Tatsız-tuzsuz bir AB Liderler Zirvesi... Bir adım ileri, bir adım geri

Prof. Dr. Nurşin Ateşoğlu Güney / Nişantaşı Üniversitesi
12.12.2020

AB'nin artık Türkiye konusunda yaptırım öteleme, tehdit ama diyalog stratejisinin ötesine geçip Ankara ile ilişkilerinde yeniden olumlu bir başlangıç yapması gerekiyor. Aksi durumda Türkiye'de kamuoyu Bakü'de dalgalanan Türkiye ve Azerbaycan bayraklarını seyrederken, Erdoğan Kafkasya'da bölgesel 6'lı mekanizma önerirken Brüksel Ankara ile ilişkilerini ne bir adım ileri ne bir adım geri götüren bu manasız toplantıları yapmaya devam eder durur. Ankara, Brüksel bürokrasisi ve profesörlerinin hayal ettiği stratejik özerkliğin imkân ve kabiliyetlerine şimdiden önemli ölçüde sahiptir. Kendi imkanlarıyla kendi sularında doğal gaz kaynağı bulmuş bir devlettir. Türkiye'nin askeri var, enerji kaynağı var, yakın coğrafyasını uluslararası hukuk çerçevesinde şekillendirme enerjisi var. Türkiye hem Batı içinde kalırım hem de ulusal çıkarlarım ve bekam söz konusu olduğunda Batı'dan bağımsız kendi milli politikalarımı uygularım diyor. Kısaca, diyaloğa evet ama egemenlik haklarımız dokunulmazımızdır.


Tatsız-tuzsuz bir AB Liderler Zirvesi... Bir adım ileri, bir adım geri

Korsika’da yapılan Med7 Zirvesi’nden 10-11 Aralık AB Zirvesine kadar geçen süre zarfında pek çok konjonktürel gelişme yaşandı. Bu gelişmeler, hem Türkiye’nin siyasi ve askeri alan kapatma ve kontrol kapasitesinin Doğu Akdeniz ve Libya hattıyla sınırlı olmadığını, hem de Ankara’nın Batılı müttefik ve rakipleriyle stratejik diyalog geliştirme isteğinin hala baki olduğunu gösterdi.

Yaptırım baskısı

Buna rağmen Birlik içinde Türkiye karşıtı propaganda yapan Fransa, Yunanistan ve Güney Kıbrıs Rum Yönetiminin ortak arzusunda, AB’nin Ankara’ya yönelik ağır yaptırımlar uygulaması konusunda ikna edilmesi arzusunda, bir değişiklik olmadı. Hatırlanacaktır, bu üçlü 3 Ekim AB Komisyonu Liderler Zirvesi’nde de bu yönde bir karar çıkaramaya uğraşmış, muvaffak olamayınca, AB Ankara karşıtı kara propagandanın dozunu provokasyon ve manipülasyon seviyesine çıkarmışlardı.

Nitekim 10-11 Aralık Zirvesi’nin hemen öncesinde, Birliğin uluslararası hukuka aykırı olarak Akdeniz’de uluslararası sularda seyreden Türk ticaret gemisini İRİNİ operasyonu çerçevesinde izinsiz olarak durdurması ve araması sadece bugüne kadar Libya konusunda somut bir başarı yakalayamamış AB’nin bayrak gösterme çabası olarak okunamaz. Bu hukuki olarak sorunlu eylemin gerisinde Türkiye’yi kışkırtma, Türkiye’ye gerginliği tırmandırarak hata yaptırma niyeti vardı. Ancak, bayrak göstermek istedikleri sahanın istihbarat bilgilerine haiz olmadıkları anlaşılan, AB’nin seyrüsefer güvenliğine de dayalı normlarının altını oyan bu kışkırtmalar Ankara’nın soğukkanlı ve sağduyulu siyaseti nedeniyle umduğu sonucu üretmemiş, AB hanesine bir başarısızlık daha kaydedilmişti.

