Bir Başkadır ‘başka'yı tanımak

İbrahim Ethem Ortaköy / Yazar
4.12.2020

Açı-karşı açı çekimleriyle ve yakın planlarla ilerleyen terapi sahneleri akla Fransız filozof Levinas’ın etik görüşünü getiriyor. Levinas’a göre etik, herhangi bir felsefi düşünümden ve metafizik tavırdan önce gelir. Levinas’ın etik düşüncesi, bir ötekilik veya başkalık düşüncesi olarak gelişir ve etik ilişkide Öteki’nin radikal başkalığının silinmeme ve sürdürülme talebini görür.


Bir Başkadır ‘başka'yı tanımak

Bir Başkadır, yayınlandığı günden itibaren özellikle sosyal medyada büyük tartışmalara konu oldu. Bunun öncelikli sebebi dizinin Türkiye’ de farklı kesimler arasında kırılmalar yaratan sosyal ve kültürel fay hatları üzerinde korkusuzca gezinmesiydi. Ancak dizi asıl, meselelerini ele alırken hem içerik hem de üslup açısından orijinal bir tarz yakalayabilmiş olmasıyla kendinden söz ettirmeyi hak ediyor.

İlk sezonu sekiz bölümden oluşan dizi bir kesişen hayatlar anlatısı olarak toplumun farklı kesimlerini temsil eden çeşitli sosyal statülere sahip karakterler üzerinden; kültürel ayrışma ve çatışma, arada kalmışlık ve iletişimsizlik gibi konulara odaklanıyor. Sözünü ettiğimiz arada kalmışlık, jeneriklerde karşımıza çıkan Ferdi Özbeğen şarkıları, seçilen Yeşilçam müzikleri ve kapanışta izlediğimiz Fransız yönetmen Maurice Pialat’ın 1964’te çektiği ‘Türkiye’nin Dünü ve Bugünü / Turquie Hier et Aujourd’hui’ isimli filmden alınan eski İstanbul görüntüleriyle bir araya geldiğinde aslında modernleşme maceramızın yarattığı kültürel arada kalmışlığın bir temsili olup çıkıyor.

Kolektif bilinçaltı

Bir Başkadır, yaşadığımız ülkenin kolektif bilinçaltını ve oradan bireysel ve toplumsal düzlemde her fırsatta açığa çıkan sorunsalları dert edinen bir dizi. Ama bu sorunsalları ele alırken didaktik davranmadığı gibi hikayesini tartıştığı meselelere kurban vermemeyi başarıyor. Her sahnesiyle orijinal ve sahici kalmayı başarabilen bu yapım, nisbeten ağır temposuna rağmen görsel işçiliği ve kurgu ustalığıyla izleyicinin dikkatini her an üzerinde tutuyor. Kimi sahnelerde gördüğümüz geniş kadrajlar ve takip planları Yeşilçam’a göz kırparken mesela Meryem karakterini metropol kalabalığı içindeki mücadelesinin tam ortasında görmemizi sağlıyor. İç mekanlarda daha ziyade sabit kamera tercih edilmesi ise hem karakterlerin ruh halini hem de diyaloglardaki göndermeleri sindirmemize imkân tanıyor. Dizi seyircisini anlatı karakterlerine, bu karakterlerin iç çatışmalarına ve tercihlerine inandırmakta hiç zorlanmıyor. Bunun temel sebebi senaryonun genel olarak karakterleri manipüle etmekten uzak durarak kendi mizaçlarına uygun hareket etmede özgür bırakmış olması. Ayrıca hiçbir karakteri yargılama yoluna gitmeyen dizi, bizi onların güçlü ve zayıf yanlarıyla baş başa bırakmayı seçiyor. Diğer bir deyişle senaryo taraf tutmadığı için her bir karakterin kendi düğümlerini çözme çabasını mesafeli bir değerlendirmeye tabi tutma şansına sahip oluyoruz.

