Bir dış politika söylemi olarak ''yumuşak güç''

Yrd. Doç. Dr. Necati Anaz / İstanbul Üniversitesi
27.01.2018

‘Yumuşak güç’ söylemi sömürgeciliğin ‘yumuşak’ bir versiyonudur. Bu kavramın Türkiye için kullanımı ABD, Rusya ve Çin için kullanımından farklı olmak zorundadır. Birlikte kalkınmayı ve var olmayı şiar edinen bir ülkenin dış politikasının ‘yumuşak güç’ söylemi üzerinden okunması indirgemeciliktir. Kolonyal bir geçmişi olmadığı halde Türkiye’nin dış politikasının post-kolonyalizm temelli kavramlar üzerinden tanımlanması eksik ve risklidir.


Bir dış politika söylemi olarak ''yumuşak güç''

Türkiye’nin dış politika söylemi ‘yumuşak güç’ mü olmalı? Sorumun cevabını hemen, nedenlerini ise yazımın devamında vermek istiyorum. Türkiye’nin son onbeş yılda mesafe aldığı dış politikasının dünya kamuoyuna izahında sıkça kullanılan ‘yumuşak güç’ söylemi Türkiye’nin küresel düzlemde öncülük etmeye çalıştığı alternatif uluslararası sistemi anlatmada yetersiz kalmaktadır. Bu yetersizliğin en önemli sebebi, ‘yumuşak güç’ söyleminin doğduğu uluslararası jeopolitik sistemin çarpıklığı ve kavramın ihtiva ettiği mananın post-kolonyal düzenin inşasına yaptığı katkıdır. Dolayısıyla bu yazıda ‘yumuşak güç’ söyleminin neden temkinli kullanılması gerektiğinin birkaç nedenini ve kavramın uluslararası siyasetin inşasında ihtiva ettiği sömürgeci tanımlamaları açısından hangi muhtemel riskleri barındırdığı anlatılacaktır.

‘Yumuşak güç’ kavramı 1980’lerin sonlarına doğru Harvard Üniversitesi Siyaset Bilimi profesörlerinden Joseph Nye Jr tarafından literatüre katılmıştır. 1980’lerin sonu ve 1990’ların başı dünyada iki kutuplu sistemin sona erdiği ve ABD’nin öncülüğünde kapitalist açık pazar ekonomisine dayalı liberal sistemin zaferini ilan ettiği ‘yeni dünya düzeni’nin konuşulduğu dönemi kapsar. Bu dönemde güvenlik merkezli uluslararası jeopolitik sistemin sona erdiği ve daha çok kültürel ve ekonomi kaynaklı karşılıklı bağlılığa dayalı yeni dünya düzeninin oluştuğu ilan edilir. Artık ‘sert güç’ (hard power) temelli uluslararası ilişkilerin küresel siyasetin belirlenmesinde yetkin olmadığı (en azından görünürde) bunun yerine ‘çekim/cazibe’ üzerine formalize edilen ‘yumuşak güç’ söylemlerinin önem kazandığı vurgulanır. Böylece askeri ve ekonomik yaptırımlara dayalı karşı tarafı zorla arzu edilen noktaya getirme yerine ikna etme, beğenilme ve cazibe üzerinden muhatabın varılmak istenilen yere kendiliğinden gelmesini sağlanmak esas olmuştur. Eğer güç, genel olarak bir aktörün kaynaklar ve imkanlar elde etme ve onları kullanma başarısı olarak tarif edilirse bunu gerçekleştirmenin tek yolunun sert gücün operasyonalize edilmesinden geçmediği öne çıkarılır. Başarılı kamu diplomasisi, kültürel işbirliği, ideolojik yatkınlık ve kurumsallaşmış demokrasi gibi ortak karar almaya yardımcı olan unsurların varlığının da bir ülkenin nüfuz alanını genişletmesinde etken olduğu kabul edilecektir. Yumuşak güç bu minvalde daha az masraflı bir yaklaşım ve kolayca uygulamaya konulması açısından da devlet-dışı aktörlere fazlaca rol veren bir model olmuştur. Artık devasa orduları ve ekonomik kaynakları mobilize etmeden de ulusal çıkarlar korunabilmekte ve küresel nüfuz alanlarını genişletme imkanı doğmaktadır.