AB bıkkınlığı

Aslında söz konusu devletlerin çareyi kışkırtma siyasetinde aramalarının bir nedeni var: Gerek Korsika Zirvesi gerek Ekim Liderler Zirvesi gösterdi ki Birlik içinde Türkiye konusunda Atina-Güney Lefkoşa ve Paris gibi düşünmeyen, dolayısıyla Türkiye’ye yönelik ağır yaptırım uygulanmasını arzu etmeyen güçlü bir ülke grubu varlığını sürdürüyor. İspanya, İtalya, Malta ve Almanya gibi ülkeler hem Birliğin bugün ve gelecekte çıkarları ve güvenliği için önemli Doğu Akdeniz gibi alanlarda varlık gösteren Ankara’yı tamamen kaybetmeyi göze almayı akıllıca bir hamle olarak görmüyorlar. Hem de bu ülkeler ve liste sadece Güney Avrupa ülkeleriyle de sınırlı değil, Türkiye ile geliştirdikleri ikili ilişkilerindeki kazan-kazan zeminini kaybetmek istemiyorlar. Bu nedenle, Güney Kıbrıs ve Yunanistan’ın Birliğe can suyu vermek için Ankara’yı kurban etmeyi öne süren aşırı felsefi yaklaşımının ve Fransa’nın İslam düşmanlığına göz kırpan radikalleştirme çabalarının Avrupa Liderlerini günümüz realpolitiğinde Türkiye karşıtı bir tutuma ikna etmesi beklenmiyor, böyle bir tutum önemsenmiyordu. Kamuoyunun Bakü kutlamalarının önemi ve mesajı ile daha çok ilgilenmesinin sebebi de AB’nin maksimalist ülkelerin radikalleştirici tutumuna karşı duramamasından duyduğu bıkkınlıktı.

AB’nin kara deliği

Maastricht’ten bu yana geçen onlu yıllarda, AB ortak bir dış politika oluşturma rüyasından hiç vazgeçmedi ama bu yolda önüne hep iktisadi sorunlar ve bütçe zorlukları çıktı. 27 ülkenin ekonomik güvenlik konusundaki farklı hassasiyetlerini yatıştırmak çok kolay değil ve bazı üyelerin AB’ye “ATM muamelesi yaptığı” da bir gerçek ancak Birliğin son yıllarda Brexit, mülteci meselesi, enerji tedarik güvenliği ve koronavirüsle mücadele gibi somut konularda sürekli maliyet ve para hesabı yapan bir tüccar gibi davranması ortak güvenlik ve dış politika meselesini Brüksel’in yönetemediği bir karadeliğe dönüştürdü. Bazı üyelerin ciddi ciddi “çıkış/exit” stratejisini bu karadeliğin bitmez tükenmez, bir türlü gerçekleşmez ama para-yutar hayallerinden kurtulmak için çare olarak düşündüğünü biliyoruz. Üstelik bu dönem, Borell’in deyişi ile Birliğin güya “güç politikası” diliyle konuşmayı öğrendiği bir dönem. Böylece Brüksel gizli saklı güttüğü çifte standart politikasını AB normlarının aksine açık açık takip etme özgürlüğüne kavuştu velakin yine de AB askeri kapasitesini geliştirmeyi başaramadı. Hazır normlar kurban edilmişken, tek tek ulus devletler de uygulamada muğlak AB değerleri yerine ulusal, bencil çıkarlarını takip etmeye başladılar.