Duygudaşlık yoksunluğu

Konuşmaktan çok susmanın yüceltildiği bir kültürün mensubuyuz. Ancak günümüzün kaotik şehir hayatında, psikolojik ve kültürel bariyerlere çarpıp dururken susmanın övüldüğü zamanların sükunetinden uzak, irfanından mahrum kalmış insanların birbirini anlaması için bırakın susmayı söz bile işlevini kaybediyor. Dizide de kimsenin kimseyi gerçekten dinlemediği, herkesin kendi çıkmazında ayrı dillerde haykırdığı bir toplu yalnızlık manzarası resmediliyor. Karakterler az önce sözünü ettiğimiz susmaya dair kültürel kodun yanı sıra sözün anlaşılmasını sağlayacak müşterek anlam dizgelerinin ve asgari bir duygudaşlığın yokluğu sebebiyle sık sık jest ve mimiklerle kendilerini anlatmaya çalışıyor ama bu çoğu kez başarısız oluyor. Yani karakterlerin ağzından çıkan sözlerin kastı çoğu zaman literal anlamından çok uzakta bir yerde anlaşılmadan kalırken, başvurulan jest ve mimiklerin göndergesini de ironik bir şekilde muhatap karakterler değil, seyirci anlıyor. Böylelikle bu işaretler, karakterlerin, yaşadıkları iletişimsizlik buhranı karşısındaki çaresizliğine şahit olmamızı sağlayan sembolik bir anlam yükleniyor. Bu tercih seyircinin hikâyeye dahil olması açısından da çok güçlü bir olumlu etki yaratıyor.

Dizi ile ilgili tartışmalar ‘Bir Başkadır’ın Türkiye’deki siyasi kutuplaşma ya da İslamcı-seküler çatışması üzerine kurulduğunu düşündürebilir. Evet bu karşıtlıklar merkezi bir öneme sahip olsa da katmanlı anlam yapısı ve alt metinleriyle daha temel varoluşsal ve sosyolojik sorular soran dizinin bu çerçeveye hapsedilmesi yanlış. Ayrıca dizi adı geçen bu iki kesimi daha ziyade “kendi halinde” seyrettiriyor ve Türkiye’nin büyük hikayesinin bizim için doğurduğu küçük, ‘ayrı’ hikayelerin derinde buluştuğu kökleri arıyor. Dikkat edilirse karakterler kendi çevrelerinden pek çıkmadan sürdürdükleri hayatlarıyla sorunlu, aynı çevreden insanlarla daimî bir anlaşmazlıktan ve uzaklıktan mustaripler. Mutsuzluklarının kaynağı ayrımcılık ya da ötekileştirilmekten ziyade kendi hikayelerinin sahibi olamamak ve iç bütünlükten mahrum kalmak. Bu çerçevede mesela Meryem ile abisi Yasin arasında da sağlıklı bir iletişim söz konusu değil. Tek gerçek temas iki kesim arasındaki köprü karakter olan Meryem ile psikiyatrist Peri arasında sağlanıyor. Bu temas haricinde herkes kendi dünyasında kendi bildiği yoldan çıkmazlarını aşmaya çalışıyor. Meselenin düğüm yeri tam da burası aslında. Çünkü Meryem ile Peri’nin teması sayesinde anlıyoruz ki insanın iç çelişkilerini, kördüğüm haline gelmiş sorunlarını aşması için ötekine ihtiyacı var. Ötekiyle pazarlıksız, katı önyargılardan azade bir ilişki geliştirmedikçe öz benliğimizi hakkıyla idrak edemediğimiz, kendimizi sahici bir aynada temaşa edemediğimiz gibi ötekini de egomuza bir tehdit olarak algılamaya devam ediyoruz. İşte dizi tam da bu tema üzerinden sınıfsal, kültürel ve siyasi aidiyetlerin ötesine geçerek bizi ‘Türkiye’nin insanları’yla, onların birbirlerine değmeden boğuştuğu travmalarıyla karşılaştırıyor. Peri, Gülbin, Sinan gibi karakterler üzerinden somutlaştırılan parçalanmış benlik ve elde edilememiş iç bütünlük eğitimli, kariyerli demeden herkesi aynı cenderenin içinde bir araya getiriyor ve farklılıkları iptal ediyor. Tabii bu noktada mesela dindar kenar mahalle kızı olan Meryem’ in daha avantajlı olduğunu görüyoruz. Çünkü hayattan beklentileri görece düşük olduğu gibi zihni, eğitimin ve kariyerin destekleyip katılaştırdığı kalıpların, diğer bir deyişle enformatik cehaletin esiri değil. Seküler karakterlere nazaran karşılaştığı yeni durumlara ilişkin çok daha esnek, özgüvenli ve sağduyulu tepkiler geliştirebiliyor. Oysa Meryem’in yerinde eğitimli, orta ya da üst sınıf bir başörtülü kadın olsaydı muhtemelen Peri ile statü yarıştırır, en az onun kadar modern olduğunu ispat telaşına düşer ve kendini ‘Meryemler’den ayıran farkların altını her fırsatta çizerek lümpen ve dahili(self) oryantalistik bir tavrın içine düşerdi. İşte o takdirde Meryem’i metropolde ayakta tutan maneviyat gücünü kaybetmiş olacağı için sözünü ettiğimiz muhayyel elit başörtülü Peri için anlaşılması gereken bir öteki kimliği taşımayacaktı.

