İşte böyle Sırbistan'da Stefan olarak doğmuş, sonrasında Hüseyin Sehî adıyla maceralı bir hayat yaşamış, Osmanlı coğrafyasında yeni bir türün yaratıcısı olmuş, Türk İslam medeniyetine yaptığı katkılarla ismi ölümsüzler arasına yazılmış bir garip âdem.
Mustafa İsen/ Yazar
Bahar Sırbistan'ın dağlarına yine bütün görkemiyle taht kurmuştu. Nehir kenarlarındaki vadiler bele kadar otla dolmuş, yamaçlardan başlayan orman denizleri daha bir coşup taşan yeşilliğe bürünmüştü. Nisan'dan itibaren bolluk ve bereket saçan yağmurlar Mayıs sonuna doğru azalmış, köylerde yaşayan herkes zirai faaliyetlerine başlamıştı. Burada yediden yetmişe herkesin yapması gereken iş vardı, artık. Yaşlılar ev etrafını derleyip toplamaya, bozulan avluları onarmaya, bahçeyi sebze ekimine hazırlamaya, buradaki meyve ağaçlarını kontrol edip budamaya başlamış; evin hanımları da bahar temizliğine, kışın bozulan çiçek tarhlarını gözden geçirmeye, bahçenin bir köşesindeki yazlık ekmek fırınını elden geçirmeye koyulmuşlardı. Evin erkek çocukları için de artık kırlara açılma vaktiydi. Buralarda evin hayvanlarını meraya götürmek, kendinden birkaç yaş büyük bir akraba çocuğunun nezaretinde onları güdüp akşam eve getirme zamanıydı. İşte Stefan da bu baharla birlikte aileye böyle katkıda bulunacaktı. Bu sorumluluk isteyen bir iş olmakla birlikte eğlenceliydi de. Arkadaşlarıyla özellikle güttükleri hayvanlar öğle sonrası sulanıp dinlenmeye çekildikleri saatlerde kendileri de annelerinin torbalarına koydukları ekmek, ayran, gibi sade öğünlerini atıştırdıktan sonra da çeşitli oyunlar oynarlardı. Baharla başlayan bu faaliyet Kasım ayına kadar sürecek demekti.
Zeki ve meraklı bir çocuktu Stefan. Arkadaşlarının umurlarında olmayan şeyleri o merak ederdi. Bu konumunu kış günlerinde bazı dini bilgiler edinmek üzere gittiği köyün papazı da fark etmişti. Onun da en çok merak ettiği şey, arkadaşlarının konuşmalarından çok, papazın büyüklerle yaptığı sohbetlerdi. Buralarda kendi köyü Zlatibor dışında sık sık Uziçe adlı bir şehirden de söz ediliyordu. Ama onun bütün dünyası kendi köyünden ve hemen yakınlarındaki anneannesi ve dedesinin köyünden ibaretti. Papaz, büyükleriyle konuşurken zaman zaman İstanbul'da oturan büyük sultandan söz ediyor ve sık sık dinlerini değiştirmeye zorlayan kardinal şapkalı Katolik askerlerinden kendilerini onun koruduğunu ifade ediyor, haç çıkararak da onun sağlığına ve devletinin devamlılığına dua ediyordu. Kendisini dinleyen köylüler de papazın bu duasına amen diyerek eşlik ediyorlardı.
Son günlerde ise kadınlar arasında bir konu sıklıkla konuşulur olmuştu. Bu topraklara beş altı yılda bir uğrayıp köyün nüfusuna göre belli yaşta ve belli sayıda erkek çocukları alıp saraya götüren uygulamanın komşu köylerde başladığını ve yakında Zlatibor'a uğrayacakları konusuydu bu. Anneler korkuyla umut arası bir durumdaydılar. Daha önce bu şekilde alınanların aileleriyle uzun süre ilişkilerinin kesildiği biliniyordu. Yıllar sonra başka giysiler ve başka kimlikler içinde geriye dönen az sayıdaki örnek ise konumları itibariyle göz kamaştırıcıydı. