Beşinci yılında Arap Baharı: Devrim, karşı devrim ve bölgesel kriz

Veysel Kurt / SETA İstanbul Araştırmacı
6.12.2014

Yeni bir siyasal inşa için kendi içinde vesayet odakları ile mücadele eden Türkiye’nin bölge ülkeleri içindeki statükonun devamından yana tavır izlemesi çelişki olurdu. Türkiye’nin, yeni ittifaklar-karşı ittifakların oluştuğu, yeni aktörlerin sahneye çıktığı bu dinamik süreçte hiçbir gelişmeyi uzaktan izleme lüksü yok. Ancak pasif kalma korkusu ile panik halinde hareket etmemesi gerekir.


Beşinci yılında Arap Baharı: Devrim, karşı devrim ve bölgesel kriz
Ortadoğu’da tarihi akışı değiştirmesi beklenen olayların başlamasının üzerinden neredeyse dört yıl geçti. Her ne kadar bu süreç devam ediyor olsa da bir muhasebe yapmak için elimizde hatırı sayılır bir veri birikti. Tunuslu Bouazizi’nin kendini yakmakla açığa vurduğu isyan, sadece kendisinin değil bölgede yaşayan insanların, rejimin imkanlarını hoyratça kullanan kesimler dışında, neredeyse tamamının biriktirdiği öfkenin bir dışa vurumuydu. Neydi bu öfkenin kaynağı? İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra halklarının ekonomik, siyasal ya da sosyal alandaki hiçbir talebine, hissiyatına cevap vermemiş, uluslararası arenada bir varlık gösterememiş, bir yandan İsrail düşmanlığı üzerinden kendi meşruiyetini sağlamaya çalışan ve fakat İsrail’e karşı da hiçbir varlık gösteremeyen rejimlerdi. İsyanın sebepleri saymakla bitmez; çünkü isyan etmek için bütün sebepler mevcuttu. Bu yüzdendir ki isyanların en görünen ve istisnasız unsuru öfke olmuştu. 
 
Soğuk Savaş boyunca uluslararası sistemin yapısından faydalanarak güvenliğini uluslararası ittifaklarla sağlayan rejimler, imkânlarının önemli bir kısmını içerdeki muhalefeti dizginlemek için kullandılar. Muhalefete yönelik zor ve baskı araçlarını kullanmaktan çekinmeyen rejimler özellikle seçim dönemlerinde ise seçmeci (cooptation) yaklaşımlarla muhalefetin siyasal alanda bir değişime yol açmasının önüne geçti. Bu durum kaçınılmaz olarak bir meşruiyet sorununu doğurdu. İsyanların üzerinde yükseldiği zemin uluslararası konjonktür ile bu meşruiyet kaybının kesişme noktasıydı.  Tunus’ta yirmi iki yıllık Bin Ali iktidarını yerinden edip Mısır’a sıçradığında, isyanların bütün bölgeye yayılması beklendi, nitekim öyle de oldu.
 
Bu sosyo-ekonomik ve kurumsal benzerliklere rağmen Tunus, Mısır, Libya, Yemen, Suriye, Ürdün ve Bahreyn gibi büyük çaplı gösterilerin gerçekleştiği ülkelerde farklı dinamiklerin devreye girmesi ile süreç farklı noktalara evrilmiştir. Bu ülkelerden Tunus, Mısır, Libya ve Yemen’de iktidar değişimi gerçekleşirken, Suriye’de rejimin iktidarda kalabilmek için tüm gücünü kullanması sonucu mesele önce bölgesel, sonra da uluslararası bir boyut kazandı. Ürdün ve Bahreyn’de ise protestolar sonuçsuz kaldı. Dolayısıyla İsyanlar başladığı andan itibaren süreci şekillendiren üç temel unsurdan bahsedilebilir. Bunlar muhalif hareketler, ülkelerin güvenlik güçlerinin tutumları ve uluslararası aktörlerin tepkileri. Bu üç unsurun birbirleriyle nasıl etkileştiği dikkate alınarak genel bir çerçeve çizilecek olursa karşımıza şöyle bir tablo çıkmaktadır: Muhalif hareketler, farklı düzeylerde bir değişimin yaşandığı tüm ülkelerde güçlü ve hem ideolojik hem de sosyo-ekonomik açıdan heterojen bir karaktere sahipti. Güvenlik güçlerinin sürece müdahil olma biçimi ise çok kritik bir rol oynadı. Güvenlik güçlerinin ağırlıklı bir kesiminin veya tümünün muhalif hareketlere destek olduğu Tunus ve Mısır’da iktidar değişimi yaşandı; güvenlik güçlerinin bölündüğü Yemen ve Libya’da iktidar değişimi iç savaşla birlikte yaşandı. Güvenlik güçlerinin siyasal iktidara sahip çıktığı ülke olan Suriye’de ise iç savaşa rağmen henüz bir iktidar değişiminden bahsetmek mümkün değil. Uluslararası aktörlerin tavırları başlangıçta bir katalizör etkisi gösterirken, bugün süreci domine eden temel unsur konumunda. Libya, Yemen ve Suriye uluslararası güçlerin -kimi zaman doğrudan müdahale kimi zaman vekalet savaşları aracılığı ile- mücadele alanına dönüşmesi bu durumun temel göstergesidir. 
 
