BEN'deki BEN

Dr. Hülya Bulut / Marmara Üniversitesi
29.04.2022

Calhaun diyor ki; bütünü görmek konusundaki yetersizliklerini anlamak istemediklerinden insanların orijinal günahları sayılabilecek iki temel konu var: Birincisi, insanoğlunun sadece bulunduğu nazardan dünyaya bakmaya ve olup biteni anlamaya çalışması. İkincisi ise insanoğlunun kendisini etkileme şekillerine göre sürekli olarak bir şeyleri eleştirip anlamaya çalışması.


BEN'deki BEN

Bu yazıda, çevresel kirlilik, iklim değişikliği gibi konular üzerinden kapitalizm eleştirisi yapmayı ve bunu yaparken bu konuları iktisat ve kamu maliyesi bakımından ele almayı amaçlamıştım. Ama, İmam Gazali'nin kalpleri ısıtan "Biz ilmi Allah'tan gayri şeyler için öğrendik, ancak ilim Allah'tan başka şeyler için olmaktan kaçındı" sözü aklıma gelince, olaya sadece ekonomi açısından bakmamam gerektiğine yönelik hissiyatım bu yazının kaderini tayin etti. Teoloji, maneviyat olmadan hiçbir şeyin tamam olmayacağına inanıyorum çün ki. Buna ilaveten, hemen şunu belirtmeliyim, ne yazık ki ilahiyatçı değilim. Gerçekten bu alanda çok iyi ve çok derin bir eğitim almış olmayı arzu ederdim. Bu bağlamda, aklım erdiği kadar, disiplinler arası bir bakışla bazı hususları sizlerle birlikte düşünmeye ve anlamaya gayret edeceğim.

Dünyayı en çok kirletenler

Çevre kirliliği, iklim değişikliği gibi konuların; doğal kaynakların tüketilmesi, negatif dışsallıklar (negative externalities), çevre vergileri... gibi temel hususlar itibarıyla genel anlamda ekonomi-maliye alanları ile yolları kesişir. The European Union's Joint Research Centre verilerine göre CO2 emisyonu bakımından dünyayı en çok kirleten ilk beş ülke sırasıyla ve milyar ton ifadesi ile şöyle: (1) Çin:11,68, (2) ABD: 4,53, (3) Hindistan: 2,41, (4) Rusya:1,67, (5) Japonya:1,06. Ülkeler, birbirleri ile ticaret yapsınlar veya yapmasınlar yukarıda yer verdiğim rakamların etkilerine bir şekilde maruz kalmaları sebebiyle, bu rakamların sadece söz konusu ülkeleri ilgilendirmesi mümkün değildir. Bu temel gerekçe ile son derece hassas nitelik arz eden çevre kirliliği, iklim değişikliği vb. temalar uluslararası, hatta uluslarüstü regülasyonların da öznesi olmuştur. Uluslararası ticaret yapan ülkelerin, arz-talep dengesi itibarıyla bu ivmeye katkılarının (!) son derece iç karartan bir hal aldığı da ortadadır. Örneğin, milyar dolar cinsinden, Afrika'nın dünya ticaretindeki hacmine bakalım: (1) Avrupa Birliği (321), (2) Çin (254), (3) ABD (64), (4) Rusya (20). İlk taşı en günahsız olanımız atsın demek isterdim, ama buyurun bakın işte hepimiz günahkarız. Az veya çok hepimiz. Afrika bile!

