2013’te Türkiye’de yine “Andımız” tartışmalarının yapıldığı günlerdi. İzmir’de Başbakanlık Yurtdışı Türkler ve Akraba Topluluklar Başkanlığı’nın Türkiye Bursları kapsamında eğitim gören öğrencilerimizle bir dergi hazırlığı içindeydik. Dergimizin adı Her Boydan olacaktı. Şair Can Yücel’in şiir çevirilerine koyduğu addı bu. Biz hem onun çevirilerinden etkilenmiştik hem de Türkiye’ye dünyanın hemen her ülkesinden eğitim için gelen kardeşlerimizin edebiyatlarını, düşüncelerini Türkçede bir araya getirme düşüncesindeydik. O günlerin birinde Suriyeli kardeşimiz Kemal Davut, elinde Nizar Kabbani çevirileri ile çıkageldi. “Vatansız Vatandaşlar”, diyordu Kemal Davut’un Türkçesinden Kabbani. Yıllar öncesinden bugünün Suriye’sini anlatıyordu:
Vatansız vatandaşlar
Kovalanmış kuşlar gibi zaman haritasında
Evraksız yolcular… Kefensiz ölüler
Hayat kadınlarıyız biz bu asrın
Her hâkim bizi satar ve fiyatı yakalar
Biz sarayın cariyeleriyiz
Bir odadan odaya gönderiliriz
Bir koldan kola
Bir sahipten sahibe
Bir puttan bir puta
Her gece köpekler gibi koşarız
Aden’den Tanga’ya
Aden’den Tanga’ya
Bizi kabul eden kabile ararız
Bizi örten perde ararız
Ve bir ev...
Kabbani’nin kendi vatandaşlarının, Suriyelilerin, bugününü anlattığını bilemezdi bu şiiri yazdığı dönemde ama Arapların Türk kardeşlerinden koparılışının neticesi uğradığı akıbeti, çok defa anlatmıştı şiirlerinde. Uruguaylı Marksist yazar Eduardo Galeano, İngilizlerin, Suudi Arabifstan’ın aşiret reislerini Osmanlı’dan koparmak için tam 200 yıl maaş bağladığını Aynalar kitabında ‘tarihin bir cilvesi’ gibi anlatır. Oysa Araplar için acılarının tarihidir bu. Belki çoğu bunun bugün bile farkında değildir. Kabbani ise, Arapların halinden sonsuz bir elem duyar. Onlara “Araplık”larını vereceklerini iddia edenler eliyle “Araplıklar”ını yitirmişler, “kabilecilikleri kabarmış” ve birbirlerine düşmüşlerdir. Osmanlı’ya karşı hatırladıkları Araplıklarını nedense Batılılara karşı hatırlayamaz olmuşlardır. Bunu sorgulamak da pek azının aklına düşmüştür. Kabbani, “Halid bin Velid’in İşten Çıkarıldığının Belgesidir” şiirinde şöyle diyecektir bu yüzden:
Ey Selahaddin!
Söz ne işe yarayacak bu batini çağında
Ve neden şiir yazalım ki
Unutulmuşken Arap’ın sözü.
Arap’ın sözü, İslâm’dan gayrı ne olabilir? Türk’ün sözü İslâm’dan gayrı ne olabilir? Kürt’ün sözü İslâm’dan gayrı ne olabilir? Biz bu düşüncelerle Yurtdışı Türkler’in Konak’taki ofisinde Kabbani’nin şiiri üzerine düşünürken, Ege Üniversitesi’nde okuyan Nijeryalı kardeşimiz Ramoni Alojida Hammed’in, Her Boydan için yaptığı çeviri elinde teşrif edeceğini ve bizim kafamızdaki sorulara esaslı bir katkı getireceğini bilmiyorduk elbette. Ramoni, Türkiye’deki “Andımız” tartışmalarından etkilenmişti. Yurttaki arkadaşları, televizyonlar “Andımız” diye bir şeyden bahsediyordu. O da Nijerya’nın Joruba bölgesinde “And” olarak okunan şiiri, Her Boydan için Türkçeye çevirmişti. Anadili Yorubaca olan Ramoni, Jorubaca’danTürkçe’ye bir şiir kazandırmıştı. Ama ne şiir!.. Bir “And”. Hani çocukların bitmez tükenmez enerjileriyle okudukları… Lakin bizim “Andımız” gibi düşünmeyi engelleyen kurulukta değil. Aksine, düşünceye yol açan cinsten. Şiirin adı yalındı: “Karakter”. Türklerin tarihî kaderlerini onunla kazanıp dünyaya adalet getirdikleri davanın ismi yani:
Karakterini koru, arkadaş
Şeref, insanın evinden çıkar
Güzellik de kaçar insan vücudundan
Ama karakter bırakmaz mezara kadar.
