Beklenen vefalı millet

Nihat Gül / Araştırmacı, Yazar
9.07.2021

Arif Nihat'ın "Yürü; hâlâ ne diye oyunda, oynaştasın?/ Bilmem, neden gündelik işlerle telâştasın" uyarısını dikkate alıp bu aziz milletin bir ferdi olarak şöyle bir silkinip kendimize gelmenin, kendimiz olmanın ve kendimiz gibi davranmanın vaktidir.


Beklenen vefalı millet

"Ey iman edenler! Sizden kim dininden dönerse, bilsin ki Allah yakında onların yerine öyle bir toplum getirir ki, Allah onları sever, onlar da Allah'ı severler; müminlere karşı yumuşak, kâfirlere karşı da onurlu ve şiddetlidirler; Allah yolunda mücahede eder, hiçbir kınayıcının kınamasından da korkmazlar. Bu, Allah'ın bir lütfudur, onu dilediğine verir. Allah, geniş ihsan sahibidir, her şeyi çok iyi bilendir." (Maide Suresi 54. ayet)

Elmalılı merhum, bu ayetin tefsirinde şu açıklamaları yapmaktadır:

Tefsirlerde açıklandığı üzere bu ayette anlatılan dinden dönme sadece bir olaya mahsus olmadığı gibi, bu toplum da belli tek bir milletten veya topluluktan ibaret değildir. Bu ayette zikredilen milleti, bir zamana mahsus tek bir millet değil, herhangi bir şekilde İslâm'dan yüz çevirenlerin, kendilerine, yerlerini terk ettikleri herhangi bir topluluk olarak anlamalıdır. Ayrıca burada itikat (iman) itibarıyla dinden dönme değil, amel bakımından dinden dönme, yani dini hassasiyetlerini kaybetme de söz konusudur.

Vaktiyle Yahudilerin Hıristiyanlara, Hıristiyanların Müslümanlara mevkii terk ettikleri gibi, İslâm nimetinin kadrini bilmeyen nankörler de onun kıymetini bilecek, şükrünü eda edecek yeni bir Müslüman milletine/toplumuna mevkii terk etmeye mecbur olacaklardır. İnsanlık tarihi, İslâm tarihi bunun büyük küçük misalleriyle doludur. Fertleri, küçük toplumları bırakalım da en büyük misallerine bakalım: Önce Araplar, kavimden kavime bu hizmeti yapmıştır. Bundan sonra Emeviler'in son zamanlarında olduğu gibi bu hizmet, Arap'tan Aceme doğru geçmiş, bu defa da Allah Türkleri göndermiş, Arapların, Farsların kıymetini bilemeyip kaybettikleri İslâm devletini ele alarak İstanbul'a ve oradan yeryüzünün her kıtasına yaymışlardır. Aynı şekilde onlar da bu nimetin kadrini, kıymetini bilmezse, yerlerini Allah'ın göndereceği diğer bir topluma terk etmeye mecbur olacaklardır. (Muhammed Hamdi Yazır; Hak Dini Kur'an Dili Tefsiri'nden)

Kur'an'ın bayraktarı

Bediüzzaman Said Nursî de (Allah rahmet etsin); "İşte ey ehl-i Kur'an olan şu vatanın evlatları! Altı yüz sene değil belki Abbasîler zamanından beri bin senedir Kur'an-ı Hakîm'in bayraktarı olarak, bütün cihana karşı meydan okuyup Kur'an'ı ilan etmişsiniz. Milliyetinizi, Kur'an'a ve İslâmiyet'e kale yaptınız. Bütün dünyayı susturdunuz, müthiş saldırıları defettiniz, tâ "...Allah onları sever, onlar da Allah'ı severler; müminlere karşı yumuşak, kâfirlere karşı da onurlu ve şiddetlidirler..." ayetine uygun düşen güzel bir örnek oldunuz. Şimdi Avrupa'nın ve Frenk-meşrep münafıkların entrikalarına uyup şu ayetin evvelindeki "...Sizden kim dininden dönerse..." hitabına uygun düşmekten çekinmelisiniz ve korkmalısınız! Ey Türk kardeş! Bilhassa sen dikkat et! Senin milliyetin İslâmiyet'le kaynaşmış, ondan ayrılması mümkün değil. Ayırırsan yok olursun! Bütün senin mazideki iftihar ettiklerin, İslâmiyet defterine geçmiş. Bu övünülecek şeyler, zemin yüzünde hiçbir kuvvetle silinmediği halde, sen şeytanların vesveseleriyle, entrikalarıyla o iftihar edilecek şeyleri kalbinden silme!" diyerek aynı noktaya parmak basmaktadır. (26. Mektup'tan)

Türk milleti olarak İslam'a yaptığımız ilk büyük hizmet, Evlad-ı Resul'e yani Ehl-i Beyt'e sahip çıkmamızdır. Sekaleyn hadisi olarak bilinen rivayetlerin bir kısmında Peygamber Efendimiz, ümmetine bıraktığı iki şeyden ikincisi olarak Ehl-i Beytini zikretmektedir veya hadis şerhlerinde "iki şeyden ikincisi" Ehl-i Beyt olarak açıklanmaktadır. (Diyanet İslam Ansiklopedisi, "sekaleyn" maddesi) Bu rivayetler söz konusu hizmetin kıymetini de ortaya koymaktadır.