Tevhidin rengi

CO2 emisyonuna ne pahasına katlanıyoruz diye sorarsanız, rekabete(!) dayalı dünya ekonomisinde büyüme, kalkınma ve gelişme için diye kısaca cevap verebilirim. Büyüme belli bir dönemde bir ülkede üretilen mal ve hizmetlerin parasal karşılığının ne kadar arttığının göstergesi, kalkınma üretim gücünün ve yaşam kalitesinin artmasına ilişkin olarak ortaya çıkan altyapı ve üstyapıdaki iyileştirmelerin göstergesi, gelişme ise büyümeye ve kalkınmaya bağlı olarak yaşam kalitesinin ne kadar değiştiğinin göstergesidir. Ancak, burada gözden kaçırmamamız gereken başka şeyler var: Büyüme, kalkınma ve gelişme üçlüsünün ardına sığınarak, dünyanın doğal kaynaklarını hoyratça tüketme eğilimi bakımından yüksek düzeyde sorumluluk taşıması gereken ülkelerin, dünyanın 5'ten büyük olduğunu adeta görmezden gelmeleri ve diğer ülkelerin "çevrecilik aşklarını!" yine "küresel bir ilahi aşk!" boyutuna getirmeleri var! O hiç vazgeçilemeyen, her durum ve koşulda ışıltılı bir şekilde servis edilen eşitlik, özgürlük, adalet üçlüsü ile dünya kaynakları üzerinde hakimiyet kurmak ve bu kaynakları sömürmek var! Merkezden yaratıcıyı çıkartıp, merkeze insanı yerleştirmek var! Bunu global bir ideoloji haline getirmek var! Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Konferansları gibi uluslararası platformlarda bile dünyanın gözünün içine baka baka tetiklenen "eksen kayması" var! Yani, "Tanrı'yı her bir renge ayrı ayrı boyamak var!". Renklere ayrılan Tanrı, bugün ormanlar için yeşil, yarın denizler için mavi, öbür gün yanardağlar için kırmızı olabilir! Sonra tüm bu renkler bir araya gelerek o rahmet ve bereket sembolü yağmurlar ile görmeye alışkın olduğumuz gökkuşağını farklı anlamlarda karşımıza çıkartabilir! Oysa, bizim inancımıza göre Tevhid'in tek bir rengi var. Ayrıştırmadığımız için de farklı renklerin arasına serpiştirilen diğer ideolojilerin alıcısı olmamız mümkün değil elbette.

Bu bağlamda, the London School of Economics and Political Science'ın (LSE) direktörlüğünü yaptığı dönemde derslerini keyifle dinlediğim ve şu anda Arizona State University'de profesör olan Craig Calhoun'un "Religion, Government&the Public Good" başlıklı bir konuşmasını dikkatlerinize sunmak isterim. Meraklılar YouTube'dan izleyebilirler. İnsanları bir arada tutan en temel unsurları; (i) kişisel beklentiler, (ii) paylaşılan kimlik ve ortak değerler, (iii) tarihle olan ilişkiler ile bu ilişkiler ışığında geleceği ortaya koymak şeklinde üç temel kategoride değerlendiren ve üstelik bu üç unsurun yapı taşının da din olduğunu ifade eden bir isim Prof. Calhoun. Sürdürülebilirlik için, insanlığa bahşedilen doğal kaynakları kamusal alan ve kamusal mallar perspektifinden ele alırken, aslında önceliğin çocuklarımız, torunlarımız ve gelecek nesillerimiz için onlarla nasıl bağ kuracağımızı bilmemiz gerektiğini vurguluyor ve en temel önceliğin birbirimize nasıl davranmamız gerektiğini bilmekten geçtiğini söylüyor. Yüksek manevi idealler için paylaşmanın önemine dikkat çekiyor ve büyük kamusal tartışmalara gerek kalmadan bireysel düzeyde bu kararları nasıl vermemiz gerektiği konusunda bizimle sohbet ediyor. İlginç geldi mi? Diyor ki; bütünü görmek konusundaki yetersizliklerini ve yeteneksizliklerini anlamak istemediklerinden insanların orijinal günahları sayılabilecek iki temel konu var: Birincisi, insanoğlunun sadece bulunduğu nazardan dünyaya bakmaya ve olup biteni anlamaya çalışması. İkincisi ise insanoğlunun kendisini etkileme şekillerine göre sürekli olarak bir şeyleri eleştirip anlamaya çalışması. (Bunları dinlerken nazarlar itibarıyla içimdeki ses, bana: "Doğu da Batı da Allah'ındır. Nereye yönelirseniz Allah'ın yüzü oradadır. Allah her şeyi kuşatan ve her şeyi bilendir." ayetini fısıldıyor. Yine içimdeki ses, kevn ü fesad'ı (oluş ve bozuluş) anlatıyor. "Bir "an" gelir, bir "anı" gelir; bir "an" gider, bir "anı" gider" diye de beni dürtüyor. Akıl, kalp ve hakikat bakımından bu geliş ve gidişlerde varlık ve zaman kavramlarını duyumsuyorum. "Akrep ile yelkovan varlığın nabzında, akrep ile yelkovan yokluğun ağzında" diyen rahmetli Necip Fazıl üstadımızı anıyorum, bir de!).

