Yunanistan-Fransa Antlaşması... Bir 19. yüzyıl senaryosu

Doç. Dr. İsmail Şahin / Ankara Hacı Bayram Veli Üniversitesi
15.10.2021

Mavi Vatan kavramının Yunanistan'ın Doğu Akdeniz ve Ege'deki deniz yetki alanlarına ilişkin taleplerine bir tepki olarak doğduğu göz ardı edilmemelidir. Bir başka ifadeyle, deniz yetki alanlarına ilişkin Doğu Akdeniz krizi patlak verdiğinde henüz doktrin aşamasına gelmiş Mavi Vatan kavramından söz etmek olası değildir.


Yunanistan-Fransa Antlaşması... Bir 19. yüzyıl senaryosu

Bu haftaki yazımızda uluslararası gündemi ve Türkiye gündemini meşgul eden Yunanistan ile Fransa arasında 28 Eylül 2021 tarihinde Paris'te imzalanan "Savunma ve Güvenlik Alanlarında İş Birliğine Yönelik Stratejik Ortaklık Anlaşması"nı mercek altına almayı uygun gördük. Nihayetinde iki ülkenin savunma, dış politika ve silahlanma konularında böylesine önemli bir antlaşmayı imzalaması hem bölgesel güç dengesi hem de uluslararası sistemin yapısı açısından oldukça dikkat çekici. Antlaşma muhteviyatı itibariyle 19. yüzyılın klasik diplomasi mantığını anımsatması bakımından da değerli. Nitekim antlaşmanın en vurucu kısmı, "taraflardan birinin, egemenlik alanında silahlı saldırıya uğraması halinde, diğer tarafın yardım etmesini" öngörüyor olması. Diplomasi tarihi uzmanları bu tür hükümler içeren antlaşmaların yoğunlukla 19. yüzyıl siyasi ittifaklar düzenine veyahut güç dengesi sistemine ait olduğunu bilirler.

Büyüyen Türkiye korkusu

Bilindiği üzere yaklaşık 10 yıldır akademisyenler, gazeteciler, diplomatlar ve politikacılar Doğu Akdeniz krizinin konusunu, sınırlarını, tarafların tezlerini, uluslararası aktörlerin rollerini ve de uluslararası hukukun yaklaşımını uzun uzadıya tartışıp durdular. Özellikle Yunanistan'a kulak verildiğinde Yunan kamuoyunda en çok tartışılan meselenin "büyüyen Türkiye tehdidi" olduğu görülür. Bu bağlamda Yunanlı akademisyenlerin, politikacıların ve gazetecilerin bu konuya şiddetle dikkat çekmeye çalıştıkları fark edilir. Türkiye'ye karşı ileri sürdükleri tezler temelde şöyledir.

Türkiye'nin ayağındaki prangalar

Birincisi, Erdoğan liderliğindeki Türkiye'nin Birinci ve İkinci Dünya Savaşı sonrasında yapılan antlaşmaları Türkiye'nin ayağına vurulan birer zincir olarak görmesi ve Ankara'nın bu zincirlerden kurtulmak için uluslararası toplumu sürekli bir şekilde söz konusu uluslararası anlaşmaları gözden geçirmeye davet etmesi. Yunanlıların burada kastettiği Lozan Antlaşması (1923) ile Paris Barış Antlaşması'dır (1947). Bilindiği üzere her iki antlaşmayla Ege Adaları'nın statüsü belirlenmiştir. Aslında Atina'nın bu tezle ileri sürmeye çalıştığı iddia, Türkiye'nin Ege Adaları'nın statüsünü değiştirmeye çabaladığıdır.

Bir başka ifadeyle Atina'ya göre Ankara, Doğu Akdeniz ve Ege'de statüko bozucu, revizyonist ve yayılmacı bir politika izliyor. Halbuki Ankara'nın, bilhassa Ege Denizi'nde ileri sürdüğü itiraz revizyonist değil bilakis statükocudur. Nitekim Türk Dışişleri Bakanlığı yaptığı tüm açıklamalarda Atina'yı Lozan ve Paris antlaşmalarının hükümlerine uymaya davet etmiştir. Bu doğrultuda Türkiye'nin Yunanistan'dan temel beklentisi, 1923 Lozan Antlaşması ve 1947 Paris Antlaşması'yla silahsızlandıran Doğu Ege Adaları'nın bu gayrıaskeri statüsünün korunmasıdır. Ayrıca belirtmek gerekir ki Türkiye'nin resmi görüşü, Ege'de gerginliğin tırmanmasının her iki ülkenin de çıkarına olmayacağı yönündedir. Dolayısıyla Yunanistan'ın Türkiye'ye karşı ileri sürdüğü bu tezi haklı ve meşru görmek mümkün görünmemektedir.

