Bilgi, millilik ve değer arasında hangi eğitim?

Belkıs İbrahimhakkıoğlu / Yazar
15.01.2021

Aşikâr ki, öğrencilerin şevkleri kırılıyor, dikkatleri dağılıyor, çevrimiçi eğitim uygulamasına bir türlü adapte olamıyorlar. Peki bu döneme mahsus olarak müfredatlarda değişikliğe gidip, bilgi aktarımından ziyade öğrencilerin ruhi eğitimine ağırlık veren ve küresel salgının ülkemizdeki baskısını da hafifletecek programların uygulanması düşünülemez mi?


Bilgi, millilik ve değer arasında hangi eğitim?

Küresel salgın, bir tarihi hadise olarak dünyayı bambaşka bir yere savuruyor ve insanlık için bir belirsizlik çağının kapısını aralıyor. Bu dönemde geleceğimiz için en hayati meselelerden olan eğitimin nasıl şekilleneceği meselesi de zihinlerimizdeki soru işaretlerini çoğalttı.

Her şeyden evvel eğitim sisteminin insan yetiştirmedeki başarı ve başarısızlığını hayatın çeşitli alanlarına yansıyan görüntülerden anlayabiliriz. Arabasının hoparlörünü son ses açıp yoluna devam eden sürücü, yol kavgasında kolayca gırtlak gırtlağa geliveren vatandaşlar, umumi yerlerde hususî konuşmalarına hiç tanımadığı insanları dâhil etmekte beis görmeyen ergenlikten henüz çıkamamış yetişkinler, duyduğunun aslını astarını araştırmadan, özellikle sosyal medyada, başkalarına aktarıp insanların zihinlerini ifsat edenler, ölçüye tartıya hile karıştıran, şahsi menfaatini bütün değerlerin önüne çıkaranlar gibi örnekler çoğaldıkça eğitimde esaslı bir şeylerin eksik olup olmadığını fazlasıyla düşündürüyor.

Manevi dünyamızdaki tahribat

Manevi dünyamızdaki tahribatların eğitimle bağlantısının fark edilmemesi, eğitimin bireylerin toplumsal hayatlarındaki davranış tarzlarıyla ilişkilendirilmemesi ve derslerin sadece bilgi aktarımına odaklanması eğitimimizin temel bir eksiği olarak karşımızda durmaktadır.

Demem o ki, Türkiye’nin eğitim sistemi üzerine konuşmak, en elzem mevzularımızın başında gelir. Niçin böyledir? Çünkü eğitim sistemi insana yatırımdır ve geleceğimizi mevcut sistemin yetiştirdiği nesiller kuracaktır. Okullar, müfredat, öğretmen ve öğrenciler eğitime dair elimizdeki sadece maddî verilerdir. Oysa eğitim asıl varlığını, mücerret olan başka bir alanda belli eder. Çünkü eğitimin etkisi, yaşamın rutini içinde, kaldırım taşları arasından fışkıran çimenler gibidir. O yüzden eğitim konusunda karar alıcıların, bu konuyu ciddiyetle dert edinmeleri gerekir. İmkanları, geçici değil kalıcı yatırımlara sarf etmeyi önceleyen ferasetli bir yaklaşımla, en akılcı şekilde kullanmanın yolları aranmalıdır.

Hâlâ mirasyedileriz. Hâlâ bize intikal eden değerlerden kırparak yaşıyoruz. Bu değerlerin yeni biçimlerde yaşaması gereken zenginliklerini, modern hayatlarımıza dahil edemiyoruz. Bilimin mutlak doğru olarak ortaya koyduğu gerçeklerin sürekli değiştiği ve bu değişkenliğe rağmen kiminin bu farazi mutlaklara tapındığı kimininse sağır şekilde kabullendiği şuursuz kalabalıklara dönüştük. İçinde yaşadığımız ve sürekli değişen “modern” hayatın ciddi tahlillerini vaktinde yapamadan, “yeni normaller” olarak kapımızdan içeri dalan küresel salgın şartları, bizleri, “esir şehrin insanları”na dönüştürdü. Virüs belirsizliği, beraberinde gelen komplo teorileriyle zihinlerimizi bulandırdı. Gerçekle ilişkimizi zedeleyen sosyal medya mecralarında yayılan yanlış, tarafgir ve kötücül malumat, bizi, bilgi ve tecrübelerimizin tabii yetersizliği nedeniyle bir zihinsel kaosa sürükledi. Böylece duyduğumuz her yeni bilgi ile başka bir karanlığın içine savrulduk. Bu süreçte eğitime yön ve şekil veren erklerin, küresel salgının toplumdaki ruhsal baskısını, bilhassa çocuklar üzerindeki etkisini, doğru değerlendirmeleri icap eder. Eğitimin geleceğini şekillendirmek için “yeni normal”lere dûçâr olmadan çok daha önce konuşulması gereken meseleleri tekrar masaya yatırmak durumundayız.

