Bir Alevilik tartışması: Laik devlet İslam adına ibadet yeri belirleyebilir mi?

İsmail Küçükkılınç - Hukukçu
3.08.2013

Kültürel önceliği olan Alevîlerin resmî-dinî ibadet mekânı olsun diye talep ettikleri Cemevine “ibadet yeri statüsü” verilmesi laik bir devletin işi değildir. Laik bir devlet İslam’ın ve tüm Müslümanların yerine geçerek bir mekânı - velev talep üzerine olsun- ibadet yeri olarak tanıyamaz.


Bir Alevilik tartışması:  Laik devlet  İslam adına  ibadet yeri  belirleyebilir mi?

Artık farklı bir “dünya”da yaşadığımızı, inançlarımızı-değerlerimizi değil savunmada, izah etmede bile ciddi müşkillerle karşılaştığımızı, nidamızı duyurmada çaresiz kaldığımızı, “kavrukluğunda” hemfikir olduğumuz bu topraklarda yaşayan insanların nasıl olup da birbirine yabancı “anlam dünyaları”na sahip/mensup olduklarını unutuyor değiliz. Yine de her şeye rağmen “bunlar sadece benim ve bir grubun doğruları değil, hepimizin, yani tüm Müslümanların doğruları” demekten de vazgeçmiyoruz. Vazgeçtiğimiz an, kaybedeceğimiz korkusu, yani bizi fiili olmasa bile nazarî olarak bir arada tutan, hiç olmazsa bir arada tutacak tek değeri kaybedeceğimiz endişesi bizi akıntıya kürek çekmeye zorluyor.   

Tarihi kökleri olan Alevîlik tüm hetorodoks özelliğine rağmen İslam inancı ve kültürü içinde yer alan bir anlayıştır. Bu bakımdan Alevîlikle ilgili tartışmalarda ana eksen İslam olmalıdır. Mesela ahret inancı yoksa veya ahretin varlığı hususunda bir şek, bir şüphe, bir tereddüt varsa, bu durumda sahip olunan inançla İslam arasında bir bağ kurmak imkânsızdır. Ahret inancı tüm semavî dinlerin olmazsa olmazıdır.  Birkaç sene evvel bir haber programında Tanrı’ya Türkçe ibadet ettiklerini, Tanrı ile “öbür dünya” ile iletişimi Türkçe ile kurduklarını ifade ettikten sonra “tabii, eğer öbür dünya varsa!”diyen bir Alevi önderiyle Aleviliği bir Müslüman hassasiyetiyle konuşmak ne derece mümkün cevap vermekte zorlanıyoruz. Ayrıca bu Alevi önder; abdest almak, namaz kılmak, oruç tutmak, zekât vermek gibi ibadetlerin “Alevî çocuklarının ailelerinde hiç görmedikleri,  yapmadıkları ve bundan sonra da yapmayacakları şeyler” olduğunu söylüyordu. Abdest almak, namaz kılmak, oruç tutmak, zekât vermek bir mezhebin, bir meşrebin, bir tarikatın değil; Allah’ın, Kur’an’ın emridir. Alevîlik, Hanefîliğin ya da Sünnîliğin muarızı, muhalifi, muhasımı değildir; velev böyle olsa bile İslam’ın değildir. Hanefîliği ya da Sünnîliği bir an için yok farz ettiğimizde abdest almanın, namaz kılmanın, zekât vermenin, hacca gitmenin nihayetinde temel kaynağının Kur’an olduğu görülecektir. Peygamberimiz döneminde ve önderliğinde topluca tatbik edilen, toplumdan topluma, nesilden nesile, asırdan asıra intikal eden ve adına da Fazlurrahman’ın muhteşem formülasyonuyla “yaşayan sünnet” denilen ibadet şekil ve uygulamaları da herhangi bir mezhebin hanesine kaydedilmeyecek tarihîliğe, genelliğe ve kayda sahip olduğuna göre çok az farklılıklarla ibadetlerin ne şekilde pratize edileceği de tüm mezhep kaygılarının ötesinde ve üstünde bir şey olmalıdır. Bu durumda namaz kılmak niçin Alevî çocuklarının görmedikleri, uygulamadıkları ve uygulamayacakları “ gereksiz pratik ders konusu” olsun ki!    

