. Koyunlarından birer beyaz güvercin fışkırır gökyüzüne. "Zalimlerin dünyasında bize insan olarak kavuşmak nasip olmadı ama özgürlüklerin dünyasını da elimizden alacak değilsiniz ya" dercesine birlikte gökyüzünde gözden kaybolurlar.
Kara çalı hep büyür
İkisi de ölmüştür. Birlikte doğan ruhlarını birlikte teslim ederler. Kara Büyücü de kaskatı kesilir ve ölür. Yan yana defnedilirler ama yine de mezarlarının arasında bir kara çalı yeşerir. Kara Büyücü'nün kötülüğü onları yattıkları yerde de rahat bırakmaz. Bu çalıyı ne kadar budarlarsa da boştur. Hep vardır, hep yeşermeye devam eder.
Bu coğrafyada efsaneleşmiş başka pek çok aşk hikayesi vardır. Her bir hikayenin kendine özgü bir kurgusu ve mesajı da vardır mutlaka. Tarihe mal olmuş bu hikayeler; dramın, fedakarlığın, sevginin ve tevekkülün öğretildiği okullar gibi bir işlev yerine getirirler. Yüzyıllardır toplumda dilden dile aktarılan bu hikayelerdeki ifadeler, tavırlar ve deyişler toplumun gelecek ütopyasının yol haritası, yoldaki işareti gibidirler. Hepsinden çıkarılacak çok farklı dersler vardır. Lakin benim yüreğimde ve hafızamda en etkileyici olanların başında "Târ-û Zârė"nın (Tahir ile Zühre) bu hikayesi gelir. Her dinlediğimde sevgi, sadakat, tevekkül ve imanın sesini duyarım. Hayatımda dinlediğim hiçbir aşk hikayesi bu kadar dramatik ve kutsal değildir. Ayrılığın, hasretin, aşk çilesinin, aşkı bir kurşun gibi göğsünde taşımanın, fedakarlığın, dünya malına temah etmemenin, metafiziğin, Hızır Nebi'nin, İsm-i Azam duasının, Periler padişahının ne olduğunu dinlediğim bu hikayeden öğrendim desem abartmış olmam.
Önce darlık sonra ferahlık
Her darlıktan sonra bir ferahlığın olduğunu ve mütevekkil bir kalbin yakarışının asla geri çevrilmediğinin hikayesidir. Her ayrılık ve hasreti kavuşturan bir Hızır hep vardır. Ey Hızır Nebi! Sen hikayelerimizden ve topraklarımızdan gittin gideli yüreğimizi bir hüzün kapladı, yalnızlık içimizi daralttı. Gözlerimiz hep bir şeyler arar oldu. Gelmen için üzerimize düşeni yapmadan gelmeyeceğini de biliyoruz ama yine de bekliyoruz. Çünkü annem bize dua ederken hep şu cümle ile başlar: Xoca Xızır, sıvare bozé lı bangina we der kevfe. (Beyaz atın süvarisi Hızır Nebi Aleyhisselam imdadınıza yetişsin, hep yanınızda olsun). Bu hikayenin stranını (türküsünü) son derece yalın bir dil ile okuyan ve peşrevini de Türkçe ( "Zaré Go Lo Tâvur-u sır ile sırdaş mısın, yol ile yoldaş mısın, ben ne çektim benimle kardaş mısın? Lo Tâvur-u bülbüle su verdim altın tas ile, genç ömrümü çürüttüm derdo kara yas ile, A Tâvur bı heyran-o seni sevdim dılo ne heves ile." şeklinde) doğaçlama bir şiir ile başlatan, bu aşk hikayesini kendine has üslubu ile destanlaştırıp tarihe mal eden, bir köy odası ortamında kadim bir dostunun özel ricası ile vefa adına türküyü seslendiren, kasette araya karışan seslerden anladığımız kadarı ile kendisinin ve dinleyicilerinin Milli Selamet Partili olduğu anlaşılan Adıyaman Bağlar köyünden Xhale Hemesor'a rahmet dilemeden bitirsem büyük bir haksızlık yapmış olurum. Ruhu şad, mekanı cennet olsun...