Kerbela'da ve sonraki dönemde zulme maruz kalan Ehl-i Beyt mensupları, Orta Asya'ya özellikle Horasan ve Maveraünnehir bölgesine hicret ettiler. Yeni Müslüman olmuş Türk toplumlarında, kendilerine büyük saygı ve hürmet gösterildi. Yûsuf Has Hâcib Kutadgu Bilig'de seyyid ve şeriflere Hz. Peygamber'in soyundan geldikleri için özel muamele gösterilmesi ve bazı imtiyazların tanınmasını yöneticilere tavsiye etmektedir. Müslüman ilk Türk devletleriyle birlikte, seyyid ve şerifler zümresinin toplumun sosyal tabakalarından biri olarak kabul gördüğü dikkat çekmektedir. Bununla birlikte Ehl-i Beyt'in İslam'a davet çağrıları da mağdur ve mazlumun yanında yer alan Türkler arasında etkili oldu, onların İslamlaşma sürecine katkı sağladı.

Türk devletlerinin hemen hepsinde de Ehl-i Beyt'e itibar gösterilmiştir. Seyyid ve şerifleri âyandan sayarak onlara son derece saygılı olan Osmanlı Devleti'nde Yıldırım Bayezid zamanında bir makam olarak ortaya çıkan (802/1400) ve II. Bayezid döneminde bir kurum haline gelen "nakibüleşraflık müessesesi" devletin sona erişine kadar devam etmiştir. (DİA "nakîbüleşraf" maddesi) Türk milletinin bu Ehl-i Beyt sevgisi, diğer Müslüman toplumlara nispeten günümüzde de eksilmeden devam etmektedir. İslam'a girdikten sonra Türkler, zamanla diğer Müslüman milletler ve topluluklar arasından ön plana çıkmaya ve Abbasilerin son dönemlerinden itibaren de İslam'ın bayraktarlığını, Müslüman toplumların liderliğini yapmaya başladılar. Sahip oldukları sosyal, kültürel ve ahlaki birikimle birlikte, İslam'ın ilke ve değerlerini özümseyerek vahiy temelli yeni bir kimliğe bürünen Türkler, bu kimliklerini korudukları müddetçe -ki çoğunlukla böyle olmuştur- fethettikleri her coğrafyaya, yönettikleri her topluma adalet, barış ve huzur götürmüştür. Bu duruma düşmanlar dahi şahitlik etmektedir. İstanbul 'un Fethi öncesinde Bizans'ın komutanlarından Lukas Notaras'ın; "Bizans'ta Latin serpuşu görmektense Türk sarığı görmeyi tercih ederim" sözü bu gerçeğin en veciz ifadelerinden birisidir. Dindar Ortodokslar da Türk hâkimiyetini Latin hâkimiyetine tercih ediyorlardı. Bunda, Türklerin İslam hukukuna uygun olarak din ve vicdan hürriyetine verdikleri önem, en belirleyici rolü oynuyordu. (IŞIK, Hidayet, Mostar Dergisi, Mayıs 2010)

Başta Osmanlı olmak üzere Müslüman Türkler, hiçbir zaman sömürgecilik yapmamıştır. Nitekim Osmanlı Devleti'nin kurucularının tahta geçecek haleflerine yaptığı şu nasihatlerde de bu gerçeği görmekteyiz: "Bil ki bizim mesleğimiz, Allah yoludur ve maksadımız da O'nun dinini yaymaktır. Bizim davamız, kuru bir kavga ve cihangirlik davası değil, "i'lâyı kelimetullah"tır, yani Allah'ın dinini yüceltmektir! Oğul! Benim hanedanımdan her kim doğru yoldan ve adâletten ayrılırsa, mahşer günü Peygamberimizin (sav) şefaatinden mahrum kalsın!"

Sömürü nedir?