Şurası tartışmasız bir vakıadır ki dünyanın neresine gidilirse gidilsin namaz, oruç, hac gibi ritüel veçheleri de olan ibadetlerin Müslümanların ibadetleri olduğu söylenecektir; Mevlevîlikteki semânın, Alevîlikteki semahın da bir ibadet biçiminden ziyade kültürel-manevî, belki biraz folklorik ritüeller/zikir olduğu... Yine dünyanın neresine gidilirse gidilsin, kime sorulursa sorulsun Müslümanların ibadet yerinin de cami veya mescid olduğu söylenecektir. Cemevi ise olsa olsa bir tekkedir, bir dergâhtır, bir zikirhanedir... Velev içinde namaz kılınsa bile... Ayin, zikir ve hatta dua belli kural ve şartlara bağlı olmadan da ifa edilebildiği gibi, ifa yerinin belirlenmesi veya tavsifi de temel bir mesele değildir; dergâh olur, tekke olur, Cemevi olur veya başka bir yer...  Ancak Kur’an ve Sünnet ile çerçevesi belirlenen ve 14 asır boyunca İslam toplumlarının gündelik yaşamlarının bir parçası olan ibadetlerin ve ibadet yerinin tartışmaya açılması başka niyetlere matuf gibidir. Kaldı ki; mütemadiyen “aydınlanma felsefesi”nden bahseden, tipik pozitivist tanımına giren ve Kur’an bahsi geçince hiddetinden cinnet geçirecek hale gelenlerin, çoğu şifahi olarak korunan Alevî inançlarına müteal-aşkın-ilahî-manevî pencereden bakmayacakları, fırsatını bulduklarında belki çok daha hoyrat olacakları da bir gerçektir. Şunu da unutmamak lazım: Ayin ve zikir, dergâh ve tekke, aslın bizatihi kendisi değil, tezahürleridir. Asıl yorumlanır, ama tartışılmaz. Hz. Peygamberin dinî ve dünyevî-kültürel-sosyal yaşamı yorumlanır, bir ayrıma gidilebilir ama onun peygamberliği tartışılmaz; bu bir iman meselesidir. 

Aleviliğin dini mahiyeti

Aleviliği dini bir mahiyette ele almayan Alevilerin -ki ahret inancına yaklaşımları en önemli kriterdir- Cemevi adı altında ibadet yerini, semah adı altında bir ibadet şeklini sıkça dile getirmeleri onların ibadet ve ibadet yeri kavramına yükledikleri kültürel anlamla da uyumludur. Ürkütücü olan onların mescide muadil gördükleri cemevinin ve namaza muadil gördükleri semahın resmî bir kararla İslamî veçhe kazandırılmaya çalışılmasıdır. Oysa dinî önceliği olan ve bir kısmını bizim de tanıdığımız Alevîlerin mescitle ve hele namazla bir problemleri olmadığı gibi, onların Alevîlik anlayışlarında Kur’an ve yaşayan sünnetle çerçevesi belirlenmiş ibadetlere bir kayıtsızlık da mevcut değildir. 

Alevîlerin resmî-dinî ibadet mekânı olsun diye talep ettikleri Cemevine “ibadet yeri statüsü” verilmesi laik bir devletin işi değildir. Laik bir devlet İslam’ın ve tüm Müslümanların yerine geçerek bir mekânı -velev talep üzerine olsun- ibadet yeri olarak tanıyamaz. Böyle bir karar; devletin bir grubun inanç hürriyetini teminata alması değil, onları “din adına, din makamı yerine geçerek dinen ayrı kılması, ayrıştırması” ve bunu resmîleştirmesi olacaktır. 

Cemevinin ibadet yeri olarak kabulünü dile getirenlerin kahir ekseriyeti bunu aslında dinin bir gerekliliği ve neticesi olarak değil de demokrasinin, insan hak ve özgürlüklerinin amir bir hükmü olarak şart koşuyorlar ve “şayet birileri cemevini ibadethane olarak görüyorlarsa başkalarına söz düşmez” kabilinden sözler sarf ediyorlar. Ancak hiç kimse, hiçbir değer ve telakki adına Allah’ın yerine geçip ibadet tayininde bulunamaz; çünkü Cenab-ı Hakk ibadet tayininde şerik kabul etmez. Hatta resulüne bile bu hakkı devretmiş değildir.