Brüksel’de AB bürokrasisi fildişi bir sarayda oturduğunu düşlüyor ve aslında AB ülkelerinin bir tespihin taneleri gibi farklı jeopolitik çıkarlar arasında savrulduğunu görmüyor olabilirler, ama “kral çıplak”, AB’nin çevre alanların kaderini etkileyecek askeri, enerjisi ve parası yok. Nitekim Brüksel’de bürokrasiyi filan aşıp liderlerin yüzüne “kral çıplak” deme zevki de Trump’a nasip oldu. Ama Trump bile Brüksel profesörlerini ikna edemez. Örneğin, Sven Biscop hiç yorulmadan AB’nin artık askeri alanda otonom bir aktör olması gerektiğini yazıp çiziyor. Hızla 2016 tarihli AB Küresel Stratejisi’nin (EU Global Strategy) gereklilikleri yerine getirilmeli, örneğin PESCO gibi askeri inisiyatifler hayata geçirilmeli filan. Bunun için de her Liderler Zirvesi, her bütçe görüşmesi büyük bir heyecanla bekleniyor. 10-11 Aralık Zirvesinde de Birliğin otonom hareket etmesi yönünde karar alındı, ve Zirve sonuç bildirgesinde Biden ABD’sine “peşindeyiz patron” selamı çakıldı.

AB içinde halihazırda bir tarafta NATO ve ABD’yi gücendirmeden yola devam etmek isteyen Avrupa üyeleriyle, AB’nin bağımsız askeri gücünü oluşturacak reformların hayata geçmesi için ortak bir dış tehdit yaratma derdindeki Fransa arasında büyük bir çatlak mevcut. Zira malum pek çok üye devlet, şu anda iktisadi sıkışıklık ve belirsizlik yaşıyor. AB’ye üye olurken bir barış denizine atladıklarını düşünen küçük üye ülkelerin ellerinde alan savunması için ortaya çıkarabilecekleri kadar asker bile mevcut değil. Kimse Paris istedi diye zaten Avrupa zenginliğinden yeterince nasiplenmeyen halkını asker olmaya ikna etmeye çalışma riskini, yani siyasi intihar riskini, üstlenmek istemiyor. Bu arada 1950’lerden beri stratejik özerklik peşindeki Fransa’nın da Mali Operasyonunda güçlük çektiğini, gerekli bazı yetenekleri NATO ve ABD’den edindiğini buraya not edelim. Sözün özü, Avrupa’nın iktisadi bir dev, askeri bir cüce olduğu günler geride kaldı; artık AB askeri bir cüce iktisadi olarak da erken boy atmış bir ergen görünümünde.

Ankara’yı kaybetme riski

Bu hikâyeyi AB’yi küçümsemek için anlatmıyoruz. 27 ülkenin bir çatı altında toplanmasının ve bazı değerli adayların kapı önünde bekletilmesinin getirdiği/getireceği iktisadi, siyasi bedeller vardı. AB bürokrasisi bu bedeli ödemeye gönüllü olduğu müddetçe küçümseyebileceğimiz bir hikâye değil anlattığımız. Ancak şu soruyu sorma hakkını kendimizde buluyoruz. Ne parası, ne askeri, ne de coğrafya dönüştürme enerjisi olan AB, niçin GKRY, Yunanistan ve Macron Fransa’sının Türkiye’ye şantaj yapmasına müsaade edip, daha sonra arkasında duramayacağı bu politikanın gerisine sıçrıyor. Bu riski GKRY milliyetçiliğinin gönlünü hoş etmek için almayacağına göre ne Paris’i oyalamak ne de Washington’u selamlamak için bu kadar dolambaçlı ve dikenli bir yoldan gitmesine gerek olmadığını hatırlatalım. Çünkü bu yolda en büyük risk, Türkiye’nin her daim masada tuttuğu kazan-kazan diyaloğunun artık işe yaramayacağını düşünmesidir.