Günümüz itibariyle de bunun en bariz göstergesi, asırlarca Osmanlı hâkimiyetinde kalan topraklarda halkın dinini, kültürünü ve dilini muhafaza etmiş olmasıdır. Nitekim Prof. Dr. İhsan Süreyya Sırma'nın şu hatırası da konuyu net bir şekilde özetlemektedir: "Kuveyt'e konferansa gittim. Bir Arap profesör İngilizce konuşarak; 'Osmanlı bizi yıllarca sömürdü, asimile etti.' dedi. Ben de Arapça konuşarak; 'Osmanlı neyiniz vardı da sömürdü, petrolünüz bile yoktu. Size hiç dokunmadı size hizmet etti. Ben bir Türk olarak Arapça konuşuyorum, bu salondakilerin çoğunluğu Arap... Siz bir Arap olarak İngilizce konuşuyorsunuz sömürü budur!' dedim. Salonda alkış koptu." Osman Devleti'nin hüküm sürdüğü veya bir şekilde etki altında tuttuğu, üç kıtaya yayılmış coğrafyada, bugün itibariyle 60'a yakın bağımsız veya özerk devlet vardır. Ancak yine aynı coğrafyanın büyük bölümünde Osmanlı sonrası savaş ve kargaşa devam etmiş, kan ve gözyaşı hiç dinmemiş, huzur ve barış hâkim olmamıştır. Bu manzara, Müslüman Türk milletinin ifa ettiği tarihi görevin önem ve değerinin bir göstergesi olduğu gibi; bugün de aynı sorumluluğun hâlâ Türk milletinin omuzlarında olduğuna işaret etmektedir. Artık düşen bayrağın kaldırılma zamanı gelmiştir. Merhum Cumhurbaşkanımız Turgut Özal'ın; "Eğer çok büyük hatalar yapmazsak, 21. yüzyıl, 'Türk Asrı' olacaktır" sözünün idrakinde olmalıyız. Bugün dünyanın dört bir yanına baktığımızda, yukarıda zikrettiğimiz ayette işaret edilen yeni bir milletten söz edilebilecek gelişme ve emareler görülmemektedir. Görünen ve anlaşılan odur ki, bir kez daha bayrak düştüğü yerden kalkacak, necip milletimiz bir kez daha tüm dünyaya adalet, selamet, huzur ve barış getirecektir. Yeter ki; özümüze dönelim ve Mehmet Akif'in;

"Bir zamanlar biz de millet, hem nasıl milletmişiz, gelmişiz dünyaya milliyyet nedir öğretmişiz!" beytiyle işaret ettiği milli ve manevi değerlerimize sahip çıkalım.

400 çadırlık Kayı

Çok iddialı olduğumu, bir rüya âleminde gezindiğimi veya hayal dünyasında yaşadığımı düşünüp hafiften tebessüm edenlere, Osmanlı Devleti'ni 400 çadırlık Kayı Boyu'nun kurduğunu hatırlatmam yeterli olacaktır sanırım. Bununla birlikte, farklı coğrafyalarda farklı zamanlarda yaşanan şu üç olayı da hissiyatıma bir şahit olarak gösteriyorum: 1960'lı yılların başı, Afrika'da Libya çölleri... Ahmet Er 1960 darbesi sonrasında Milli Birlik Komitesi'nde çıkan görüş ayrılıkları üzerine tasfiye edilen 14'lerdendir. Libya büyükelçiliğine devlet müşaviri olarak atanır; bir anlamda Fizan'a sürülür Ancak o yine de küsmez ve görevini en iyi şekilde yapmaya gayret eder. Ülkeyi tanıma amacıyla yaptığı seyahatlerden birinde görevliler, yola yakın bir köyde halkın hürmet ettiği, yaşlı ve görme engelli bir zatın olduğunu söyler. Ahmet Er ziyaret esnasında yaşlı adamın elini öperken adam da ani bir hareketle onun elini öper ve "Hangimiz kârlıyız" diye sorar. Ahmet Er'in; "Tabiî ki bir büyüğün elini öpmekle ben kârlıyım" cevabına karşılık yaşlı adam şöyle der: "Hayır ben kârlıyım! Sen Fizan Çölü'nde kör bir bedevinin elini öptün, ben ise Osmanlı'nın elini öptüm" 2000'li yılların başı Kafkaslar 'da Gürcistan'da bir dağ köyü...

2001-2004 yıllarında Batum Başkonsolosu Hüseyin Avni Karslıoğlu'dur. Başkonsolosumuz, temin ettiği yardım malzemelerini kırsal kesimde ve dağ köylerinde din ve köken farkı gözetmeden muhtaç insanlara ulaştırmaktadır. Haliyle, uğradığı yerlerde ilgi ve sevgiyle karşılanır, halkla tanışma ve sohbet etme imkânı bulur. Bir gün ücra bir dağ köyünde köylülerle sohbet ederken, zor yürüyebilen yaşlı birinin makam arabasına yaklaştığını, arabaya tutunarak ön taraftaki forsa doğru yürüdüğünü ve yüzüne, gözüne sürerek bayrağı öptüğünü görür. Hüseyin Avni Bey yanına gider, yaşlı adamla ilgilenir ve niye böyle yaptığını sorar. Yaşlı adam Türkçe olarak şöyle cevap verir: "Nerelerdeydiniz, geç kaldınız, sizleri çok bekledik!"