Sömürgeciliğin son evresi

Ghana’ın ilk devlet başkanı Kwame Nkrumah 1960’larda bağımsızlıklarını kazanan Afrika ülkelerinin gidişatına bakarak sömürgeciliğin yeniden tanımlanması gerektiğini söylüyordu. Nkrumah, kolonilerin doğrudan sömürülmesinin sona erdiğini ancak ‘yeni sömürgeciliğin’ çok geçmeden onun yerini aldığını ifade etmiştir. Nkrumah ‘neo-sömürgecilik’ kavramını literatüre kazandıran kişi olarak da tarihe geçer. Benzer bir itiraz da Oryantalizm kitabının yazarı Edward Said’den gelir. Said post-kolonyalizm üzerine düzenlenmiş hiçbir kongreye katılmadığını ifade ederken aslında sömürgeciliğin farklı formatıyla devam ettiğini ve tarihin ‘post’ kolonyalizme henüz geçmediğini anlatır. Bu ve buna benzer itirazlar İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra özellikle Güney Amerika ve Afrika kıtasında sömürge devletlerinin bağımsızlıklarını kazanmalarıyla artarak devam eder. Sömürgeciliğin artık sona erdiği tartışmalarına itirazlar yine en çok güneyden/periferiden gelir. Belki sömürgeci güçler artık fiziki olarak başka ulusları ordularıyla işgal edip o coğrafyaların zengin kaynaklarına el koymuyorlardı ancak farklı yollarla doğal kaynakların tek taraflı akışının devam etmesi gelen itirazların bileşen noktasını oluşturuyordu. Sömüren devletlerin geride bıraktığı sömürge hükümetleri ve dışa bağımlı ekonomik altyapı, yeni ulusların hiç de bağımsızlıklarını elde ettiklerini göstermiyordu. Yeraltı kaynakların çıkartılması, işletilmesi ve pazara sürülmesi çok kolay olmuyordu ve kaynaklar sömürgeci devletlerin pazarına bu kez uluslararası ticaret formatında akıyordu. Yeraltı kaynaklarından elde edilen gelirlerin de yeni bağımsızlığını kazanan ülkelerde iktidara yerleştirilen liderlerin kişisel servetine aktarılması da ayrı bir problemi beraberinde getiriyordu.

Yeni sömürgecilik

Doğrudan sömürgecilikle bütünleşen ‘sert güç’ kavramı askeri unsurların kullanımını ve ekonomik yaptırımların en şiddetlisini ifade etmekteydi. Dolayısıyla doğrudan sömürgeciliğin uluslararası siyasetin geçerli bir unsuru olmaktan çıktığı durumda benzer işlevleri görecek ‘yumuşak güç’ yaklaşımı yeni bir sömürgecilik yöntemi olarak karşımıza çıkmıştır. Devlet Başkanı Nkrumah’ın da ifade ettiği gibi neo-sömürgecilik bağımsızlık kamuflajı altında operasyonlarını devam ettirmiştir. Bu yeni sömürgeci sistem, dışarıdan müdahalelere açık ve ekonomisi küresel finans kurumlarının yönetimine amade kapalı kapılar arkasında pazarlıklara mecbur bir durumu ifade etmekteydi. Bu minvalde yumuşak güç bir güç temerküzü modeli olarak tek yönlü kontrolün devamını garanti eden bir mekanizma olmakta ve bunu devletlerin tam bağımsızlığını öngören uluslararası sistemde yapmaktaydı.