Alevîlere ister Kültür ve Turizm Bakanlığı bütçesinden, isterse de merkezî bütçeden istedikleri kadar değil, hatta onun iki katı, hatta üç, dört, beş katı kadar kaynak ayrılsın, aktarılsın. Ancak ibadet şeklini ve yerini resmî mercii sıfatıyla belirlemek velev talep konusu dahi olsa laik bir devletin hakkı ve haddi değildir. Devletin bir ibadeti yasaklaması nasıl dine müdahaleyse, kültürel vasfı bariz bir ritüeli resmî mercii sıfatıyla ibadet addetmesi de o oranda dine müdahaledir. Devlet her şeyden önce laik yapısı gereği bir uygulamayı ibadet olarak belirleyemez, bu yöndeki herhangi bir talebe resmî veçhe kazandıramaz. İslam nokta-i nazarından ibadet, nev-zuhur bir şey değildir; hem kaynakları, hem sürekliliği hem de tarihliği bakımından tartışılmayacak bir netliktedir. Türkler, İslamiyet’i kabul ettiklerinde ibadet kavramı asırlar boyunca bu netliğinden hiçbir şey kaybetmemişti. 

Şöyle bir soru akla gelebilir: Acaba, devlet, bir grubun ibadet saydığı ritüeli veya ibadet yeri kabul ettiği mekânı o grubun talebi doğrultusunda tanıyıp onların taleplerini yerine getiremez mi; bu durumda ortaya çıkan sonuç, ibadet veya ibadet yeri “belirleme” değil de bunları, belli grubun inanç ve ibadeti olduğu gerekçesiyle “tanıma” olamaz mı? Semah ve cemevi sosyal yaşamda kültürel ve folklorik olarak var olan ve bu arada devletçe de tanınmış kavram ve müesseselerdir; ancak İslam’a aidiyetine çok fazla vurgu yapılmadan ve öne çıkarılmadan İslam dini bünyesinde de ibadet ve ibadet yeri olarak tanınması ve resmî bir hüviyete büründürülmesi istenmektedir. 1400 yıllık bir dinin temel kaynaklarında bulunmayan bir ritüelin ve mekânın, ibadet ve ibadet yeri olarak zorla o dine resmen izafesi bir tanıma değil, bir “belirleme” olacaktır. Sovyet Rusya’nın bir dönem ibadetleri inkâr etmesi, sonra da bunları tanıması gibi bir durumla karşı karşıya değiliz. Devletin tanıma ile belirleme arasında yaptığı seçim ve tercih ne olursa olsun nihaî anlamda “belirleme/tayin” olacaktır. Sosyal karşılığı ve tabanı olsun olmasın 4-5 farklı grubun da böyle bir talepte bulunduğu farz edildiğinde devlet mütemadiyen ibadet ve ibadet yeri belirleyen laik vasıflı bir “din vazı’ı/koyucusu” olacaktır. Sıkıntı şudur:Neticede bu belirleme/tayinde muhatap İslam’dır; oysa İslam, Türklerin İslamiyet’i kabulünden önce de vardı ve böyle bir ibadet ve ibadet yeri yoktu. 

Alevî açılımı kültürel öncelikleri olanlarla ayrı, dinî öncelikleri olanlarla ayrı yürütülmelidir. Kültürel önceliği olanların kültürel ne gibi talepleri varsa, bilaistisna harfiyen yerine getirilmelidir; çünkü bu, din sahasına dâhil değildir; din, birçok sıkıntı ve probleme rağmen kültürün ortadan kalkmasıyla yine de müstakil olarak bizatihi var olan, varlığını kabul ettiren ve sürdüren ilahî/vahyî değerler manzumesidir. Dinin folkloru, kültürü şekillendirmesi, etkilemesi ile folklorla, kültürle dinin aynîleştirilmesi aynı şey midir? Alevîlikle ilgili dinî talepte bulunanların çoğunun kültürel Alevî olduklarını ifade etmesi hiç mi önem taşımamaktadır? Bu durumda onların kültürel çerçevede muhatap alınması gerekmez mi?

Vahyin nüzulünün ikmali ve Hz. Peygamberin vefatına kadar olan süreçte ne ibadet idiyse bugün de odur; İslam’a 3-4 asır sonra girmiş kavimlerin, milletlerin kendi inanç ve kültürleriyle harmanladıkları şey ibadete taalluk ediyorsa ortada bir sorun var demektir.   