Eğitim milli bir meseledir

Ucunun nerelere varacağını kestiremediğimiz dünyadaki hızlı değişimlerin karmaşasında boğulmamak için kültürümüzün muhkem dayanaklarını komplekslerimizden sıyrılmış bir şekilde milli eğitim müfredatımıza yerleştirmek zorundayız. Bütün kurum ve kuruluşların harcını erdemlilik esası üzerine karmış bir kültürün her yeni gelişmeye göre elbette insanî bir cevabı olacaktır. Yeter ki pusulayı şaşırmayalım. Daha Batıcılık hastalığının açtığı yaraları tedavi edememişken aynı hatalara hâlâ devam ediyor olmamız gözlerimizdeki bağın çözülmediğini gösteriyor.

Allah gani gani rahmet eylesin, dünyanın en genç profesörü ünvânını taşıyan Oktay Sinanoğlu, yetiştiği kolejden bahsederken, Türk eğitim sisteminin bu kolejler eliyle, yabancı güç odakları tarafından nasıl yönlendirildiğini, kendi hayatından örneklerle anlatır. Aynı şekilde merhum Ayşe Şasa da o okullarda okuyan biri olarak dışardan güdümlü eğitimin sebep olduğu yıkıcılıktan içi yanarak bahsederdi. Kendi milletine yabancı nesiller yetiştirmek üzere yabancı kaynaklarla, yabancıların himâyesinde açılan kolejler, başarıyla sunduğu dil ve bilim derslerinin yanı sıra, vatan evlatlarını millî kimliğin uzağına bilhassa düşürmüşlerdir. Tabiri câizse Osmanlı’nın son döneminde, frenk mürebbiyelerin rahle-i tedrisinden geçmiş Tanzimat aydınları gibi aynı anlayışta Cumhuriyet dönemi aydınlarımız oldu. Oldu lâkin, Nuri Çavuş’lar ne bu kolejlerden ne de frenk mürebbiyelerin elinden yetişti. Bu okullar Nuri Çavuş’ları yetiştirecek millî değerlere sahip çıkmadılar. Peki Nuri Çavuş kimdi? Tanin gazetesinin 6 Mart 1913 tarihli nüshasında yer verdiği Karahisarlı bir yetim. Yetim Nuri anne ve babasını küçük yaşta kaybetmiş. Öylesine onurlu ki, komşularına yük olmamak için geçimini yumurta satarak temin ediyor. Balkan Harbi patlak verdiğinde henüz 12 yaşında. Yaşının küçüklüğüne bakmayıp ‘benim anam da babam da vatandır, ona kasteden varsa karşısında beni bulur’ diyecek kadar da yürekli olan bu Türk çocuğu gönüllü birliklere katılır. Düşünmek lazım, okul görmemesine rağmen seciyesi yüce olan bu vatan evladını nasıl bir eğitim yetiştirdi? Zira biliriz ki, nabzı tutulabildiğinde, iyi anlaşılabildiğinde, şayet zihinler ve gönüller esir değilse, devirler de öğretmendir. O devirler, Nuri Çavuş’ları, belki de şimdinin bulanık anlayışı hâkim olmadığı için doğurabilmişti. Nuri Çavuş, adeta Alperen ruhunun tebarüz ettiği bir rol modeldir. Şimdilerde ise gün geçtikçe imkânları yükselen okullarımızın yeni nesilleri bu ahlâkla yetiştirebileceğinden emin değiliz.