Köklü reform ihtiyacı

Yumuşak gücün temelde üç prensibi vardır: (1) yumuşak güç saygınlık, değer ve atraksiyondan devşirilen avantajla ilgilidir. (2) Esas itibariyle zihinseldir ve soyut varlıklar üzerine bina edilmiştir. (3) Durumdan duruma, ülkeden ülkeye değişkenlik göstermekle beraber uluslararası ilişkilerin en yeni ve kullanışlı bir aletidir. Çünkü küresel çıkar devşirme oyununun kuralı değişmiştir ve ‘yumuşak güç’ netice itibariyle bir aktörün elde etmek istediği şeyi askeri ve ekonomik yaptırımları devreye sokmadan elde edebilmesine dayanır. Örneğin ABD bu çerçeveden bakıldığında yumuşak güç potansiyeli en yüksek olan aktördür.  Ancak en çok dikkat çeken hamle küresel siyasette güç temerküzü peşinde koşan Çin ve Rusya gibi yeni aktörlerden gelmektedir. Her ne kadar Rusya yumuşak gücünü askeri ve ekonomik gücüyle birlikte yürütse de özellikle eski sosyalist uluslar Rusya’nın nüfuz alanını genişletmek istediği coğrafya olarak belirginleşmektedir. Çin de aynı minvalde 500’ün açtığı Konfiçyüz Enstitü Merkezleriyle bu alanda oldukça iddialıdır. Çin ayrıca kapitalist ekonomik rekabette geç kalmışlık hissiyle gelişmemiş coğrafyalarda yoğun bir kalkınma ve yatırım programları başlatmış ve aynı coğrafyalarla yoğun bir diplomatik işbirliğine gitmiştir. Bugün Afrika kıtası pazarında sessiz sedasız eski sömürge ülkelerinin kaldığı yerden devam eden Çin yakında kıtanın en nüfuzlu aktörü olmaya adaydır. Ancak bu açılımların çoğu doğrudan sömürgeciliğin kabul edilmediği küresel sistemde yumuşak güç modeliyle hayata geçirilmek istenen ayrıcalıkların kurulması ve güç dengesinde avantajlı durumun elde edilmesi saiki ile yapılmaktadır.

Hem literatürde hem de pratikte ‘yumuşak güç’ kavramı var olan küresel dengesizliğin gelişmiş ülkelerin avantajına devam etmesi olarak düşünüldüğünde Türkiye için sıkça ifade edilen ‘yumuşak güç’ potansiyeli tam da bu gerekçelerle yeniden sorgulanmalıdır. İbrahim Kalın’ın ‘ince güç’ olarak yeniden formalize ettiği haliyle dahi (ki bu tanımlama sömürgecilik ilişkisine dayanmaz) bu kavram Türkiye’nin uluslararası sistemde öncülük etmeye çalıştığı çok yönlü ilişkiler ağının açıklanmasında yetersiz kalmaktadır. Türkiye’nin gerek Afrika kıtasında ve gerek diğer gelişmekte olan ülkelerle girdiği çok yönlü ilişki bir bakıma dünya savaşlarıyla dizayn edilen siyasal ve ekonomik sistemin ötesinde bir anlam ve mahiyet arz etmektedir. Yapısal olarak fakiri daha da fakir yapan ve her daim gelişmiş ülkelerin lehine işleyen sistemin kökten reforme edilmesini öneren ve bu minvalde alanda çalışmalar yapan Türkiye’nin açılımlarını ‘yumuşak güç’ modeliyle okumak kanaatimce okumaların en risklisi olacaktır. Aksi halde ‘bizden karşılığında ne istiyorsunuz’ sorusuna Türk İşbirliği ve Koordinasyon Ajansı’nın verdiği “Hiçbir şey, sadece birlikte kalkınmak istiyoruz” cevabı anlamsız kalmaktadır. Bundan dolayıdır ki Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın Sudan ziyaretindeki “Türkiye için Afrika’yla kucaklaşmak, sadece ticari ve ekonomik çıkar anlamı taşımıyor. Türkiye’nin Afrikalı kardeşlerine bakışı, Afrika ülkeleriyle ilişkileri tek taraflı bir kazanç hevesinin ürünü değildir. Biz, Afrika ile birlikte üretmek, ilerlemek ve zenginleşmek arzusundayız” şeklindeki sözleri tek taraflı avantajın sürdürülmesini merkezine alan post-kolonyal ilişkilere köklü bir itiraz olarak okunmalıdır.

Birlikte var olabilmenin ve gelişebilmenin karşılığı ‘yumuşak güç’ eksenli bir dış politika olarak anlaşılmamalıdır. Bu söylem sömürgeciliğin yumuşak bir versiyonudur ve aynı kavramın Türkiye için kullanımı ABD, Rusya ve Çin için kullanımından farklılık arz etmek zorundadır. Bu nedenle, birlikte kalkınmayı ve birlikte var olmayı şiar edinen bir ülkenin dış politikasının ‘yumuşak güç’ söylemi üzerinden okunması fazlaca indirgemecilik olacaktır. Türkiye’nin kolonyal bir geçmişi olmadığı halde post-kolonyalizm temelli yeni yaklaşımlar üzerinden dış politikasının tanımlanması kanaatimce eksik ve risklidir.

@NecatiAnaz