Aleviliğin kültürel mahiyeti

Entelektüel konumunu bazı solcu-sosyalist-sol liberal aydınların iltifatı ile ölçen, derecelendiren ve “İslamî camianın önde gelen entelektüeli” diye tesmiye edilenlerin bu işin mihmandarlığına soyunmasını anlamakta fevkalade güçlük çekmekteyiz. Hâşâ, İslam bizim keyfimize göre ibadet şekli belirleyeceğimiz bir din midir? Heterodoksi, sadece bugünün meselesi midir? Bu dinin tartışılmayacak hiçbir kaidesi, prensibi, ibadeti yok mudur? İslam dinine mensubiyetlerinde hiçbir şüphe bulunmayan grupların heretik de olsa farklı yorumlarına ölçülü yaklaşma ile onların bu dinin temel kaynaklarıyla uyuşmayan ibadet formunda yeni kurallar koymasına, yeni ibadetler getirmesine, kültürel-folklorik yanı bariz bu kural ve ibadetlerin İslam’ın tolore edeceğine ve hatta bunların resmî mercii sıfatıyla İslam’a ait ibadetler olarak kabul edilmesine itiraz farklı şeyler değil midir? Hani, ibadet şeklini, o ibadetin bağlı olduğu dinin vaz’edicisi belirlerdi?  Peki, “İmam’ın masumiyeti/İsmet inancı” gibi problemli bir inanca sahip Şiilik hakkında belli noktalarda “haklı” olarak söylemediklerini bırakmayanlar şimdi nasıl yeni bir “ibadet şekli”nin ve “yeri”nin resmen kabulüne sıcak bakabiliyorlar? Genel ve geleneksel İslam yorumuna bazı esaslı itirazları ve bu yorumdan farklı kuralları olan Şiilerin bile 1300 yıl boyunca talep etmediği yeni bir “ibadet şeklinin ve yerinin” belirlenmesi ve resmîleştirilmesi telafisi imkânsız zihnî-fikrî hasarlara da yol açacaktır.

Bazı iyi niyetli isimlerin, Alevi açılımıyla çok sayıda Alevinin İslam’la probleminin minimal düzeye indirileceğini iddia etmesi de gariptir. Mesele bazı Müslümanların bazı Müslümanlara müsamaha göstermesi değildir; İslam’ın kendisiyle uyuşup uyuşmayacağı dikkate alınmadan folklorik yönü bariz ritüellerin ibadet olarak tesmiyesi ve belirlenmesidir. Bir Müslüman olarak dinî önceliği olan tüm Alevilerin benden daha düzgün, daha doğru, daha Müslüman insanlar olduğunu söyleyebilirim. Ancak hâşâ Allah yerine geçerek kültürel-folklorik formları ibadet tesmiye edemem.

Not:1- Hâşâ Allah yerine geçmekle Allah’ın muradını anlamaya çalışmak farklıdır. Allah’ın vaz’ettiği bir hükümden yola çıkarak onun muradını anlamaya gayret edebiliriz. Mesela Allah orucu farz kılmıştır. Var olan bu hükümden yola çıkıp onun gayesini tartışabiliriz; kutuplardaki uygulama şeklinde içtihatlarda bulunabiliriz. Ancak bizatihi orucu tartışma konusu yapmak İslam’ın kabul edebileceği şey değildir. Bu meydanda İslam’a girmiş bir topluluğun kendi kültürel formlarda oruç benzeri bir uygulama var, mesela yılın belli bir ayında bir hafta oruç adeti varsa bunu kurumsal olarak ibadet şeklinde kabul etmek mümkün değildir. 

2- Biz haşa sümme haşa az da olsa Kur’an’daki-ibadet kategorisinde bulunmayan- bazı hükümlerin bile Arap kültürüyle ilgili olduğunu, yani kadim tevhidî geleneğin bir unsuru olmadığını, Kur’an’ın bunları tevhidileştirmediğini, bunlara farklı yaklaşılması gerektiğini iddia ediyoruz. Onları sosyolojik, geçici birer uygulama kabul ediyoruz. Hal böyleyken, İran veya Türklerin velev İslam’dan etkilenmiş olsun kültürel-folklorik kurumlarını nasıl ibadet addederiz? 

3-Bazı yazarların, İslam’ı “Sünni İslam” şeklinde tesmiye ederek daha alt bir kategoriye indirgemesi kötü niyete istinat etmiyorsa kesinlikle ciddi ve ağır bir hatadır.   

           [email protected]