‘Beyaz adam’ın yükü giderek ağırlaşıyor

Prof. Dr. Ali Murat Yel - Marmara Üniversitesi
19.09.2015

Madem demokrasi bize gelmiyor, o zaman biz demokrasiye gidelim diyerek yıkılmakta olan ülkelerini terk ederek Batı’ya gitmeye çalışan bu insanlar aşağılayıcı bir tabir olan “kaçak” kelimesiyle tarif ediliyor. Ve maalesef kimse bu insanların neden vatanlarını ve evlerini terk etmeye mecbur bırakıldıklarını sorgulamıyor.


‘Beyaz adam’ın yükü giderek ağırlaşıyor

Ondokuzuncu asrın sonlarında Amerikan ve Avrupalı emperyalizm artık zirve noktasına ulaşmış, beyaz ırkçılık artık ten rengi daha koyu olanlara karşı hâkimiyetini ilan etmişti. Beyaz ırkçılık kendisinden başkalarının insan bile olup olmadıklarını sorma noktasına gelmişti. Üstelik bu tür fikirler Batı toplumlarının sosyo-ekonomik olarak en üst ve en eğitimli kesimlerinde daha çok rağbet görüyordu. Hepimizin bildiği gibi, ırkçılık, Batı’nın Afrika ve Asya gibi yerlerdeki zengin kaynaklara sahip bölgelerin sömürülmesinde Batılılara meşruiyet kazandırmak için ortaya atılmış ve kabul edilmesi normal insanlarca pek de mümkün olmayan saçma bir fikirdi. Sanayileşmeyle birlikte hammadde ihtiyacını dünyanın neresinde bulursa almayı kendisinin bir hakkı olarak gören Batı, zenginleşip savaş makinesini de olgunlaştırdıktan sonra artık dünyanın geri kalanını “uygarlaştırma” projesine yönelebilirdi. Britanya’nın üzerinde güneşin batmadığı imparatorluğunun sonuna gelindiğinde yine onların soyundan gelen Amerikan yönetici sınıfı -zaten beyaz ırkın üstünlüğüne inanmanın ötesinde bu ırkın kendi içinde de en üstünlerinin (sanctumsanctorum) Anglo-Sakson ırkına mensupların olduğuna kendilerini inandırdıkları için- dünya imparatorluğu rolüne kendisini uygun bulmuş ve 1898 yılında Birleşik Devletler Karayipler ve Pasifik’teki İspanyol kolonilerini ele geçirmeye çalışmıştı. Tarihte “İspanyol-Amerikan Savaşı” olarak bilinen bu girişim elbette beyaz ırkın üstünlüğüne inanan RudyardKipling (1865-1936) gibilerini heyecanlandırmış ve çok meşhur olan “Beyaz Adamın Yükü” (1899) adlı şiirini yazmasına sebep olmuştu. Altbaşlığı “Birleşik Devletler ve Filipinler” olan bu şiirde Kipling takımadalarda yaşayanların kendilerini gönüllü olarak beyazlara köle statüsünde teslim etmelerini ve ancak bu suretle medeniyete ulaşabileceklerini tavsiye etmektedir. Bu sözde geri kalmış insanların medenileştirilmesi maalesef (!) beyaz adamın omuzlarına bir yük olarak kalmıştır.

Beyaz adamın yükünü omuzla

Evlatlarının en iyilerini yolla

Sürgün kader olsun oğulların için

Senin esirlerine hizmet için...

Topla tüfekle demokrasi

Bu “yarı-şeytan ve yarı çocuk” mesabesindeki insanlar zaten kendi ihtiyaçlarını karşılamaktan bile acizdirler ve onlara acilen demokrasi filan götürülmesi lazımdır...  Bu hikâye Batı’nın sanayileşmesinden beri sürekli olarak tekrar edegelmektedir ve en son en canlı örneklerini Orta Doğu’da görmekteyiz. Hatta “Irak Operasyonu” olarak adlandırılan savaşın Filipinler’in fethedilme çabasıyla pek çok benzerlik gösterdiği iddia edilebilir. Her ikisi de ideolojik elitlerin zorlamasıyla zaten zayıf ve istikrarsız ülkelere yapılmış ancak her ikisinde de Amerika Birleşik Devletleri umduğu menfaatleri elde edememiştir. Fakat bu çeşit operasyonlardan ders çıkarmak yerine hala geçen asırdaki Filipinlinin, Haitilinin, Kübalının ve bu asırdaki Iraklının veya Suriyelinin gizliden gizliye Amerika’yı bir kurtarıcı olarak gördüğüne kendilerini inandırmaya devam etmektedirler. Kipling’in ruhu bugün de Amerika Birleşik Devletleri’nin siyasi yönetim ofislerinde tüm canlılığıyla dolaşmaya devam etmektedir. Dünyanın geri kalanı ise Konstatinos P. Kavafis’in(1863-1933) deyimiyle “Pazar yerlerinde toplu olarak barbarları beklemekte” (1904) ve bu süreçte kendilerini idare edecek kanun ve yasaları bile çıkarmaktan aciz bir durumda, onların kendilerine hediye olarak getirecekleri demokrasiyi ve yönetilmeyi dilemektedirler.