Atina'nın "saldırgan ve yayılmacı" olarak nitelendirdiği Türkiye'nin Doğu Akdeniz ve Ege politikalarını dayandırdığı bir diğer iddianın kaynağı ise Türkiye'nin benimsediği "Mavi Vatan Doktrini" ile Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın sıklıkla kullandığı "Gönül Sınırlarımız" ifadesidir. Atina'nın Doğu Akdeniz ve Ege sorunlarına dair ulusal tezlerini haklı göstermek bakımından bu iki ifadeye atıfta bulunması ve Türkiye'yi bu ifadeler üzerinden "yeni sınırlara kavuşma" arzusuyla itham etmesi hem temelsiz hem de kronolojik açıdan tutarsızdır. Öncelikle Mavi Vatan kavramının Yunanistan'ın Doğu Akdeniz ve Ege'deki deniz yetki alanlarına ilişkin taleplerine bir tepki olarak doğduğu göz ardı edilmemelidir. Bir başka ifadeyle, deniz yetki alanlarına ilişkin Doğu Akdeniz krizi patlak verdiğinde henüz doktrin aşamasına gelmiş Mavi Vatan kavramından söz etmek olası değildir. Dolayısıyla Atina'nın Doğu Akdeniz krizinin müsebbibi olarak Mavi Vatan Doktrini'ni işaret etmesi temelsiz bir iddiadır. Kısacası Mavi Vatan Doktrini neden değil sonuçtur.

Gönül sınırlarına gelince, burada Atina'nın kastı aşan bir niyeti vardır. Gönül coğrafyasının bir dar bir de geniş olmak üzere iki anlamı vardır. Dar anlamından Türkiye'nin tarihi ve kültürel bağlarının olduğu topraklar anlaşılmalıdır. Geniş anlamından ise sömürüye ve haksızlığa uğrayan tüm mağdurların ve mazlumların coğrafyası kastedilmektedir. Hangi anlamla ele alınırsa alınsın, gönül coğrafyası tabirinin toprak kazanma gibi siyasi bir arzusu söz konusu değildir. Mesela Yunanistan'ın Batı Trakya Türk Azınlığını hedef alan uluslararası hukuka ve anayasaya aykırı asimilasyon ve baskı politikalarına yönelik Türkiye'nin diplomatik tepkisini Atina'nın "yayılmacı saldırgan" bir politika şeklinde nitelendirmesi bir hayli ilginçtir. Zira Batı Trakya'daki hukuk ihlalleri ve baskılar, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi tarafından da teyit edilmiş bir vakadır.

Bozulan güç dengesi

Yukarıdaki iddialarla birlikte Yunanistan'ın tezine göre, Türkiye bölgede kurulu düzeni tersyüz edecek düzeyde aşırı güçlendi. Bu yüzden Atina'nın Ege ve Doğu Akdeniz'de Yunanistan'ın aleyhine bozulan güç dengesini tamir etmesi kaçınılmaz bir hal almıştır. Fakat Yunanistan'ın bozulan güç dengesini tek başına dengeleme kapasitesi bulunmuyor. O halde Atina bu boşluğu ancak ve ancak kuracağı ittifaklarla dengeleyebilir. Bu nedenle ABD ve Fransa gibi güçlü ülkelerin desteğine başvurma ihtiyacı doğmuştur. Dikkat edilecek olursa, Fransa ile yapılan antlaşmaya ilişkin Parlamentodaki konuşmasında Başbakan Kiryakos Miçotakis, "antlaşmanın Yunanistan'ı Akdeniz'de güçlendireceğini" iddia etmişti. Miçotakis'in bir diğer iddiası ise Yunanistan'a yönelik bir saldırı halinde Avrupa'nın tek nükleer gücü olan Fransa'nın Atina'nın yanında saf tutacağını ileri sürmesiydi. Ayrıca Yunanistan'ın ekim ayı içerisinde ABD ile 5 yıl süreli Savunma İş birliği Anlaşması imzalayacağı ve bu çerçevede Amerika'ya Girit ve Dedeağaç'ta önemli askeri ayrıcalıklar tanıyacağı basına yansıyan bilgiler arasında yer almaktadır. Atina'nın bu anlaşmadan en büyük muradı Türkiye'ye karşı caydırıcı bir güç kazanmaktır. Nitekim Dışişleri Bakanı Nikos Dendias'ın söz konusu anlaşmaya "Yunanistan'ın toprak bütünlüğüne ve egemenliğine ilişkin teminatlar" koymak için ciddi bir diplomatik mesai harcadığı söylenmektedir. Atina'nın Türkiye'ye karşı güç dengesini dengelemeye yönelik ittifak kurma politikasının yanı sıra hızlı bir silahlanma sürecine de girdiği görülmektedir. Politik ittifaklar kadar askeri kapasitenin artırılmasına önem veren Yunanistan'ın bu diplomatik ve stratejik tavrı, özü itibariyle NATO ve AB'nin yazılı ve ilkesel kurallarına aykırıdır.

