Türkçeye sadakat meselesi, yüzeysel bir dilcilik değildir, millî varoluşla ilgilidir. Milletler, maddî başarıları, söze kattıkları değer, kelimeye yükledikleri mânâ ve dile giydirdikleri estetikle ayakta kalırlar. Dilde ahenk kaybolursa, düşünce seviyesi düşer; düşünce sığlaşırsa, irade zayıflar; irade çökerse, millet çözülür.
Burhanettin Kapusuzoğlu/ Yazar
Malumdur ki var oluşun anahtarı olan dil, bir iletişim aracı, düşünme tarzı, kültür ve medeniyetin taşıyıcısıdır. İşbu mânâya denk düşen Türkçe dahi yalnız bir dil/lisan değil, binlerce yıllık bir zihniyetin, düşünme tarzının, inancın ve hayalin söz ve ses mimarîsidir.
Türkçe, Türk milletinin ve hakim kültürünün hayata armağan ettiği görkemli bir imparatorluk dilidir. Vakıa tarihi köklü ve mehabetli olan bir milletin binlerle yılda söylenmeye devam eden ve edecek en uzun soluklu varlık destanıdır. Milleti bahtiyar olanın devleti dahi payidardır. Dilin ve gönlün sağlam kalması, kelimelerin çağlar boyu diriliğini korumasıyla mümkün kılınmaktadır. Çünkü kelime haznesi zengin bir milletin dili, kendi ruh ikliminin en ince detayın işlendiği erkân-ı harbiye haritasıdır.
Büyük milletler komplekssizdir, alır ve alırken kendi boyası ile tezyin ederek sahiplenir. Asırlar içinde ve büyük bir coğrafyada sürekli gelişen ve yayılan devletlerimizin saadet zamanlarında dilimiz de bir o kadar görkemli idi. Arap kültürünün merkezi olan Kahire'de sokaklarda Türkçe konuşulduğunun şahidi tarihtir, talihtir. Güçlü Memlûk mimarisinin kalpgâhında mimarlık abidelerine Türkçe kitabelerin konulduğu halen vakıadır.
Bugün Türkçe, sadeleştirme adıyla başlayan, fakat aslında bir tasfiye ve yoksullaştırma ve yoksunlaştırma süreciyle karşı karşıyadır. Yahya Kemâl, Sâmiha Ayverdi, Ahmet Hamdi Tanpınar ve Nihad Sâmi Banarlı gibi mütefekkir/düşünür aydınların/münevverlerin yürüdükleri hakikatli yol hilafına bu mesele, edebiyatçıları değil; eğitimcileri, ilahiyatçıları, iletişimcileri, felsefecileri, bilim insanlarını ve hatta sade vatandaşı da ilgilendiren bir millî hafıza meselesi hâline gelmiştir.
Her sözü âh olurmuş bahtı siyah olanın
Edebiyat, üslûp ve anlam derinliğinden azat edilmiş bir "sadeleştirme" hareketi, bir dil daralması ve yaralanması olmanın ötesinde, zamanın ve insanın parçalanmasıdır.
Şu tek örnek meseleyi tasvire kâfidir:
Mustafa Kemâl Paşa'nın meşhur; "Hâkimiyet bilâ-kaydu şart milletindir!" sözünü ele alalım. Fazla eski bulunduğu için bu vecize sadeleştirilerek daha doğrusu arındırılarak; "Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir!" şekline tahvil edilmiş. Bu cümle madem ki sadeleştirildi, kayıt, şart ve millet kelimeleri de Arapça olduğu için değiştirilmeli ve; "Egemenlik ön koşulsuz ulusundur!" denmeli idi. "Hâkimiyet kayıtsız şartsız milletindir!" şeklinde kısmen sadeleştirme yeterli idi aslında.
Modern zamanların Türkiye'sinde yaşanan kültürel kırılmanın dil üzerindeki tesiri ağır hasarlıdır. Dil, zamanla iç içe geçmiş bir hâfıza tabakasıdır. Geçmişten koparılan bir dil, nesilleri lâl eder. Sözün estetiği olmazsa millet özünü kaybeder ve tarih sahnesindeki son sözü söylemeye doğru gider mazallah! Fakir bir dil, yazarların topuğunu bile ıslatmayan sığ su bile değildir.