Levinasçı bakış

Yukarıda değindiğimiz Meryem ile Peri’nin ilginç teması bizce daha derin bir değerlendirmeyi hak ediyor. Çünkü bu iki karakterin ilişkisi akla bazı etik soruları ve bu sorulara ilişkin kimi yaklaşım modellerini getiriyor. Bu noktada özellikle, açı-karşı açı çekimleriyle ve yer yer yakın planlarla ilerleyen terapi sahneleri akla Fransız filozof Levinas’ın etik görüşünü getiriyor. Levinas’a göre etik, herhangi bir felsefi düşünümden ve metafizik tavırdan önce gelir. Levinas’ın etik düşüncesi, bir ötekilik veya başkalık düşüncesi olarak gelişir ve etik ilişkide Başka’nın radikal başkalığının silinmeme ve sürdürülme talebini görür. Böylesi bir başkalığın savunulmasını mümkün kılan şey ise Yüz’dür. İnsan yüzü Levinas’a göre Başkasının, öznenin kiminle ve neyle karşılaştığını ötekinin başkalığını iptal ederek anlama ve temsil etme eğilimine direnme imkanını ifade eder. Yüz, sadece algıya ve bilgiye verili bir nesne olarak düşünülmemelidir, çünkü yüzde bu kategorikleştiren melekeleri reddeden başka bir boyut vardır. Yüzle karşılaşmak Öteki ile etik bir karşılaşmayı mümkün kılar. Bu, iki kişi arasındaki günlük sıradan karşılaşmalardan kökten farklıdır. Başkasının yüzüyle karşılaşma bir kişinin tekilliğiyle, onu diğerinden farklı kılan şeyle, tanınamayan ve anlaşılamayan şeyle karşılaşmadır. Lévinas’a göre, kendiliğin özgürce sahiplenilmesi ve onun dünyayla kurduğu bağlantı; başkasının görünüşü ile, “yüzü” benliği sarsan ötekinin ortaya çıkmasıyla sorgulanır. Başka bir deyişle, karşı tarafın yüzünün çıplaklığıyla ifade edilen acı çekmeye yatkınlık, somut bir yüz yüze karşılaşmada benliği vurur. Diğerinin yüzünden meydan okuyan ıstırap ve yardım talebi, benliği dünyayla ilişkilerinde diğerini hesaba katmaya zorlar. Dahası, Yüz sadece sessizce savunmasızlığını ifade etmekle kalmaz, aynı zamanda sessizce ifade ettiği talimatlara uymak zorunda bırakan bir otoritedir. Yüzde tecessüm eden bu tür bir otorite, Başka’nın yoksulluğu ve çaresizliği ifşası göz önüne alındığında daha da zorlayıcı hale gelir çünkü böyle bir maruziyet, Başkasını potansiyel suistimale ve zarara açık olarak ifşa eder. Benliği Başkasının karşısında güçsüz veya iktidarsız kılan şey, onun bu savunmasızlığıdır.