Eğitimde ne kadar millî olabildiğimiz meselesi içimize sızı olan pek çok örnekle gözler önüne serilebilir. Yine Oktay Sinanoğlu’ndan devam edelim. Rahmetli, bir ülkede zihniyet dönüştürülmek istendiğinde, ortaya özellikle seçilmiş muğlâk kelimelerin servis edildiğinden ve ardından o kelimenin komutanlığında bu dönüşümün sağlandığından bahsederdi. Fundamentalizm, Beyaz Türklük, Sekülerlik veya Deizm gibi sinsice gündeme sokulan kelimeler bu konuda hemen akla gelebilecek örnekler olarak sıralanabilir. Kelimeler seçilip istilâya başlanıyor. Bu kelimeler hizmet edecekleri odaklar için yalınkılıç zihnimize dalıyorlar. Zaten kendi millî bakışımızla eğitilip yoğrulmamış olan gönlümüz de pek tabii olarak derhal bulanıyor. Bu konulara, burada ama buralı olmayan okulların nezaretinde yetişip, bizden olamayan bu sözde aydınlarımızın bilerek veya bilmeyerek katılımı dudak ısırtacak seviyededir.

Cumhuriyet’in ilk yıllarında millî ideallerle açılıp, ideolojik olarak toplumu kuşatamadığı için köy enstitülerinin ıslah edilmeyip kapatılması; buna mukabil kolejlerin topluma yabancılıklarına rağmen eğitimlerine devam etmelerinde şüpheye düşülmemesi düşündürücüdür. O halde ıslâh edilmiş köy enstitülerinin en ücrâ yerlerde vatanın hayrına çalışabilme ihtimâlinden mi korkulup vaz geçilmiştir? Burada köy enstitülerini konu edişimiz, sadece bu isim altında zikredilen okullarla alâkalı değildir. Köy enstitüleri başlığı altında elbette kastettiğimiz, varlığını yalnızca kendi devletimize bağlı olarak tanımlayabilen okullardır. Zira köy enstitüleri millî olarak tanımlamak için kullanabileceğimiz en uygun örnek olur.

Bilgi aktarımı mı ruh eğitimi mi?

Yeniden bu döneme gelecek olursak uzaktan eğitimin pratikte derde şifa olmadığı açıktır. Acaba kapsamlı bir araştırma ekran üzerinden sağlanan iletişimin çocuklar tarafından ne ölçüde benimsenmediği hakkında ne tür sonuçlar verirdi? Aşikâr ki, öğrencilerin şevkleri kırılıyor, dikkatleri dağılıyor, çevrimiçi eğitim uygulamasına bir türlü adapte olamıyorlar. Peki bu döneme mahsus olarak müfredatlarda değişikliğe gidip, bilgi aktarımından ziyade öğrencilerin ruhi eğitime ağırlık veren ve küresel salgının ülkemizdeki baskısını da hafifletecek programların uygulanması düşünülemez mi? Bu alanda sanatın imkânlarının nasıl kullanılabileceği üzerinde ciddiyetle durulmalıdır. Mesela çok kapsamlı bir müzik kültürü eğitimi verilebilir; edebiyat ve sanat tarihi eserlerinin okumaları yapılabilir. Haddi zatında İstanbul İl Milli Eğitim Müdürlüğünün yakın vakitlerde öğretmenler için meslek içi eğitim maksadıyla başlattığı “Öğretmen Akademileri” programı bu yönde atılmış olumlu bir adımdır. Benzerini okullara uygulamak mümkün. Şurası muhakkak ki insan insanla beslenir. Uzaktan eğitim bu kanalı tıkadığına göre gönülleri genişletecek, ruh dünyasını besleyecek, ufku açacak bir eğitim yaklaşımının benimsenmesi çocuklarımızı psikolojik sıkıntılara düşmekten koruyacaktır.

Demeye çalıştığımız, mevcut müfredatımız güncel toplumsal değişmelere güncel refleksler göstermekte aciz kalıyor ve saplantılı bir şekilde kendi rutinini tekrar ediyor. Halbuki küresel salgın süreci bize eğitimin toplumsal manasını yeniden düşünme fırsatı veriyor. Mesele bu fırsatı değerlendirip değerlendiremeyeceğimiz. Acaba millî kimliğimizi şekillendiren bir erdem anlayışını modern eğitimle harmanlayıp günümüze taşıyabilecek miyiz? Bilgi aktarımı ideal bir müfredatın temel gayesi olmamalı. Bilgi aktarımı kadar ahlaki değer ve erdemlerin aktarımına, özellikle eğitimin alt basamaklarında öncelikli bir yer verilmeli. Eğitim meselesi ne dünün ne bugünün ne de çoktan düne dönüşmüş yarının meselesidir. Bu mesele zamanlar üstü bir “hemen,” “derhâl” meselesidir ve elbette konuşulacaklar yalnızca bu kadar değildir.

[email protected]