Bienal’in bu yılki başlığı ve kavramsal çerçevesi ile Gezi Parkı olayları ilginç bir tesadüf oldu. Gezi Parkı eylemleri, bir yanda Bienal kapsamında sipariş edilmiş bir performans sanatı gibi görünüyorken, diğer yanda kamusal alan, kent ve kentlilik, mekan siyaseti, vatandaş hakları ve vandallık-barbarlık gibi kavramların tartışılması için çok iyi bir örnek olay oldu.
Süreyya Su - Sosyolog Yazar
İstanbul Bienali, “Anne Ben Barbar mıyım?” başlığıyla 14 Eylül’de sanatseverlerin ziyaretine açıldı. Bienal’in başlığı olan “Anne Ben Barbar mıyım?”, şair Lale Müldür’ün aynı başlıklı kitabından alınmış. Başlıktaki soru, Batı uygarlığının sonuç itibarıyla sömürgecilik, adaletsizlik, eşitsizlik ve şiddet yoluyla kurulmuş olduğuna dikkat çekerek, günümüzde uygar ve barbar ayrımlarının neye karşılık geldiği ve iyi bir kentli ya da vatandaş olmanın ne demek olduğu sorunsallaştırılmaya çalışılıyor. Ayrıca siyasi bir forum olarak kamusal alan fikri de tartışma konusu.
Bienal’in bu yılki başlığı ve kavramsal çerçevesi ile Gezi Parkı olayları ilginç bir tesadüf oldu. Gezi Parkı eylemleri, bir yanda Bienal kapsamında sipariş edilmiş bir performans sanatı gibi görünüyorken, diğer yanda kamusal alan, kent ve kentlilik, mekan siyaseti, vatandaş hakları ve vandallık-barbarlık gibi kavramların tartışılması için çok iyi bir örnek olay oldu. Gezi Parkı olayları ile Bienal ilişkisi bağlamında yapılacak bir tartışma da sanatın politikleşmesi ve politikanın estetize edilmesi bağlamlarında bir sorunsallaştırma için iyi bir fırsat olabilir.
‘Küresel kent’ konsepti
Ben burada, Bienal’in sorunsallaştırmaya davet ettiği bu gibi konuları sonraya erteleyerek, önce bienalin kendisini, bienal kavramını ele almayı tercih edeceğim. Zaten, bienallerin tartışılması da küreselleşen dünyada kent, kentlilik ve uygarlık konularıyla doğrudan ilgili olup, 13. İstanbul Bienali’nin kavramsal çerçevesinin tam da içinde dikkat çekici bir yer işgal ediyor.
Bienal kelimesi iki yılda bir anlamına geliyor; ama bugün tek başına kullanıldığında bile iki yılda bir yapılan sanatsal organizasyonları tanımlıyor. Bienaller, ilk ortaya çıkışı on dokuzuncu yüzyılın sonlarında olmakla beraber, yirminci yüzyılın sonlarında küreselleşmeye ve değişen dünya sistemine koşut olarak kentlerin ulus-devletlerden rol çalarak yeniden öne çıkması sürecinde önem kazanmıştır. Bienaller bugün artık birçok küresel kentin gelenekselleşmiş bir olayı haline geldi. Bienal bir kentin küresel bir marka olmasında önemli bir unsur. Farklı ülkelerden sanatçıların katılımıyla gerçekleşen bienaller kültürel çekim merkezlerinin gelişmesine büyük katkı yapıyor. Bugün “dünya şehri” ya da “küresel kent” markasının oluşmasında ve bu marka altında şehirlerin dünya sisteminde bir yer edinmesinde sanatsal etkinliklerin büyük önemi var.
Johannesburg, Sidney, Kwangju, Montreal, İstanbul, Havana, Berlin, Sao Paulo, Venedik, Taipei, Dakar dünyada uluslararası düzeyde sanat bienallerinin düzenlendiği belli başlı kentlerden yalnızca birkaçı. Yirminci yüzyılın sonlarına doğru sanat dünyasındaki yerlerini alan bienaller, sanat ortamını değiştirip zenginleştirerek bütün kültürlerin ve ulusal kimliklerin bir araya geldiği bir sanatsal şenlik düzenini oluşturuyorlar.