Türkçenin titizlikle ilmî ve estetik düzeyde korunması gerekmektedir. Aksi takdirde düşünce ve duyuş derinliği yok olmakla imtihan olur. Bu gidişle Türkçe nasıl bir bilim dili olsun? Bir dilin bilim dili olabilmesi için önce kavram dili olması gerekir. Kavramların içi boşaltmıştır maalesef. "İçerik" diyerek "muhteva"yı; "olması gereken" diyerek "kader"i, "özdenetim" diyerek "vicdan"ı, "anımsamak" diyerek "hatırlamak"ı, "kanımca" diyerek "kanaatimce"yi, "oylum" diyerek "heykeli," "gerçek" diyerek "hakikati" karşılamaya çalışırken hakikat ıskalanmıştır. Edebî değer taşıyamayan kelimelerin puslu sayfalarında kaybolan mânâ ile düşünce fakirleşmiş, ilmî/bilimsel yazılar kuru tercümeye ve soğuk satırlara dönüşmüştür. Bu hengâmede sadır neylesin, ne söylesin!
Bilhassa eğitim bilimleri, felsefe grubu ve iletişim alanlarında "sade dil" aşkı pes dedirtecek noktadır. Eğitim bilimlerinde "çocuk anlasın yeter" düşüncesiyle kelime dağarcığı daraltılmış; derin kavramlar yerine "basit ama anlaşılır" diye takdim edilen uydurulmuş kalıplar yerleşmiştir. Bu durum, eğitimi bir anlam ve idrak mesleği olmaktan çıkarıp, tekrara ve slogana dönüştürmüştür. Uydurmada sınır tanımazlığa bir örnek olsun diye söyleyeyim: Yıllar önce bir KPSS sınavında karşılaşmıştım "edimsel koşut" diye bir kelime ile!?
İletişim bilimlerinde ise güya "anlaşılır olmak" iddiasıyla retorik/söz söyleme sanatı, belâgat ve mecaz dışlanmakta; estetikten yoksun, basit/sıradan bir haber, reklam ve propaganda dili hâkim olmaktadır. İletişim fakültelerinde estetik, mecaz ve retorik unutulmuş; yerini tek tip, reklâmvari, gösterişli ama sığ bir dil almıştır. Oysa ki gerçek iletişim, sadece basit anlatmak değil; derin anlamı estetikle taşımaktır.
İlahiyatın modernleşmecilik meraklıları da aynı dertten mustariptir. Modernleşmeci ilahiyatçıların bilhassa yazı dilinin hem Türkçeye hem de düşünceye yönelik bir "fecaat" hâline gelmesi, ciddî bir dil zaafı olduğu kadar aynı zamanda bir ağır zihniyet meselesidir.
Modernleşmeci ilahiyatçıların yazı ve konuşmalarında sıklıkla karşılaşılan dil, ne klasik dinî düşünce geleneğin kavram derinliğini taşır, ne de halkın dilinde yaşayan sade/derin Türkçeyi yansıtır. Birçok modernleşmeci ilahiyatçı, Batı akademisinden alınan yöntemleri ve terminolojiyi Türkçeye yamamaya çalışırken dili lime lime ediyor. Bir mealde sûrelerin Arapça isimlerinin yerine güya Türkçe anlamlarının yazılmasına kadar gitmiştir bu iş. Bununla birlikte bilimsellik/objektiflik/tarafsızlık tafrası içindeki bir kısım teolojik üstadların saygıya mesafeli diline ise söylenecek kelime yoktur lügatlarda.
Dil ve zihin haritası
Ne acıdır ki Türkçenin, 500 bin kelimelik, bütün kavramları içeren, tarihî, edebî, mecazî, felsefî, tasavvufî katmanlarıyla hazırlanmış büyük bir sözlüğü hâlâ yoktur. Sözlük/lügat bir milletin zihin atlasıdır. Bugün Batı dillerinde yüz binlerce kelime anlamları, bağlamları, mecazları, tarihçeleriyle birlikte sunulurken; Türkçede sadece sade, yüzeysel karşılıklarla yetinmenin keyfi sürülmektedir.
Milletler, sözlükleriyle büyür. Çünkü sözlük sadece anlam vermez; anlamı yaşatır. Oxford English Dictionary, Fransız Le Grand Robert ya da Arap Lisanü'l-Arab gibi kültür sözlükleri, milletlerin zihin mirasını taşır. Bizde ise hâlâ daraltılmış, sadeleştirilmiş, köksüzleştirilmiş bir söz varlığıyla yetinilmektedir.
Bugün Türkçenin elimizdeki en hacimli sözlüğü Ötüken'in yayınladığı kırk yıl tek başına çalışan Yaşar Çağbayır'ın 314 bin kelime hazineli Büyük Türkçe Sözlük'üdür. Kubbealtı Lügatı'nın da anmamak olmaz.
