Kendini kurban sunan bu çocuklar, gençler derin bir inanç ve umud ile dikildiler düşmana karşı. Bu saldırıların aklı zorlayan bir nefret içerdiğini ifadeye gerek yok. Sadece onurumuz için savaştık.
Mustafa Ekici / Yazar
“Şimdiye kadar asker ve zabitler, hiç kusursuz harp ettiler. Her manevrayı yaptılar. Bu halde vasiyetim: Ben vazifemi yaptığım ısanıyor ve öyl eölüyorum. Düşmana, sonuna kadar karşı koyunuz. Her halde sonunda muvaffak olacağız. Ben, kalben müsterih olarak ölüyorum. Yaşasın dinim, vatanım, padişahım!”
Enver Paşa
Suskunum.
Suskunum çünkü gönlümü doyuma ulaştıracak o sihirli kelimeden yoksunum.
Devasa bir bütünün, kıtalara sığmaz bir vücudun azası gibi hissediyorum kendimi, derin bir minnetle doluyorum.
Varlığı sık sık, başka dünyalarda inşa edilmiş insan düşmanlarımla tehdit edilen bu devasa bütün, bu muhayyel vatan, bu sınırları biraz flu ve oldukça iddialı fikir kanımı coşturuyor benim.
Bin yılı aşkın bir süre boyunca canlı bir organizma gibi gelişip serpilen bir şeydir bu sınırı belirsiz vatan. Birbiriyle girift ve derinlemesine ilişkiler ağı ile mutlak bir asudelik kazanan, sonsuz sayıda aşk, acı, sevinç, hüzün ve dua ile örülü, her biri diğeri ile ilişkilidirler, kelimeler, yüz ifadeleri ve mimikler, binlerce eşya/yapıya işlenmiş desenler ve her bir ifadesinin altında muazzam öyküler yatan devasa bir muhayyel vücud’dur bu. Toprak değil elbet, velakin topraktan bağımsız da değil.
Sadece dağ/bayır değil, sadece dil ve kültür değil, sadece dua ve yakarış değil, Arap değil sadece, ne de sadece Türk, sadece Kürd, içinde harikat adları ile Ermeni var, muhteşem tınıları ile Süryani, Türkmen/Laz, onlarca Kafkas halkı, doğudan batıdan kardeş/komşu/akraba olmaya niyetli nice topluluk bu muhayyel vatanın inşasında emek, tapusunda pay sahibi...
Vecd ile ölüme gittiler
Sınırlarının belirsizliği işte tam da buradan, bu birbirine ulanan, eklenen, birbiri ile biteviye harmanlanan toprakların, dillerin, ırkların süreğen bir dansa benzeyen capcanlı, ritmik ilişkisinden kaynaklanıyor. Yüzyıllar içinde bu asudelik defalarca sınandı, defalarca kanlı hesaplaşmalara uğradı, ama her defasında büyük bir rikkat ile yeniden bir arada olmayı, birbirine tutunmayı başardı. Her hengameden, her saldırıdan daha da kavileşerek, daha da genişleyerek, daha gümrah bir aile olarak çıktı. En büyük ve en tehlikeli sınavı, yüzyıl evvel başlayan ve ağır darbeler/yenilgiler getiren Cihan Harbi ve devamındaki gelişmeler ile yaşadı, yaşıyor bu muhayyel vatan.
Daraldıkça daraldı, muazzam genişlikteki topraklar neredeyse tek bir vilayete, onlarca farklı etnik yapının barındırdığı muhteşem renklilik neredeyse tek renge, harikulade bir zenginliğine sahip dil ve diğer ifade imkanları, müziği, mutfağı, mimarisi güdük bir fukaralığa duçar oldu.
Şimdi yüzyıl sonra, evlerimizin tam ortasından geçen sınırlar çekip, köylerimizi, kasabalarımızı yaban kılan, sadece topraklarımızı değil, akıl dışı bir cüret ile gönüllerimizi, akıllarımızı yaban kılmaya kalkışan bu kirli saldırıların/planların tekrar başına dönerken, minnetle anmamız gereken önemli direnişlerimiz var.
Her birini sahne sahne beynimize kazıyıncaya kadar konuşacağız, vecd halindeki şamanlar gibi döne döne adlarını haykıracağız bu direnişlerin.
Kanlı elleri ve dizlerine kadar kana bulanmış feci haklı, tehlikeli ve ciddi yüzleri ile bu kahramanları, şehidleri gönlümüzün her bir hücresine kazıyacağız.
Ve işte bugün Sarıkamış’ta ‘yeryüzünde bozgunculuk yapıp fesat çıkaran’ ve ‘insan öldürmekten daha feci bir suç olan baskı ve zulüm’ düzenini dayatmaya kalkışanlara karşı kahramanca bir direniş sergileyen Koç ve Kuzu’lardan konuşacağız.
Kıştı.
Kendini kurban etmek
Hem ne kış, aklın sınırlarını zorlayan, insan doğasını ölümle kışkırtan bir kış.