Bienal bolluğu
Peki neye hizmet ediyor bu bienal çokluğu? Öncelikle, iki kutuplu dünyanın sona ermesiyle, uzun zamandır biri ötekine kapalı olan bu iki kutuptaki ülkeleri birbirine yaklaştıracak bir jeopolitik gelişmeye ihtiyaç vardı. Özellikle Berlin ve diğer Doğu Avrupa’daki bienaller ve bienal benzeri diğer sanatsal organizasyonlar bir ortak Avrupa bilincinin oluşmasına yardım ettiler. Bir bienalin düzenlenmesi, öncelikle politik anlamda bir iradenin işareti olup, toplumsal ve ekonomik nitelikli ve kararlı bir dönüşümün başladığını gösteren bir gelişme olarak ele alınabilir. İstanbul Bienali de Türkiye’nin Avrupa ile politik ve ekonomik birlik içinde olmayı hak eden bir ülke olduğunu kanıtlamak için kültürel bir misyon üstlenmiştir. Bu etkinlikler daha çok sınırlı bir şekilde, çağrılı olan ülkelerin sanatçılarını ve eleştirmenlerini, seçkin ziyaretçileri bir araya getirmekteyse de etkileri güçlü oluyor. Lokal bir sahne içinde bütün bu katılımcılar gerçek bir dinamizm ve sinerji oluşturarak kaynaşmakta, birbirleriyle görüşüp fikir alışverişi yapma olanağı bulmaktadır. Asya’da düzenlenen ilk bienal olma özelliğindeki Kwangju Bienali böyle bir sonuç vermiştir. Kore’de düzenlenen bu bienal, uluslararası bir buluşma niteliği taşıdığı gibi, 1980’li yıllarda Kore sanatındaki yenilenmeye katkı yapmakla beraber, Kore’nin küresel dünyaya açılmasını sağlayan bir kapı oldu. 1995’te açılan ve Güney Afrika sanatını, yeni demokratik oluşum çerçevesinde tanıtmayı amaçlayan Johannesburg Bienali de, apartheid’ın (ırk ayrımcılığı) izlerini silmeye yardımcı oldu.
Bienallerin diğer yandan gördüğü işlev, bir kültür endüstrisi olarak plastik sanatlar piyasasında yaratıcılığı teşvik etmek üzere bir dinamizm oluşturmak, bu bağlamda avangard ve çağdaş sanatı destekleyici ve aktarıcı süreçleri işletmek ve böylece yerel sanatsal üretimler üzerinde müdahil olarak küresel ölçekte kabul gören bir sanat anlayışı ve formunun gelişmesini sağlamaktır. Bienaller daha çok ortak bir model ve form anlayışı düzeyinde, küresel bir estetik bilincini yansıtmaya çalışırlar. Bienallerde sergilenen yöresel sanat ürünlerindeki farlılıklar, başka dünyaların ifadeleri olmanın aksine, ortak bir dünya kültürü içinde çokluk ifadeleri olarak anlam kazanırlar. Büyük sanat sergilerindeki yapıtlar, zorunlu ve tekil nitelikli bir avangard anlayışın yaygın olduğu bundan otuz yıl öncesine kadar birbirlerine daha az benziyordu. Bugün sergilenen yapıtlarda özgür eğilimler kendini açıkça belli ediyor, ama bu özgürlük aynı zamanda sanatçının “etkilenme endişesi”nden de kurtulduğuna işaret ediyor. Bugünün göçebe sanatçısı, tarihten coğrafyaya geçerek, dar anlamda bir sanat tarihi anlayışından geniş anlamda bir sanat atlası anlayışına geçerek sanatsal üretimin ve yaratıcılığın imkanlarını arttırmaya çalışmaktadır. Bu saikle sanatçılar belli ekolleri ve akımları devam ettirme adına kendi içine kapanmak yerine başka dünyaların sanatlarına açılmayı tercih ediyorlar. Bu yüzden Avrupa ve Birleşik Amerika’daki bienallerin yerine Güney Amerika, Afrika ve Asya ülkelerindeki bienaller daha çok ilgi çekiyor. Bilinen sanat merkezlerinin dışında yeni sanat gösterilerinin ortaya çıkışı, Batı dünyasının çevresel ya da egzotik kültürler karşısındaki merakının pekişmesi veya artmasının bir sonucudur. Uzunca bir zamandır, Avrupa ve Birleşik Amerika dışındaki ülkelerin sanatçıları üzerine bilgi sahibi olmak epeyce zordu. Avrupa’daki bienaller ve diğer uluslararası sanat gösterileri Batı merkezliydi ve bu yöndeki talepleri karşılamaktan uzak kalıyordu. Zamanla dünyanın çeşitli ülkelerinde bienallerin ortaya çıkmasıyla, çevre ülkeler olarak adlandırılan Batı dışı sanat dünyası tanınmaya başladı.