Prof. Calhoun devam ediyor. Bu yüzden haddimizi aşarak, kendimizi Tanrı'nın yerine koyarak karar verici konumda olmak istiyoruz. Oysaki hepimiz son derece sınırlı kapasitelere sahibiz. Her şeyi bilmemiz ve yargılamamız mümkün değil. Ve bunu yapmada hepimiz öyle başarılıyız ki, birbirimize kavuşmak ve bir araya gelmek yerine sürekli olarak birbirimizden uzaklaşıyoruz. Christianity and The New Social Order kitabının yazarı piskopos William Temple'ın da (1881-1944) kulaklarını çınlatıyor tüm bunları anlatırken. Yeni medya kanalları ile vizyonumuz genişliyor ama, vaad edilen bu vizyonerlik bizi hangi hipermetropluklara doğru sürüklüyor diye soruyor? (İçimdeki ses de peşimi bırakmıyor hani. Bu defa, acaba uzaklarımız yakın olurken yakınlarımız uzak olmuyor mu diye fısıldıyor bana! Kendimizi hangi konuma sokmuş oluyoruz diye de ekliyor! İbn-i Arabi düşüyor aklıma birden. Hakikatin akılla sınırlanamayacağını, sınırlamaların iyi sonuçlar getirmeyeceğini söylüyor. O zaman sadece akıl, yaşanmış tecrübeler ve dolayısıyla hafıza ile insanın kendisini sınırlandırmasının hakikate haksızlık etmek olduğunu tekrar anlıyorum. Adeta çarpım tabloları formatına indirgenmiş bir tekerrür algısının hakikate haksızlık olduğunu da. Rasyonalizm yoluyla sadece matematiğe, maksimum fayda minimum maliyet hesabına dayanan, bu nedenle de determinist bir bakış ile her şeyde tahakküm kurma ve her şeyi kontrol etme gayesinin ne kadar sıkıcı, bunaltıcı ve sürdürülemez olduğunu da. Karar vericilikteki zavallılığımızı da. Bezm-i Elestte O'ndan zuhur ettiğimizi de).