Yardım çağrısı

Levinas’a göre sorumluluk aslında, sanki etik ilişkiden önce zaten kendi içinde varmış gibi öznelliğin basit bir niteliği değildir. Öznellik kendi başına değildir; yine başlangıçta bir başkası içindir. Başka bir deyişle benlik, özünde her zaman sorumlu bir şekilde ötekine tabi olan etik bir benliktir. Sorumlu bir varlık olarak benliğin bu boyutu, en güçlü şekilde, diğeri yoksul ve savunmasız bir durumda göründüğünde öne çıkar. Yani Başka’nın yüzünden bize bakan mahrumiyet ve çaresizliğe, yardım çağrısına cevap verildiğinde etik benlik ortaya çıkmış olur. Peri ile Meryem arasındaki ilişkide de aslında bu etik ilişkinin tezahürünü görmek mümkün. Başlangıçta kendine gömülü halde gerçekleşmemiş bir benlik olan Peri’nin Meryem’e ilk tepkisi Levinas’ın Batı Felsefesi eleştirisinde dile getirdiği ‘aynılaştırma’nın sosyal bir somutlaşması gibidir. Filozofa göre Batı felsefesi geleneği genel olarak Başka ile, onun kendine has ötekiliğini koruyarak ilişki kurmayı reddeden, onu kendi kavramlarına indirgeyerek Aynı’laştıran, totalize edici, Ego’yu tasdik edip duran sistemlerden oluşur. Levinas bunlara “egoloji” ismini verir. Bu düşünce sistemleri şiddet üreten mekanizmalar olarak Ötekini, Ego’ nun inşası ve tasdiki için bir malzeme olarak kullanır ve aslında onu yok eder. Peri de ‘bilen otorite’ olarak Meryem’ i kendi idrak kategorilerine hapsetmiş, onun üzerinden kendini haklılaştırma yoluna gitmişti. Onun için Meryem, Sartre’ın ‘öteki’si gibi bir tehdit kaynağıydı, bir an önce uzaklaştırılıp anonim yabancılar arasına karışmalıydı. Zaten başlarda Meryem’in gerçek bir ismi yoktu Peri için, ‘onlar’dan biriydi sadece ve öyle de kalmalıydı.

Öldürmek isteyeceğin varlık

Levinas’a göre “Başkası, öldürmek isteyebileceğim tek varlıktır.” İktidarımızı sarsarak bizde öldürme arzusu uyandırır. Çünkü şeylere yönelimsel olarak Ben anlam verirken, yani şeyler Ben’ in kurduğu ilişkiyle anlam kazanırken Yüz, Ben’den bağımsız olarak anlam sahibidir. Peri’nin Meryem’den bahsederken duyduğu öfkeyi böyle anlayabiliriz. Meryem, Peri’nin anlam veren iktidarına direniyor ve kendi yüzündeki anlamın tanınmasını istiyordu.

İşte Meryem’in yüzünde kendisine seslenen etik talebi görmeye başladığında Peri dönüşüm yaşamaya başlıyor. Bu talep Peri’nin ‘kendi’ni sarsıyor, açıklarıyla yüzleştiriyor ve tedirginliğe sevk ediyor. Başkasına dair bu ‘tecrübe’; bilinç ve özgürlük olarak Ben’in tüm imkanlarını darmadağın ediyor, özgüvenini sarsıyor. Peri, bir öz sorgulamaya sevk eden bu sarsıntıyı yaşadığında Meryem’ in esasen etik olan çağrısını görür ve duyar hale geliyor. Bu talebe cevap verdiğinde, kendi doğrularını dayatmayı bırakıp ötekine tabi olduğunda ise Peri bir etik benlik olarak kurulmaya başlıyor. Şu hâlde Peri’nin Meryem’in konuşmasını sağlaması ve sıkıntılarına çözüm üretmesi bir psikiyatrist-hasta ilişkisinin ötesine geçerek bir etik vazifeye dönüşüyor. Ben’in egoist iktidarının tahttan indirilmesiyle, bu tecrübe etik ilişki olarak ortaya çıkıyor, Levinas’ın diliyle söylersek Ben bütünüyle ‘Başkası için’ haline geliyor. İşte sorumluluk dediğimiz şey, burada anlamına kavuşuyor. Ancak burada ilginç bir durum var: Bu ilişkide roller karakterler arasında talep eden-talep edilen olarak kesin olarak ayrılmıyor. Aksine iki tarafın da her iki rolü oynadığı diyalektik bir süreç işliyor burada. Ama Meryem’in aksine eğitimi, kariyeri ve ideolojik angajmanı sebebiyle Peri kendi talebini kabullenip ötekine ifade edemiyor. Kendi muhtaçlığını kabullendikçe Meryem’e yardım ediyor, yardım ettikçe muhtaçlığını kabullenebiliyor. Meryem’in “yüz”ündeki etik talep, Peri için başlı başına bütünleyici ve tutarlılık verici bir yardıma dönüşüyor. Meryem’e karşı sorumluluğunu yerine getirmek Peri’yi özgürleştiriyor. Biraz daha bizce bir deyişle söylersek, Meryem’in hesapsızca bakan gözleri, Peri’nin ruhuna şifa oluyor.

[email protected]