Bilimler tarihinden yerel bilgi tarihine

Murat Güzel / Açık Görüş Kitaplığı
17.02.2018

1600’lü yıllardan günümüze kazandığı büyük başarılarla ‘evrensel’ statü elde etmiş Batı biliminin yanı sıra, ‘yerel’, farklı toplumlara özgü, ait olduğu toplum için bir anlam taşıyan ‘bilgiler’i de gözeten yaklaşımıyla Burke, bilimler tarihinden bilgiler tarihine doğru olan kaymayı çözümlüyor.


Bilimler tarihinden yerel bilgi tarihine

Son 30 yıl boyunca sık sık birçok politikacı, iktisatçı ve bilim insanından artık “bilgi çağı”nda yaşadığımıza dönük beyanat duymuşuz, dinlemişiz ya da okumuşuzdur. Bu beyanatlarda altı çizilen en önemli nokta yeni gelişen medya ve iletişim teknoloji-leriyle birlikte toplumlarımızın hızla “bilgi toplumu” ya da “enformasyon toplumu” diyebileceğimiz bir şekle büründüğü savıdır. Bu savı destekleyen en önemli husus ise günümüz teknolojisinin, hepimizin hayatını bir şekilde etkileyen bir “dijital devrim”e imza attığıdır. Artık dünyanın neresinde olursak olalım, sahip olduğumuz sözümona “akıllı teknolojiler” sayesinde bilgi-ye/enformasyona rahatça ulaşabiliyoruzdur.

Çiğ ve pişmiş metaforu

Yakın zamanlarda genelde bilgi üzerine çalışmaların özelde ise “bilgi tarihi” çalışmalarının hızla arttığına dikkat çeken ünlü tarihçi Peter Burke, sadece bir tür genelleştirilebilir bilgi kavramından çok birbiriyle rekabet içinde ve eşit olmayan farklı türden bilgiler ve bunların tarihleri olduğunu söylüyor. Kitabında bilgi ile enformasyonu yer yer birbirinin ikamesi olarak kullanan Bur-ke’a göre, ünlü yapısalcı antropolog Claude Levi-Strauss’un “çiğ ve pişmiş” metaforu enformasyon ile bilgi arasındaki ilişkileri açıklamada elverişli. Buna göre enformasyon “çiğ”, bilgiyi “pişmiş” olarak değerlendirebiliriz. Yine de elbette “veriler” hiçbir za-man “verili” değildir, hep varsayım ve önyargılarla dolu zihinlerce işlenirler.

Kitabında görece yeni bilgi tarihi alanını bilgi sosyolojisi, bilim tarihi, bilgi antropolojisi gibi yakın alanlardan dikkatli bir şe-kilde ayırt edip sınırlarını belirlemeye çabalayan Burke, bilgi tarihini ilgilendiren kimi kilit kavramların tahlilinin ardından enfor-masyonun bilgiye dönüştüğü, böylece daha geniş yayılma ve kullanılma alanı ve imkanı bulduğu süreçleri irdeliyor.

Bilgilerin çoğul olmakla birlikte birbirlerine denk ve eşit görülmediğini belirten Burke, bu noktada bazı birey, grup ya da ku-rumların bilgileri onaylama ya da reddetme, fikirleri heterodoks ya da ortodoks olarak tasnif etme, onların faydalı ya da işe yaramaz, güvenilir ya da güvenilmez olduklarına karar verme gibi konularda bir otorite oluşturduklarına işaret ediyor. “Otorite” ya da “tekel” gibi bilgi tarihi için kilit konumda olan ‘merak’, ‘disiplin’, ‘yenilik’, ‘entelektüel’, ‘uzman’ veya birçok disiplinde birden etkinlik gösteren ‘polimat’ gibi çeşitli kavramları da vuzuha kavuşturan Burke, böylelikle ‘bilgi toplumu’, ‘bilgi yönetimi’, ‘bilgi düzenleri’ ve ‘bilgisizlik rejimleri’ni farklı toplum ve tarihlerden örnekler eşliğinde irdeliyor. Bilginin toplanmasından tasnif edilmesine, doğrulanıp saklanmasından işlenip geliştirilmesine, bilgilerin birey, şirket ya da devletler tarafından kullanılmasından neyin bilgi sayılıp neyin cehalet olarak görüleceğine karar veren tarihsel, toplumsal ve fikri mekanizmalara kadar birçok meseleyi de ele alan Burke, alanda ortaya çıkan sorunlarla ilgili de bir tartışma yürütüyor. 1600’lü yıllardan günümüze kazandığı büyük başarılarla ‘evrensel’ statü elde etmiş Batı biliminin yanı sıra, ‘yerel’, farklı toplumlara özgü, ait olduğu toplum için bir anlam taşıyan ‘bilgiler’i de gözeten yaklaşımıyla Burke, bilimler tarihinden bilgiler tarihine doğru olan kaymayı Batılı olmayan kültürle-rin fikri başarılarının da ele alınması gerekliliği ile birlikte çözümlüyor. Bu niteliğiyle kitap bilgi(ler) konusunda sırf Batılı standart ve bakışlara mahkum olunmaması gerektiğini de zımnen ihtar ediyor.

İnsanın anlamı ve yazgısına dair

Hıristiyan egzistansiyalist Rus felsefeci Nikolay Berdyaev’in Ortodoks olmasına karşın kilise karşıtı olduğu da bilinir. Dine karşıt bir anarşist olan Bakunin’in tam tersine Hıristiyanlık’la mezcedilmiş bir anarşizmi savunan Berdyaev’in tarih ve toplum felsefesi, felsefi antropoloji, ontoloji ve etik alanlarında yoğunlaşmış çok yönlü bir felsefeci olduğu söylenebilir. Geçtiğimiz ay vefat eden Hüsamettin Arslan’ın Türkçe’ye çevirdiği kitap Berdyaev’in felsefesini, dünya görüşünü, ilgilerini ve mesajını bir bütün olarak yansıtıyor. Felsefenin asıl konusunun varlık ve insan olduğunu vurgulayan Berdyaev hakiki felsefenin ontolojiye ulaşması gerektiğini ve hakikatin asla bölünemeyeceğini de sarahaten belirtiyor. İnsanın Yazgısı, Nikolay Berdyaev, çev. Hüsamettin Arslan, Paradigma, 2012

Ebul-Ala El-Maarri’nin felsefi deyişleri

H. A. R. Gibb’in ifadesiyle klasik Arap edebiyatında ‘yalnız ve beklenmedik bir vaka’, ‘sıradışı bir adam’ olan Ebu’l- Ala el-Maarri, “Gelenekten kopmuş(...) keskin zekaya sahip” bir şair ve filozoftur. 20. yüzyılın başlarında Kırım’da “seyyah mütefekkir” kimliği ile arz eden Musa Carullah Bigiyef’in kültürel bağlantıları arasında önemli bir yer tutar. Maarri’nin el-Lüzumiyyat (Gereklilikler) kitabını Osmanlıca’ya çeviren Musa Carullah için Maarri İslam dünyasının ivedi çözüm bekleyen temel sorunlarına hitap etmektedir. Yeri gelmişken Mustafa Sabri Efendi’nin bu kitap tercümesi dolayısıyla Musa Carullah’ı eleştirdiğini de belirtelim. El-Lüzumiyyat, Ebul-Ala El-Maarri, ed. A. Utku-N. H. Yanık, Çizgi, 2017

@uzakkoku