Kış kadar zorlayan bir şey daha vardı, ev de, devlet de tamtakırdı, torbada tayın, kuşakta fişek yoktu, her köşesinden vatanın kötü haberler, cesaret kırıcı söylentiler, yürek burkan feryadlar geliyordu. Kış sadece Sarıkamış’ta, sadece Allahuekber Dağlarında değil, bu vatanın her bir köşesinde karınlarımıza gümlüyordu. Buzdan keskin bıçkılarıyla her yanımızı kanatan, merhametsiz bir baskın gibiydi kış.
On binlerce ana kuzusu, on binlerce Kürd, Türk, Arap, Çerkes ve Laz, on binlerce kardeş/komşu/akraba, aynı ilaha yakaran, aynı ilaha farklı biçimde yakaran, kendi meşrebince inleyen, farklı şarkılardan, devasa bir koro gibi muazzam bir tek ses yükselten dev bir vücud olarak dikildiler Allahuekber Dağlarının sırtlarına.
Kudüs’ten, Diyarbekir’den, Halep’ten, Şam ve Bağdat’tan, Hersek ve Voyvodina’dan, Batum ve Trablustan bu imdada koşan on binlerce genç, çocuk ve yaşlı.
Sanki bir Capac Hucha törenindeymişçesine, Kendini kurban sunan bu çocuklar, gençler derin bir inanç ve umud ile dikildiler düşmana karşı. Bu saldırıların aklı zorlayan bir nefret içerdiğini ifadeye gerek yok.
Sadece onurumuz için savaştık.
Namusumuz, topraklarımız için savaştık. Kimsenin toprağına, onuruna göz koymadık. Kimsenin vatanını işgale gitmedik. O yüzden masum kurbanlar olarak, donmak gibi dehşetli bir ölümün kucağına atladık, haklıydık.
Hala hafızalarda capcanlı yaşayan kıyımlar, tecavüzler, sonu tehcir gibi bir trajedi ile biten gelişmeler, Sarıkamış Direnişi’nin İslam Milleti’nin bekası için ne anlam ifade ettiğini apaçık ortaya koyar. Hemen bütün İslam Vatanı’nı saran bu saldırıların içerdiği nefretin boyutlarını göstermesi açısından, o yıllarda Trablusgarb çevresinde Müslüman ordu ve halklara karşı faaliyet gösteren İtalyan bir generalin şu beyanatı ibretliktir: “Ayaklananları yakmakta veya diri diri derilerini yüzmekte bizi serbest bırakacak kanunlar çıkartmalıyız. Çünkü içimizde yanan intikam ateşi yalnız idam etmekle sönmüyor.”
Donarak kazandık!
Kars, Erzurum boyunca Rus kuvvetlerinin ve onlarla işbirliği halindeki Ermeni çetelerinin kurduğu baskı karşısında Enver Paşa askerlere şu emir verdi: “Askerler! Hepinizi ziyaret ettim. Ayağınızda çarığınızın, sırtınızda paltonuzun olmadığını gördüm. Lakin, karşınızdaki düşman sizden korkuyor. Yakın zamanda taarruz ederek Kafkasya’ya gireceğiz. Siz orada her türlü nimete kavuşacaksınız. Alem-i İslam’ın bütün ümidi, sizin son bir himmetinize bakıyor.”
Evet, son bir himmet, İslam topraklarının her yerinden ağır yenilgiler ala ala gerileyen ordu, son bir gayret ve iyi bir planla Ehl-i Salib’in kurduğu muazzam cephede bu hamle ile bir yarma yapacaktı.
Kar kalınlığı iki metreye yaklaşıyordu. -26 derece ile hava, zaten aç ve sıcak iklimden gelen, donanımı yetersiz askerin gücünün çok üstünde bir zorluk da yatıyordu.
24/25 Aralık gecesi olabilecek en feci şeylerden biri oldu.
Donduk.
Ateş yakamadan, feryad edemeden, kursağımızda lokma olmadan donduk.
Uykuya dalar gibi, kendimizi Allahuekber dağlarının göğsünde Ümmete ve vatana kurban eyledik.
Sarıkamış harekatında bizzat bulunan Kaymakam Şerif Bey vaziyeti tarihe şu not ile düştü: “Hava soğuk, saatler pek uzundu. Gece oldu. Keskin bir soğuk ve şiddetli tipi başladı. Asker, ayağındaki çarıkla diz boyu karlı orman yamaçlarında, zabitinin gözünden kaybolmuş ve şurada burada istirahate koyulmuştu. Bunların içinde ateş yakmaya muvaffak olan vardı. Fakat birçokları da orada ebedi bir uykuya dalmıştı. Yol boyunca perakende olarak kıtasından geri kalıp da donan asker ile ormanlar içinde kalan bedbahtlar, gündüz olduktan sonra anlaşıldı ki, fırkaların mevcutlarından daha fazla idi.”
Donarak direndik biz o gün, donarak kazandık. Rus yenemedi bizi, biz donarak Rus’u yendik.