2009 yılı Balkanlar'da Bosna Hersek'teyiz... Prof. Dr. Tufan Gündüz Hoca'nın TRT' de bir programda anlattığı, Bosna ziyaretlerinden birinde bizzat tanıklarından dinlediği olay: Bosna Hersek'te askeri birliğimiz var. Görevlerinin dışında muhtaç ailelere yardımlarda bulunuyorlar, okulları onarıyorlar, çocuklara elbiseler götürüyorlar. Yardım malzemeleri de Türkiye'den gönderiliyor. Yardım malzemelerini köylere kadar götürüyorlar ve eldeki listeye göre dağıtıyorlar. Balkanlar, tipik Karadeniz coğrafyası gibidir ve dağ köylerinde evler dağınıktır. Bir dağıtım esnasında köyün ileri geleni diyor ki; "Tamam burada dağıttınız ama bir yaşlı teyzemiz var, kayıt günü gelmemişti, biz de ismini yazmayı unutmuşuz, ona da yardım verebilir misiniz?" Bir yüzbaşı, bir binbaşı iki subayımız omuzlarına alıyorlar kutuları ve kış dolayısıyla kara bata çıka, yolu dahi olmayan eve kadar gidiyorlar. Yaşlı bir kadın açıyor kapıyı yakınlarını savaşta kaybetmiş, yalnız yaşıyor. Omuzlarında kutularla askerleri görünce; 'Türk müsünüz?' diye soruyor. Bizimkiler evet diye cevap verince yaşlı kadın; 'Geleceğinizi biliyordum!' der. Bunun üzerine iki askerimiz kapıya oturuyor ve ağlayarak Çırpınırdı Karadeniz Marşı'nı söylüyor; '...vefalı Türk geldi yine, selam Türk'ün bayrağına...'

Karınca iradesi

Evet, başta İslam coğrafyası ve Türk dünyası olmak üzere, tüm mazlum ve mağdur toplumlar vefalı bir milletin, Türk Milleti'nin yolunu gözlemektedir. Merhum Arif Nihat Asya'nın; "Elde sensin, dilde sen; gönüldesin, baştasın Sen ki burçlara bayrak olacak kumaştasın;" mısraları bu gerçeğin veciz bir ifadesidir adeta. Bu konuda; siyasetten bürokrasiye, askeriyeden diplomasiye, edebiyattan sanata, eğitimden diyanete, sanayiden ticarete, esnaftan zanaatkâra fert fert toplumun her kesimine büyük görev ve sorumluluklar düşmektedir. Bu davada her bireye düşen, "Ben kimim ki, ne yapabilirim ki?" vehmine kapılmadan, Hz. İbrahim'in atıldığı ateşe su götüren karıncanın iz'an ve iradesine sahip olmak, hiç değilse safını belli etmektir. Sıfatı, unvanı, konumu, makamı veya mevkii ne olursa olsun, işini ve görevini bu bilinçle ve hassasiyetle yapmalı ve yürütmelidir. Elbette düşüncemizi veya fikrimizi ifade edecek, siyasetimizi yapacağız; tabii ki ticaretimize, işimize bakacağız, sanatımızı veya mesleğimizi icra edeceğiz. Ancak bu milletin mensubu olan herkes, özel veya kamu, yaptığı işlerin ve ifa ettiği görevlerin kimi zaman doğrudan kimi zaman dolaylı olarak, bu amaca matuf ve mahsus bir yönünün bulunduğunu -öncelikle- gönlünden ve aklından çıkarmamalıdır. Bunun aksine davranış ve tutumlar ise sen ben davasından, kısır döngüden, kuru kavgadan, sadece para kazanıp dünyalık biriktirmekten, kasasını doldurmaktan, şan şöhret sahibi olmaktan, egosunu tatminden ibaret; şahsi, nefsi ve indi çabalar olarak kalacaktır. Bununla birlikte, tarihi gerçekler ve günümüzde bizzat tecrübe ettiğimiz gelişmeler de göstermektedir ki, bu nefsi tutum ve davranışlar, sahibinin niyeti/amacı veya doğurduğu neticeler itibariyle gaflet, delalet ve hıyanet olarak tezahür etmekte veya zamanla bu niteliklere bürünmektedir. Zaman yine bizleri çağırmakta ve zemin bizleri beklemektedir! Öyleyse yine Arif Nihat'ın; "Yürü; hâlâ ne diye oyunda, oynaştasın? Bilmem, neden gündelik işlerle telâştasın" uyarısını dikkate alarak, bu aziz milletin bir ferdi olarak şöyle bir silkinip kendimize gelmenin, kendimiz olmanın ve kendimiz gibi davranmanın vaktidir, vesselam...

[email protected]