Karakter, alev gibidir sonunda belirir
İnsan, şerefle uzakta görünür
Karakter, yaklaşınca insana iyi bilinir
Karakter, kendi sahibini bırakmaz hiç.
Çocuğun karakteri çocuğu adlandırır
Çocuk güzelse karakteri önemli
Vücut güzelse kıyafeti önemli
Ayaklar güzelse ayakkabı önemli
Kişi güzel ama karakteri güzel değil
Vah ona, o kaybetmiş en değerli şeyi
Güzellik değil midir insanın görevi
Ve kutsal sabır… Atası karakterin.
Şiirin şairi J. F. Odunjo, Nijerya’da Yoruba dilinin konuşulduğu bölgelerde okutulan ilkokul ders kitaplarının da yazarı. Yörenin çocukları onun yazdığı “And” ile güne başlıyorlar ve karakterlerine birbirlerine bir armağan gibi sunmaya doğru kendilerince yol alıyorlar. Büyüdüklerinde sahip yoldukları karakter, onları sömürgecilere karşı koruyabilir mi? İşte bu soru mühim… Kişinin bir karakter sahibi olması yetmiyor çünkü. Milletinin de bir karakter sahibi olması gerekiyor. Bunun ne anlama geldiğini ise sanırım hiç kimse rahmetli Aliya İzzetbegoviç kadar açıklıkla anlatamamıştır: “Halk ile kalabalık aynı şey değildir. Bu farkı çok iyi bilen demagoglar bunu kendi amaçları için bolca kullanırlar. Halk, dâhilî şuur, ahlak ve ideal prensibini kaybettiğinde kalabalık haline dönüşür. Şuursuz halk, sürü halini alır. Sürü idealsiz ve şekilsiz bir insan kalabalığıdır; her biri kendisi için yaşayan ve daha yüksek ve daha içtimaî bir şuur taşımaksızın hatta bir isim bile taşımaksızın sadece kendi çıkar ve arzuları olan fertler topluluğudur. Halkın idealleri vardır, sürününse arzuları. Sürüyü tarihî yolun sonunda, yıkılışın eşiğinde görürüz.”
Aliya İzzetbegoviç’in Özgürlüğe Kaçışım’ında yer alan bu düşünceler, bir fert için karakterin mahiyetine işaret eden Odunjo’yla aynı şeye vurgu yapmaktadır. Fert için karakter ne ise halk için de ideal odur. Bu nedenle büyük bir devlet adamı olan Aliya İzzetbegoviç, hapishane günlerinde, bir milletin nasıl millet olacağı, bunun bir devlet eliyle nasıl gerçekleştireceğine kafa yorar. Devlet, fertlere karakterinin peşinde olabilme imkânını verecek, böylece fertler biyolojik hayat süren yığına dönüşmeyecektir. Karaktersiz bir fert, iyi eğitimli de olsa zalimin uşağı olabilir. Karaktersizlerden oluşan bir kalabalık için de aynı şey söz konusudur. Onlar da bir ideale sahip olamadıkları için halk, millet olamazlar. W. Nabokov’un deyişiyle, “maddi ve sıradan şeylere ilgi duyan, zihniyeti kendi topluluğunun ve döneminin harcıâlem fikirleri, basmakalıp idealleriyle şekillenmiş yetişkin bir insan”, bir “philistine” olurlar. Bu nedenle çocukların, Allah’ın onlara bir lütuf olarak bahşettiği karakterlerini önce korumaları sonra da geliştirmeleri gereklidir. Devletin talim ve terbiyesi bunun için vardır. Bu sağlanabilirse, kişi ya da millet, kendi hakkında sussa da yaptıkları konuşacaktır. “Türküm” diyerek Türk olunmadığı gibi “çalışkanım” diyerek de öyle olunmaz. Övünç de kibirden aynı suretle ayrılır.