Antlaşmanın sadece Türkiye'yi değil aynı zamanda NATO ve AB'yi ilgilendiren bir yönü var. Aslında esas kriz burada saklı. Yunan-Fransız paktı, her şeyden evvel NATO'nun otuz devletten oluşan güçlü bir koalisyon olmadığına işaret ediyor. Diğer taraftan ise antlaşmayı Avrupa savunma ve güvenlik paktı yaratma sürecine atılmış bir adım olarak değerlendirmek mümkün. Zira Başbakan Miçotakis imzalanan paktı Akdeniz'deki "Avrupa çıkarlarının" savunulması için önemli bir adım olarak betimliyor. Ancak bu sözün inandırıcılığı konusunda ciddi şüpheler var. Yunanistan'a göre bu antlaşma, Avrupa Birliği ve NATO'nun sorumluluklarını yerine getirmemesinden dolayı ortaya çıkmıştır. Buna göre hem AB hem de NATO "antlaşmalara ve kurallara saygı duymayan" Türkiye'ye karşı çekingen davranmış ve Ankara'nın "saldırgan" siyasetini hafife almıştır. Ayrıca Atina'nın en büyük iddiası, Türkiye'nin yalnızca Yunanistan ve GKRY'i değil aynı zamanda AB'nin toprak bütünlüğünü ve egemenliğini tehdit etmesidir. Tüm tezlerini bu iddia üzerine inşa etmeye çalışan Miçotakis, izlemiş olduğu Avrupa-ABD eksenli dış politikaya rağmen yine de tüm ortaklarını Doğu Akdeniz tezleri konusunda ikna edememiştir. İşin özü, Atina ne Brüksel'le ne de NATO'yla Doğu Akdeniz'de bir çıkar uyumu sağlayamamış ve Türkiye karşısında güçlü bir blok siyaseti oluşturamamıştır. Halbuki NATO'nun temel prensiplerinden birisi de müttefikler arasındaki ikili meselelere dâhil olmaktan kaçınmaktır.

Fransa'nın hesapları

Aslında Yunan-Fransız paktına kapı aralayan esas gelişmeleri Yunanistan-AB, Yunanistan-NATO ve Fransa-NATO ilişkilerinde aramak gerekiyor. Öyle ki Fransa'nın Avrupa'da NATO'dan bağımsız bir savunma mekanizması geliştirme çabası uzun yıllardan beri bilinen bir olgudur. Bu yüzden hem ABD hem de NATO'yla ciddi bir anlaşmazlık içerisindedir. Dahası Paris'in Avrupa'nın en büyüğü olma, küresel bir güç olma arzusunu yabana atmamak önemli. Cumhurbaşkanı Macron'un yeni bir başlangıç yapma hayalini de dikkate almak gerekiyor. Tüm bunlar için politik ve askeri araçlara ihtiyaç duyulduğu ortadadır. Bu pencereden bakıldığında Yunanistan'ın ve Rum kesiminin yaptığı çığırtkanlık, Fransa'nın kendisini uluslararası sahnede yeniden ortaya koyma kararlılığı için bulunmaz bir fırsat yarattı. Ve bu noktada Türkiye'nin Doğu Akdeniz'de attığı adımlar, Avrupa'nın güvenlik mimarisini tehdit eden eylemler olarak nitelendirildi. Belki Fransa için daha önemlisi Türkiye'nin Libya, Lübnan, Suriye ve genel olarak Afrika'yla yakından ilgilenmeye başlamasıydı. Nihayetinde Fransa'nın geleneksel siyasetinin Türkiye'yi Türk-Yunan sorunlarına hapsetmek olduğu bilinen bir gerçek. Dolayısıyla Paris nazarında hem Güney Kıbrıs'ın hem de Yunanistan'ın Türkiye-Afrika ilişkilerinde bir tampon olmaktan öte çok bir anlamı söz konusu değildir. Benzer iddiayı, Türkiye'nin doğusundaki Ermenistan ve güneyindeki PKK ile Fransa arasındaki ilişkide de görmek olasıdır.

Özgüven aşılama

NATO ve AB üyesi Yunanistan'ın Başbakanı Miçotakis'in Fransa'yı, Avrupa'nın tek nükleer gücü, BM Güvenlik Konseyi'nin daimî üyesi olan tek Avrupa Birliği ülkesi Fransa şeklinde takdim etmesi, şaşırtıcı olduğu kadar gülünç bir ifadedir. Bir defa Yunan halkına yönelmiş gerçekçi bir tehditten bahsetmek pek mümkün değildir. Bu tür kışkırtmaların Yunan halkının cebine zarar vermekten başka bir işe yaramayacağını söylemek için tarihteki silahlanma yarışlarına bakmak yeterlidir. Türkiye'nin Yunanistan'a saldırmak veyahut ona ait herhangi bir toprak parçasını ele geçirmek gibi ne bir niyeti ne de bir hayali vardır. Ancak Yunan kamuoyunu korkutmak ve Türkiye "tehdidine" ikna etmek için Yunan basını ve siyasetinin, Türkiye-Libya Muhtırası, Ayasofya'nın camiye çevrilmesi, Kıbrıs'ta iki devletli çözüm önerisi ve Maraş açılımı gibi son yıllarda ortaya çıkan hadiseleri birer kehanet şeklinde yorumladıkları anlaşılmaktadır. Atina'nın Yunan halkına "korku ve endişe", Türkiye'ye de gözdağı verme siyasetinin, Yunanistan'ın gerçek sorunlarını çözmeyeceği aşikardır.

[email protected]