Yaptırım tehdidi

Bu riskin büyüklüğünün can sıkıcı olduğu açık. Bu çerçevede AB dönem başkanı Almanya Şansölyesi Merkel Aralık Zirvesinde, Türkiye konusunun birçok parametreyle birlikte değerlendirilmesi gerektiğinin altını çizmiş olması ve yaptırım kararının AB-Türkiye ilişkilerinin kopmasına neden olmaması gerektiği yönündeki uyarısını tekrarlaması şaşırtıcı değil ama önemli. Merkel’in Ege, Libya ve Yukarı Karabağ konularında Ankara’nın attığı adımlara Brüksel’in tepki vermemesi gerektiğini savunduğunu, bu doğrultu da Fransa’yı ikna ettiğini, bugüne kadar yarı cesaretlendirilen Yunanistan-Güney Kıbrıs ikilisinin maksimalist taleplerini de reddettiğini biliyoruz. Üstelik Merkel’in Türkiye ile normalleşme yönünde verdiği sinyalde yalnız olmadığını biliyoruz. İtalyan lider Comte’nin, Türkiye’nin AB tarafından dışlanmasının yaratacağı ağır sonuçlar konusunda tüm liderleri Zirve öncesinde uyardığını hatırlıyoruz.

Bütün bu Türkiye’yi kaybetmeyelim havasının da Türkiye’ye yaptırım uygulanacağı haberlerini basına sızdırdıktan sonra gerçekleşmesi dikkatimizden kaçmadı. Zira Merkel bile, Birliğin karadeliğinden kaçamıyor ve prensipte bir üye ülkenin çıkarlarının üçüncü bir ülkeye karşı koruduğunun gösterilmesi gerektiğini önemsiyor. Bu bakımından en azından Doğu Akdeniz meselesinde AB’nin duruma müdahil görünmesine, Maraş’ın açılmasından Oruç Reis’in sondajlarına Türkiye ile belirli sorunlar var mesajının verilmesine özen gösterildi. Bu mesajın pek korkakça, muğlak ifadelerle ve Biden’a uzatılan bir beklenti listesiymişçesine verildiğini de görüyoruz. Ne demiştik: ne para var ne asker.

Türkiye, AB yaptırım tehdidiyle ilk kez karşı karşıya kalıyor değil. Nitekim Zirvenin yapıldığı sırada Cumhurbaşkanımız Erdoğan’a Brüksel’in olası yaptırım uygulaması konusunda ne düşündüğü sorulduğunda, ‘‘AB yaptırımları Türkiye’yi fazla ırgalamaz’’ diye cevap verdiğinde bu konunun aslında Ankara için çok da önemli olmadığı anlaşıldı. Gerçekten de Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın basına yapmış olduğu açıklamasında da belirttiği üzere, AB aslında 1963’ten bu yana Ankara’ya kurumsal olarak sürekli yaptırım uyguluyor. Ancak, bu sefer Brüksel, Türkiye’nin ve KKTC’nin hem Akdeniz’deki meşru deniz yetki alanlarındaki egemenlik haklarından vazgeçmesini hem de Ankara’nın kendi kıta sahanlığı çerçevesinde sürdürdüğü enerji sondaj faaliyetlerine son vermesini istemişti. İlaveten de Kıbrıs’ta garantör ülke Ankara’nın KKTC’nin haklarını savunduğu duruşundan geri adım atmasını talep etmişti. Bu bağlamda Atina- Güney Lefkoşa ve Paris’in talep ettiği yaptırımların sebebi Türkiye’nin AB üyelik sürecinde ne yapıp yapmadığı ile alakalı değil, Türkiye, KKTC ve Kıbrıs Türk Toplumunun hak ve egemenliğiyle ilgili. Dolayısıyla, maksimalist üçlünün yutacaklarından, hatta ısıracaklarından büyük bir lokma için harekete geçtikleri görülüyor.

Sonuçta da AB Liderler Zirvesi’nde, Türkiye’ye karşı ağır yaptırım kararı alınması talebi de, üyelik sürecinin askıya alınması beklentisi de reddedildi. Bu olumlu bir karar, ancak pratikte zaten değişen çok bir şey yok. Zira AB-Türkiye görüşmeleri zaten askıda, hepimizin bildiği gibi fasılların bir kısmı Yunanistan/Güney Kıbrıs blokajı nedeniyle uzun süredir açılamıyor. Ancak, bu sefer AB doğrudan Türkiye’nin Akdeniz’deki egemenlik haklarına müdahil olma kararı almış görünüyor. Bu durum tabii ki uluslararası hukukla bağdaşmadığı gibi, Ankara’nın Akdeniz’deki meşru egemenlik haklarıyla çakıştığından kabul edilmesi mümkün olmayan bir durum arz etmekte.