Limitlerimizi bilmeliyiz

Calhoun Hoca, aslında onu dinlerken benim kimi, kimleri dinlediğimden habersiz anlatmaya devam ediyor: Tanrı'nın bizi asıl yaratma amacının ne olduğunu bilmemiz mümkün değil. Tanrıcılık oynamak yerine mütevaziliğe ulaşmayı amaç edinerek kendi limitlerimizi bilmemiz gerekir. "We have to choose to be a person rather than an individual" derken de, bireyciliğin (individualism) makro ekonomik teorinin esas aktörü olduğunu söylüyor. Hiç kimse başka insanlarla bir arada olmadan, kendisinin insan olduğunu iddia etmemeli diyor. Bunları söylerken ailenin, bireysel ilişkilerin, iletişimin, bir bütünün parçası olduğumuzun altını çiziyor. "To be a person" ilişki kurmayı gerektirir, tıpkı insanların gözlerine bakarak birbirini anlamayı gerektirdiği gibi derken gözleri ışıldıyor. Devlet de bu ilişkileri kurmak için modern toplumlardaki ana dayanak noktası olmalıdır diye sürdürüyor. (İçimdeki ses paylaşmaktan yana zekât diye haykırıyor. Üstünlüğün takvada yani duyarlı ve sorumluluk sahibi insanlarda olduğunu, tek ebedi ve ezeli varlığın Allah olduğunu, O'nun yanında hepimizin fakir olduğunu, zenginlik kavramının sorgulanması gerektiğini ard arda, bir çırpıda sıralayıveriyor. Derken, Farabi'yi duyumsuyorum bu defa. O'nun sıcaklığını, derinliğini. Pek çok şeye muhtaç olarak yaratılmış insanların varlıklarını sürdürmede yardımlaşarak bir araya gelmeleri, toplanmaları gerektiğini, bunun erdemli bir toplanma olduğunu, erdemli ulusun ve erdemli dünyanın böyle olacağını anlattığı El Medînetü'l- Fâzıla'nın sayfalarını çeviriyor yüreğim). Calhoun Hoca; Jürgen Habermas'ın son derece seküler olan, fakat zaman içinde din ile daha çok ilgilenen bir Alman filozof olduğundan bahsediyor. Habermas'ın şu ilginç tespitine dikkat çekiyor: Seküler solun kurtuluşu hayal etme bilgeliği tükenmiştir, daha ulvi, daha yüksek bir amaca bağlanmak için kişisel motivasyon elde etme bilgeliği tükenmiştir! Belki bu durum bir kefaret meselesi olarak ele alınabilir. Tüm kayıplara/zararlara geri dönerek hem de! Bu noktada, dayanışmayı sağlamak ve daha iyi bir toplumsal yapıya kavuşmak için fedakârlık yapmak gerekir diye de ekliyor. (İçimdeki ses bir kere daha merhamet, vicdan, paylaşmak, zekât diyor. Hiç susturamıyorum o sesi. Öyle gürül gürül akıyor ki içime: Fakirliğim övüncümdür diyor, komşusu açken tok yatan bizden değildir diyor, bir lokma bir hırkanın faziletindeki ölçülülük ve zarafet bir had bilme göstergesidir ve aslında bu da en medeni duruş olan Elif duruşunun kaynağıdır, diyor. Şah damarınızdan daha yakın hani hatırlasanıza, derken, ben artık kendimden geçiyorum. Bir zikir halindeyim adeta. Zikrettikçe gözlerim doluyor. Gözlerim doldukça, yanaklarımdan yaşlar süzülüyor. Yanaklarımdan yaşlar süzüldükçe ellerimi yüzüme götürüp onlara dokunuyorum. Dokundukça, her bir damla gözyaşım ile konuşuyorum. Aklımız, kalbimiz ve ruhumuz aracılığıyla kendimizi kemale erdirmek için yapmamız gerekenler zaten bildirilmemiş miydi? Kemal-i ihtiram ile arz edilen ve adına veda denilen vuslatlar için terk-i dünya, terk-i ukba, terk-i hestî, terk-i terk yolculuğu çare olmaz mı? diye soruyorlar bana. İnsana en çok kendi hüznünün yakıştığını bildiğimden, herkes kendi cevabını verse olmaz mı diye sessizce geçiriyorum içimden, susmadan hemen önce...). Prof. Calhoun'un ilgi çekici tespitleri bunlarla da bitmiyor: Dinî kavramların, seküler kavramları bilgilendirmesi gerektiğini söylüyor! Hiç dinî kitap okumamış insanların nasıl aydınlatılacağı üzerine düşünülmesi gerektiğini de. Ulvi amaç için bunun şart olduğunu da. Dinî konuların, üniversite ve alan ayırımı yapılmaksızın mutlaka okutulması ve tartışılması gerektiğini de. Shakespeare gibi bazı kişilerden yapılan alıntılarının insanlık için yeterli olamayacağını da. Hem insan haklarının hem de insan hakları evrensel deklarasyonun kasvetli olduğunu da. İnsan onuruna ilişkin öz'ün, dinî söylemlerden ortaya çıktığını da. Dinî kökler olmadan, kendimizi güvende hissedeceğimiz bir geleceğe ait olabilmemizin ve dünyanın sürdürülebilirliğinin mümkün olmadığını da.

Elhamdülillah Müslüman bir toplumuz. Hıristiyanlığın neden bir din olamayacağı hakkında, konunun uzmanları çok güzel araştırmalar yapmış, makaleler, kitaplar yazmış. Söz sahibi olamayacağım bir alanda vurgulamak istediğim şey bu değil. Vurgulamak istediğim şey şu: Amerikan ve Hıristiyan bir akademisyenin ekonomik ve sosyal bir konuya ilişkin yorum yaparken, din ile ilgili görüşlerini bu kadar net bir şekilde açıklamasına karşın, benzer bir yaklaşım sergilediğimiz zaman bizim neden gerici olarak etiketlendiğimiz, niye istenmeyen kişi ilan edildiğimiz! Hiç düşündünüz mü? Gerçek kişiler tarafında ne yazık ki büyük ölçüde hayatın olağan akışı haline gelen bu durum, tüzel kişiler tarafında da benzer şekilde içselleştirilerek kurumsallaşmış durumda. Buradaki tehlike, aktarım mekanizması yoluyla bunun gelecek nesillere taşınabilir olması ve kuvvetle muhtemel dokunduğu her şeyi tezyif edecek olması. Yazık değil mi? Ama hatırlarsanız güzel bir söz var. Ne demiş büyüklerimiz: "Her yasal hak, helal değildir!" Hak gibi görünen bâtıllardan Allah saklasın, ne diyelim!

An itibarıyla yazı biterken, ben de sanki bir rüyadan başka bir rüya için uyanıyorum. Farkında olmamız duasıyla ...

[email protected]