Bugünün gerekleri
İçinde yaşadığımız Postmodern popülizm ideolojisinin kurguladığı dünya sistemi, gelmekte olan nesillerimizi, karakter sahibi olarak milletimizin birer güzide unsuru kılabilmeye her zamankinden çok zorluyor bizi. Bunun için verilecek çabalar, kuşkusuz çok anlamlıdır. Bu derece yüksek anlama sahip çabaların elinden çıkabileceği insanlar ise nadirdir. Şu günlerde yeniden tartışma konusu haline gelen “Andımız”a, yazımızın başından beri oluşturma gayreti gösterdiğimiz çerçeveden bakmak gerekir. Bu andın bugün için Türklerin İslam sonrası tarihî kaderini ifade etmediği gibi İslam öncesi hassasiyetlerinin de bir yansıması olmadığı ortadadır. Vaktiyle edip etmediği ayrı bir tartışma hususu yapılabilir kuşkusuz. Bu yapılırken de metnin yazarı, İstiklal Marşı şairi Mehmet Akif’i nasıl akılda tutuyorsak öyle tutulmalıdır. Mehmet Akif, bir karakter abidesidir. Yazdığı şiir ise Türk şiirinin en güzel şiirlerinden biridir. “Andımız” yazarı Reşit Galip ise böyle bir kişilik midir? Bunun hesaba katılması gerekir. Yanlış ağızdan çıkan doğrunun mahiyeti bulanacaktır. Tarık Buğra, Gençliğim Eyvah romanında, gençlerimizi sağ sol kavgası uğruna birbirine düşüren, hırsından gözü dönmüş, anarşist, hasta bir kişilik resmeder. “İhtiyar” diye andığı bu “tip”, sağ sol çatışmasını yetersiz görür ve Alevi, etnik grup çatışmalarının Türkiye devletinin yıkılması için çok da verimli olacağını düşünür. Adamlarını bunun için saha çalışmalarına sevk eder. Bu “tip” kimdir? Kuşkusuz birçok kişinin bir birleşimidir. Ama öyle sanıyorum ki Buğra’nın romanında Darü’l Fünun’un kapatılmasındaki rolüyle de andığı “İhtiyar” tipi, “Andımız” yazarı Reşit Galip’e de bir gönderme niteliği taşır. Zira o dönem bu işi yürüten kişi ondan başkası değildir. Buğra’nın “diksürüngen” dediği karakter bozukluğuyla malul tiplerin, Türklük ile yan yana gelmesi, mümkün değildir. Reşit Galip, yaşadığı zamanın gerçekleri içinde hareket etmiş olabilir. Onu yargılarken kıyıcı olmanın da manası yok. Artık o zamanlarda değiliz. Odaklanmamız gereken şey, bugünün gereklerini oluşturan gerçeklerin, bizi neyi yapmaya sevk ettiğidir.
Nasıl bir talim ve terbiye
Dünya tarihinin uzak zamanları olduğu kadar yakın zamanları da şahittir ki Türklerin temsil ettiği “karakter”in mahiyeti, geçmişte olduğu gibi bugün de saldırı altındadır. Gelecekte de böyle olacaktır. Kendileri farkında olsunlar ya da olmasınlar İslam ümmetinden olanlar da zulme uğrayan gayri Müslimler de bu karakter yapısının gölgesinden istifade etmişlerdir. Ancak tarihin hiçbir döneminde Türkler, yaptıkları yüce gönüllülüğün başa kakıcısı olmamışlardır. Olmadıkları için de ziyadesiyle kabul görmüşlerdir. Evet, pek çok kere ihanete uğramışlardır, gene uğrayabilirler ama böyle oldu, olacak, diye ergenlik dönemini yaşayan milletler gibi davranamazlar. Türkiye için endişe duymak sağlam bir karakteri gerektirir. Lakin Allah’ın dediği olur… Evi telaşa vermek yerine, Aliya İzzetbegoviç’in tespitleri doğrultusunda akıllıca tedbirler almak elzemdir. Postmodern popülizm ideolojisi, gençlerimizin sürü olması, karakterini koruyamaması için türlü şekillerde uğraş vermektedir. Karakter sahibi bir nesil, nasıl talim ve terbiye edilebilir? Mesele buradadır. Bunun da tüm hatırası, şuuru, estetiği, terbiyesi İstiklâl Marşı’nda layıkıyla bulunmaktadır. Bütün bunlara rağmen İstiklal Marşı’ndan hatta Türkiye’nin adından bile rahatsız olanlar olacaktır. Düşman eskitmekle meşhur bu millet için böylelerinin varlığı hesaba bile katılmaya değmez.
Her Boydan’a gelince… Ramoni, okulu bitirip ülkesine döndü. Suriyeli Kemal Davut, Makedonyalı kardeşimiz Abela ile İzmir’de evlendi. Gelinin Türk usulü tuzlu kahvesini içti. Düğünlerinde, “Hep siz mi bize sertifika vereceksiniz bu defa evliliğimize vesile olduğunuz için biz size verelim”, deyip bize birer sertifika verdiler. Türkiye’nin tarihi kaderinin parçası olmuş pek çok milletten kardeşimiz, Türkiye’nin kendileri, milletleri için rolünün farkında olarak oradaydı. Yirmi iki yıllık muallimlik hayatımın en güzel hatıralarını tattığım bu kardeşlerim Türkiye’nin ayağına dolaşan lüzumsuz, tatsız baş ağrılarıyla neden uğraştığına anlam veremeyerek yeni çeviriler, makaleler peşinde koşuyorlar yine. Her durumda umutları Türkiye… Bizim ise vehimlerle kendimizi küçültmek yerine “Her Boydan” insanı kucaklamaya devam etmemiz gerekiyor.
@CelaliFedai