Diyaloğa evet ama…

Türkiye, son 20 yılda gerçekleştirdiği savunma sanayisindeki reform neticesinde, denizlerde, karada ve havada kendi güvenlik çıkarlarını bağımsız bir şekilde kendi milli ve yerli askeri kapasitesiyle koruyan etkili bir bölgesel güç haline gelmiştir. Oysa, AB ise kendi sınırlarının ötesinde oluşan tehditler karşısında güvenliğini tek başına korumaktan aciz olup bu bağlamda halihazırda başta Türkiye olmak üzere diğer müttefiklerinin eline bakmaktadır. AB’nin günümüzde tüm gayretlerine rağmen Rusya’ya olan enerji bağımlılığını henüz giderememiş olduğu da biliniyor. Bu bağlamda, TANAP-TAP ve hatta Türk Akımı gibi alternatif boru hat seçenekleri Avrupa’ya Türkiye üzerinden geçerek ulaşıyor. Mülteciler konusunda AB’nin Türkiye’ye yönelik sorumluluklarını yerine getirmediği ama AB içerisinde mülteci politikasının güvenlikleştirildiği seviye düşünüldüğünde Brüksel’in Ankara’nın iyi niyetine ve insani diplomasi kapasitesine muhtaç olduğu da anlaşılıyor. Ankara’nın iyi niyetinin ve sabrının şantaj politikası karşısında taşabileceğini hesaplayan Brüksel bu nedenle Zirve sonuç bildirgesinde bir yandan Türkiye ve KKTC’nin siyasi kararlılığını egemenlik meselesi üzerinden sınıyor, diğer yandan diyalog ve işbirliği kapısının açık olduğunu dillendiriyor.

Egemenlik hakları

Türkiye, bugüne kadar AB-Ankara ilişkilerinin inişli çıkışlı gidişatında sabretmiştir. Ankara, ayrıca, Batı Dünyası ile olan bağlarına öncelik verdiğini pek çok kez ilan etmiştir. Dolayısıyla, Ankara’da Batı ve özellikle de AB ile yeni bir sayfa açmak konusunda ciddi bir iradenin olduğunu söylersek yanlış olmaz. Ancak, bir süredir Türkiye hem Batı içinde kalırım hem de ulusal çıkarlarım ve bekam söz konusu olduğunda Batı’dan bağımsız kendi milli politikalarımı uygularım diyor. Kısaca, diyaloğa evet ama egemenlik haklarımız dokunulmazımızdır.

Ankara, Brüksel bürokrasisi ve profesörlerinin hayal ettiği stratejik özerkliğin imkân ve kabiliyetlerine şimdiden önemli ölçüde sahiptir. Kendi imkanlarıyla kendi sularında doğal gaz kaynağı bulmuş bir devlettir. Türkiye’nin askeri var, enerji kaynağı var, yakın coğrafyasını uluslararası hukuk çerçevesinde şekillendirme enerjisi var. Yani, bağımsız karar alma yetisi var. Bu nedenle AB’nin artık Türkiye konusunda yaptırım öteleme, tehdit ama diyalog stratejisinin ötesine geçip Ankara ile ilişkilerinde yeniden olumlu bir başlangıç yapması gerekiyor. Aksi durumda Türkiye’de kamuoyu Bakü’de dalgalanan Türkiye ve Azerbaycan bayraklarını seyrederken, Erdoğan Kafkasya’da bölgesel 6’lı mekanizma önerirken Brüksel Ankara ile ilişkilerini ne bir adım ileri ne bir adım geri götüren bu manasız toplantıları yapmaya devam eder durur.

[email protected]