Devrim eksik mi kaldı? 
 
Bugün gelinen noktada hiçbir ülkede beklenen değişimin tam anlamıyla gerçekleşmiş olduğu iddia edilemezse de her şeyin eskisi gibi olduğunu söylemek de oldukça güç. Olayların ilk başladığı ve iktidar değişiminin en hızlı yaşandığı ülke olan Tunus Cumhurbaşkanlığı seçimleri ile önemli bir aşama kaydetmiş olacak. Ordunun değişim yönünden ağırlığını koyması ve uluslararası aktörlerin mücadele alanına dönüşmemesi, dönem dönem yaşanan türbülanslara rağmen ülkenin istikrarlı bir geçiş sürecinde etkili oldu. Aktörlerin maksimal taleplerden ziyade bir uzlaşma siyaseti izlemleri sürecin motor işlevini üstlendi. Özellikle Anayasa yazım ve onaylanma sürecinde Batılı aktörlerin yaptığı laiklik vurgusu, “laikliğin Batılı bir proje” olarak algılanması sebebiyle özellikle Nahda tabanında bir rahatsızlık yaratmış olsa da kurumsal bir tepkiye dönüşmedi. Önümüzdeki günlerde gerçekleşecek cumhurbaşkanlığı seçiminden sonra Tunus hem sürecin işleyişi hem de vardığı nokta itibariyle “Arap Baharı”nın bir istisnası olacaktır. 
Bölgesel değişim sürecinin kilit ülkesi sayılabilecek Mısır’da ise siyasal iktidar değişimini mümkün kılan unsurlar ne idiyse, karşı-devrimin de zeminini oluşturdu. Tunus’ta olduğu gibi Mısır’da iktidar değişiminin önünü açan en önemli unsur şüphesiz ki ordunun tavrıydı, bugün gelinen noktanın mimarı da Mısır ordusudur.  Zaman zaman, ordunun başından beri bu durumu planladığı, önce Mübarek’ten sonra da İhvan’dan kurtulduğuna dair yorumları beraberinde getirmiştir. Sürecin bütününü mevcut noktaya gelecek şekilde kurgulayacak bir planın olup olmadığını bilmek zor. Ancak kesin olan şey, ordunun Mısır’da ekonomik, siyasi ve sosyal alandaki ağırlığından kolay kolay vazgeçmediğidir. Ordu, sürecin başından beri kendini üçüncü bir aktör olarak konumlandırmış ve tamamen kendini merkeze alarak hareket etmiştir. Devrim sürecinde muhalefetten yana mevcut olan uluslararası desteği arkasına alarak iktidar konsolidasyonu açısından önemli bir avantaj kazanmıştır. Batılı ülkelerin diplomatik alanda sağladığı meşruiyet ve finansal açıdan körfez sermayesi ile ayakta durabilen mevcut iktidar için bu destek aynı zamanda iktidarın yumuşak karnını oluşturmaktadır. 
 
Darbe yönetimi, Mursi yönetimine karşı gerçekleştirilen gösterilere dayanarak ve dahası 3 Temmuz darbesini, 25 Ocak devriminin bir devamı olduğu söylemini işleyerek meşruiyet arama çabasındaydı. Darbe karşıtlarını ise düzen bozuculukla, İhvan mensuplarını da terörizmle suçlayarak halkın önemli bir kısmını arkasına almaya çalıştı. Ancak Mübarek’in yeniden yargılanması ve 25 Ocak devriminde gerçekleşen ölümlerden suçsuz bulunarak beraat ettirilmesi, 25 Ocak devriminin bütün aktörlerini yok saydığı anlamına gelmektedir. Bunun bir adım ötesi ise devrim sürecine katılan herkesin asayiş suçlusu olarak ilan edilmesidir. Mevcut iktidarın sürdüremeyeceği bir açmazı ise Türkiye ile olan ilişkileridir. Nasır döneminden bu yana dış tehdit olarak gösterilen İsrail, bütün iktidarların hem meşruiyet kaynağı hem de Arap dünyasındaki prestij kaynağıydı. Bugün ise mevcut Mısır iktidarının, İsrail’in yerine Türkiye’yi ikame etmeye yönelik çabaları söz konusudur. Sebebi ne olursa olsun Mısır’da gerçekleşen her büyük gösterinin İsrail aleyhine bir mitinge dönüştüğü hesaba katılırsa, bu siyasetin sürdürülemeyeceği açıktır. Yine de ifade etmek gerekir ki, bütün açmazlarına ve zorluklarına rağmen, mevcut konjonktürde iktidarın kendi gücünü pekiştirdiğine şüphe yok.  
 