Çağdaş sanat sergileri
Çevresel bienaller, düzenlendikleri ülkelerde çağdaş sanatın gelişmesine de önemli bir katkı yapıyor. Çünkü bienaller çağdaş sanata yer veriyor ve bu konuda herhangi bir altyapısı olmayan ülkeleri uluslararası sanatsal etkinlikleri düzenlemek için gerekli yatırımları yapmaya zorluyor. Nitekim İstanbul’da bienalin düzenlenmeye başlamasından bu yana çağdaş sanatın geliştiğini ve çağdaş sanata yer veren müze ve sanat merkezlerinin ortaya çıktığını görüyoruz. Birçok büyük şirket ve banka özellikle çağdaş sanata yer veren etkinliklere ve kurumlara yatırım yapıyor ve destek veriyor. Akademiler ve müzeler de geleneksel yapılarının dışına çıkmaya zorlanıyor; çağdaş sanat piyasasının gereklerine ve bienal modeline göre yeniden yapılanıyorlar. Müzeler ve akademiler her zaman kalıcılık peşinde olmuşlar ve sona ermiş bir tarih anlayışına göre tesis edilmişlerdir. Oysa bienallerin daha değişken bir yapısı vardır, kendiliğindenliğe, geçiciliğe ve beklenmedik olaylara (happening ve contingency) açıktırlar. Sınırlı süreleri kapsayan bu etkinlikler hayat ve sanatı buluşturma adına şaşırtıcı, dinamik ve canlı bir özellik taşırlar.
Böylece bienaller, müzeye paradigmatik olarak bir alternatif oluşturuyorlar. 1990’lı yıllarda bienallerin yaygınlaşması, onları kültür turizmi için yeni çekim alanları olarak ortaya çıkardı ve ayrıcalıklı kıldı. Bu süreç bir sanat kategorisinin gelişmesini ve küresel ölçekli bir model ve ortak bir form olmasını da sağladı. Öyleki bugün aşırı uçlara varan örnekleri ve içi boş önermeleri ile bir “bienal sanatı”ndan söz edilebiliyor. Yine de bienallerdeki görkemli sergiler piyasanın, koleksiyonerlerin ve seyircilerin çağdaş sanata olan ilgisini gün geçtikçe arttırıyor. 13. İstanbul Bienali ile Art International İstanbul çağdaş sanat fuarının birbirine yakın tarihlerde açılması bir tesadüf değil. Bienallerin piyasaya ödün vermesinden çokça şikayet ediliyor; ama bienallerin geleneksel akademi ve müzeye alternatif oluşturarak, bir takım politik ve ekonomik programlar neticesinde bile olsa, sanatın özgürlük alanını genişletmeye, sanatçıların kurumsal duvarları aşmasına ve sanatsal yaratıcılığın gelişmesine vesile olduğu da yadsınamaz.
Melez sanatlar
Nitekim, bienaller dünyanın dört bir yanından heyecan verici ve heterojen, melez sanatsal faaliyetler için en iyi plotformu oluşturuyorlar. Üstelik artık bienaller, salt sanat yapıtlarının sergilendiği yerler olmaktan çıkarak küratöryel söylemlerle yanyana ilerleyen bir bilgi üretimi ve kavramsal tartışma aracı olarak da görülüyorlar. Bienallerin çoğu dönemsel ve bölgesel politik sorunlara odaklanarak sanatın politikleşmesi ve politikanın estetize edilmesine önemli ölçüde katkı yapıyorlar. Başta da belirttiğim gibi, Gezi Parkı olayları ile İstanbul Bienali’nin kavramsal çerçevesinin bir tesadüf olduğu düşünülemez. Bu gibi karşılaşmalar, bienallerin küratöryel ekiplerinin ülkelerin dönemsel ve bölgesel sorunlarına çoğu siyasetçilerden daha çok ilgili ve vakıf olduğunu gösteriyor. Üstelik sanatı yönetenlerin bugün toplum üzerinde siyaset yapıcılar kadar etkili oldukları da bir gerçek. Bu etki bazen sanatçının özgür iradesine müdahaleye kadar varabiliyor gerçi; ki Kutluğ Ataman’ın maruz kaldığı küratöryel ayar bunun en bariz örneğidir. Küratör kurumunun sanatçılar üzerinde belli bir denetim, yönlendirme ve etki yaptığı açıktır. Ama yine de, bu olgudan hareketle, siyaset yapıcıların sanatsal üretimi denetlemek ve düzenlemeye heves etmek yerine, siyasette yaratıcılığı sağlamaya özen göstermeleri daha doğru olacaktır. Daha incelikli bir siyaset, bilgi kadar, estetik bilincin gelişmesine de bağlıdır.