Esaslı sözlüğün olmadığı ve hatta mevcutların dahi hakkı ile kullanılmadığı yerde, ilim ve fikirden başka her şey olur. Üniversitede iş bulmuş rütbeli kendi kelimesini kendisi uydurur. Felsefeci, Batı'da üretilmiş kavramlarını bozuk ve temelsiz bir biçimde çevirir. Öğrenci, üç yüz beş yüz kelime ile idare eder, eski metinleri anlamaz, yeni metinler kuramaz. Yazar, sığ bir dille edebiyat yaptığını zanneder. İlahiyatçı, gelenekli dini düşüncenin ve müktesebatın ruhunu, modern Türkçenin seküler kalıplarına hapseder. Sonuçta toplum, ortak kelimelerden mahrum kaldığı için ortak düşünce üretemez. Millet, farkında olmadan kelimeleriyle birlikte düşünmeyi kaybeder. Bu bir hâfıza felaketidir.
'Nereye gidiyoruz?' kaygısı
Milletlerin tarihlerini, zaman içinde sabırla ve mükemmel bir fikir işçiliği ile işlediği hâfızası, duygu dünyası, inançları ve kuşaktan kuşağa aktarılan medeniyet tecrübesi inşâ eder. Esasen ihyâ demek olan bu inşânın ses mimarı ise dildir. Dil, sadece bir sesler bütünü değil, bir medeniyetin taşıyıcısı, düşünce ve inanç örgüsüdür. Bir milletin dili değiştiğinde yalnızca kelimeler değil, zamanla birlikte hâfızası, duygusu, düşüncesi ve rüyası da değişir.
Bu bağlamda, Türkçeye sadakat meselesi, yüzeysel bir dilcilik değil, millî varoluşla ilgilidir. Milletler, maddî başarıları, söze kattıkları değer, kelimeye yükledikleri mânâ ve dile giydirdikleri estetikle ayakta kalırlar. Dilde ahenk kaybolursa, düşünce seviyesi düşer; düşünce sığlaşırsa, irade zayıflar; irade çökerse, millet çözülür. Bu çözülme sessiz olur, fark edilmez... tâ ki o milletin tarih sahnesindeki son sözü sona yaklaştığında yankılanana kadar. Çünkü söz estetik/güzel değilse, hakikatten yoksundur. Güzellik ve hakikatten yoksun bir söz ise, gönle dokunmaz; gönle dokunmayan kelime de milletin ruhunu taşıyamaz.
Dilin estetiği şiir, düşünce, hitabet, yazı, hukuk ve bilim diliyle doğrudan ilgilidir. İlmiye tarihimizde yazılan fıkhî ve tasavvufî kitapların, kelâmî metinlerin, mektupların, tarih kitaplarının ve hatta resmî yazışmaların ciddi bir edebî derinliği yüksek bir fikrî seviyesi vardır. Çünkü hakikat, en güzel suretle söylenmeyi hak eder. Bu estetik/güzellik yok olursa: Fıkıh kuru hükme, ilahiyat yavan slogana, eğitim ezberciliğe, iletişim reklama, edebiyat şekilsiz "anlatı"ya dönüşür. Millet, sözdeki estetiği kaybettiği an, yüreğiyle düşünmeyi, aklıyla da hissetmeyi unutur. İşte bu unutma, özün kaybıdır. Ve öz kaybedilince millet, kendi sesine yabancılaşır, sonra da tarihin dışına düşer.
İvedilikle lise ve üniversite ders kitaplarında kelime sayısı olabildiğince arttırılmalı ve sözlük kullanımı hararetle teşvik edilmelidir. Türk ve dünya edebiyatının klasiklerinden en az yüz kitabın okutulmasının kayda değer bir yol açacağı şüphesizdir. Bunun yapılmaması halinde "bilimsel"lik kisvesine büründüğü halde edebiyattan ve estetikten münezzeh, makalesi ve kitabı okun(a)mayan mekteplilelere katlanmaya devam edilmek zorunda kalınacaktır.
Sözlüğü olmayanın söz hakkı da olmaz! Türkçenin kurtuluşu; sadeleştirmede değil, derinleştirme yolundadır. Söz kalmazsa fikir ölür. Fikir ölürse millet susar. Susan millet ise kendi yazmadığı tarihin seyircisi olur. Türkçe, kelimeleriyle yeniden şahlanmazsa; ilim, sanat, felsefe ve edebiyat başkalarının lisanında kiracı olarak yaşar. Bu halin uzun sürmemesi niyazımızdır.