Batı’nın ikircikli tavrı 
 
Bu sürecin en karmaşık ve en can yakıcı kısmı Suriye nezdinde yaşanmaktadır. Dünyanın gözü önünde yaşanan katliamlar, olayların bu noktaya gelmesini maalesef engelleyememiştir. Nusayri temelli rejimin varlık/yokluk güdüsü ile savaşması ve sağladığı uluslararası destek bu güne kadar dayanmasını sağlamıştır. Suriye’deki savaşın uluslararası aktörlerin bir hesaplaşma aracına dönüşmesi savaşın hem yoğunluğunu artırmış hem de uzun sürmesinin temel sebebi olmuştur. Bugün Suriye krizinin çözülmesi için getirilen çözüm önerileri ise Esed’in varlığını devam ettirme arayışını yansıtmaktadır. Önce özel temsilci De Mistura’nın ateşkes teklifi, sonrasında ise Esed ve muhalifleri anlaşmaya zorlama teklifleri gündemi meşgul etmektedir. Daha önceki bütün süreçleri yok sayması bir yana, bu teklifin neden karşılık bulmayacağı ise iki sebepten dolayı gayet açık: Birincisi, Esed bu tür müzakere gündemlerini sadece zaman kazanma amacıyla kullanmıştır. İkincisi ise, eğer Esed geçici bir yönetim içinde düşünülüyorsa varlığına neden ihtiyaç duyuluyor, eğer iktidarın asli bir unsuru olarak görülüyorsa muhalefetin bunu kabul etmesi imkansız. Dolayısıyla iki yüzbini aşkın ölü ve milyonlarca insanın göç etmek zorunda kaldığı bir trajedinin ardından bu formülün kabul görmesi oldukça zor. Özellikle sahada savaşan gruplar göz önüne alındığında, uluslararası aktörlerin Esed’li bir formül üzerinde anlaşması da bir anlam ifade etmez. Suriye konusunda farklı paradigmalara sahip Türkiye ile Rusya’nın geniş çaplı ekonomik işbirliğine rağmen pozisyonlarının kısa zamanda değişmesi de mümkün görünmüyor. 
 
Değişim sürecinin başladığı anda Batılı ülkeler, halkın taleplerinin karşılık bulması gerektiğine dair açıklamalarla muhalifleri cesaretlendirmişlerdir. Bu tavır 1990’lı yıllardan beri bölgenin demokratikleşmesi gerektiğine dair tazyiklerle örtüşüyordu. Ancak süreç ilerledikçe Batılı ülkelerin ve özellikle ABD’nin bir söylem ve siyaset değişikliğine gittiği ifade edilebilir. Bu değişim kendini önce Mısır’daki darbe, sonrasında ise Suriye krizine karşı takınılan tavırda gösterdi. Bu durum Batı’nın Ortadoğu’da nasıl bir değişim istediği sorusunu gündeme getirmektedir. Batılı aktörler, farklı siyasal ve ekonomik sonuçlar doğurabilecek bir değişimin en önemli blokajı oldu. Kendi içinde oldukça çelişkili olan bu tavrın maliyeti ise bölge halklarına fatura edildi. Ortaya çıkan karmaşayı ortada bırakarak çekilen Batılı aktörler için değişim basit bir maliyet-fırsat hesabından ibaret kaldı. 
 
Türkiye kaybetti mi?
 
Arap Baharı’nın başladığı andan itibaren en net pozisyonu takınan ve bu pozisyonu devam ettiren ülke Türkiye oldu. Bu durum hem içerdeki muhalefet unsurları hem de uluslararası medya tarafından oldukça eleştirildi. Türkiye başından beri halkların taleplerinin meşru olduğuna dair vurgu yaptı. Bu tavır hem ahlaken hem de siyaseten karşılığı olan bir tavırdır. Daha önemlisi ise, yeni bir siyasal inşa için kendi içinde vesayet odakları ile mücadele eden Türkiye’nin bölge ülkeleri içindeki statükonun devam etmesinden yana tavır izlemesi hem çelişkili hem de son on yıldaki politikaları göz önüne alındığında oldukça maliyetli bir tavır olurdu. Gelinen noktada Türkiye’nin dikkat etmesi gereken en önemli şey ise şudur: Türkiye’nin, yeni ittifaklar-karşı ittifaklar oluştuğu, yeni aktörlerin sahneye çıktığı bu dinamik süreçte hiçbir gelişmeyi uzaktan izleme lüksü yok. Ancak pasif kalma korkusu ile panik halinde hareket etmemesi gerekir. Her iki tavır da Türkiye’yi ortada kalan risklerin taşıyıcısı konumuna düşürebilir.