Kendilerine “demokrasinin toplarla ve tüfeklerle getirilmesi”nden bıkmış olan Orta Doğu ve Kuzey Afrika ülkelerinin son birkaç yıldan beri kendilerinin talep etmeye başladıkları ve sonradan “Arap Baharı” olarak adlandırılan demokratikleşme sürecinin de maalesef yine Batı’nın jeopolitik ve ekonomik çıkarlarına uygun bir gelişme olduğu anlaşılmıştır. Ancak bu süreçte Batı ve onun müttefiklerinin hiç beklemediği bir gelişme yaşanmış ve ortaya DAİŞ denilen bir canavarın çıkmasıyla bölgedeki herkes korkuya kapılmıştır. Batı için beklenmeyen olayların belki de en korkuncu ise zaten dört yıldan beri yıkıcı ve ölümcül bir iç savaşla boğuşan Suriye başta olmak üzere bölge insanlarının bu yıkımdan kaçmaktan başka çare bulamayıp yüzlerini bütün bu olayların müsebbibi olan Batı’ya çevirmeleri olmuştur.

‘Kaçak göçmen’ diyenler

Madem demokrasi bize gelmiyor, o zaman biz demokrasiye gidelim diyerek yıkılmakta olan ülkelerini terk ederek Batı’ya gitmeye çalışan bu insanlar önce aşağılayıcı bir tabir olan “kaçak” kelimesiyle tarif edilmişlerdi. Böyle bir tabir, Akdeniz üzerinden önce İtalya’ya ulaşmaya çalışan gemiler ve diğer deniz araçlarındaki insanların zaten “suçlu” olduklarını baştan ilan eden bir görüşün açıkça ifade edilmesiydi. Türkiye medyası da kendisi haber üretmek yerine ajansların kendilerine sundukları haberleri kullanma kolaycılığıyla hemen bu tabiri kullanmaya başlamışlardı. Nedense büyük bir insan göçünün yaşandığı o günlerde hiç kimse bu insanların neden vatanlarını ve evlerini terk etmeye mecbur bırakıldıklarını sorgulamadıkları gibi hemen hemen her gün bu deniz ulaşım araçlarının batma tehlikesiyle karşılaştıklarını da sorgulamıyordu. Akdeniz’de nispeten büyük gemiler bir şekilde yardıma muhtaç kalıyor ve İtalyan sahil güvenlik ekipleri onları kurtarıyordu ama sonra bu insanlara neler oluyor diye kimse sormuyordu. Bir süre sonra dünya tarihinde bugüne kadar eşine rastlanmamış bir hızla Suriye ve Irak’tan insanlar ölüm korkusuyla Türkiye’ye sığınmışlar ve ülke 2 milyondan fazla insana ev sahipliği yapmaya başlamıştı. Geçim derdine düşen bu insanların bir süre sonra umutlarını Avrupa’ya bağlayarak Türkiye’den Yunanistan’a gitme çabaları da ne yazık ki Ege denizinin soğuk sularında sona eriyordu. Teknelere her nedense haddinden fazla insan dolduruluyor ve kaçınılmaz olarak denizin ortasında batmaya mahkûm bırakılıyordu. Burada da yine kimse bu insanların kimler aracılığıyla bu güvensiz araçlarla kaçırılmaya çalışıldığını ve kendilerine birer can yeleği bile çok görüldüğünü sorgulamıyordu. Hala bu işlerden kimlerin nasıl bir kazanç elde ettikleri de bilinmemektedir. Bir taraftan bu çaresiz insanlar mali olarak sömürülmekte öte yandan da gitmek istedikleri Avrupa’ya götürülmemektedir.

Gerçi ulaşmak istedikleri Avrupa’da nasıl karşılandıkları, ulaşabildikleri Yunanistan, Makedonya ve Macaristan’da medyaya yansıyan görüntülerde insanlık dışı muamelelere maruz kaldıkları artık saklanma ihtiyacı bile duyulmuyor. Zaten ilk defa bu insanların tercihlerinin neden Batı olduğu sorgulanmamış, sanki orada her şey süt limanmış gibi takdim edilmişti. Bu asrın başlarında Türkiye’den her türlü zorluğa rağmen vize almayı başarabilmiş insanlar bile gittikleri Avrupa şehirlerinde uçaktan bile indirilmeden (benim de bizzat başıma gelmişti) spreylerle dezenfekte edilme gibi uygulamalara maruz bırakılmaktaydılar. Zaten modern dönemlerin bir uygulaması olan vize temin edilmesi bile Batı’nın kendisinin ne kadar temiz olduğu algısına karşın diğerlerinin o temiz yerlere girme haklarının sorgulanma metodudur. Bırakın vizesi olmayı, çoğunda pasaport bile olmayan bu insanların karşılaşacakları muamele elbette Batı’ya yakışır olacaktı. Diyelim şimdiye kadar sayılan bunca zorluğu aşabilen insanlar olsa bile gittikleri ülkelerde sokaklarda aşağılayan bakışlara muhatap olmadan özgürce ve rahatça yürüyüp yürüyemeyecekleri, iş bulup bulamayacakları, sosyal hayatta İslamofobiye maruz kalıp kalmayacakları hep soru işareti olarak kalacaktır.

Tarihin belki de bu en büyük insanlık trajedisi karşısında Batı bırakın sınıfta kalmayı sığınmacılara tekme atmak suretiyle yaramaz öğrenciler gibi disiplin suçlarıyla okuldan atılmayı bile hak etmiştir. Beyaz adamın yükü maalesef her geçen gün artmakta! Eskiden sadece sömürdüğü ülkelerde yaşayanlara medeniyet götürmekle sorumluydu. Bugün kendisinin sebep olduğu yıkımlardan kaçıp gelen insanlara kucak açmak zorunda kalıyor! Bu insanları kendi insanlarının beğenmediği işlerde çalıştırıp sömürmeye devam etmeye yani... Kendilerine bu ağır yük altında kaldıklarından dolayı kolaylıklar dilemekten başka da bir şey elimizden gelmemektedir.

[email protected]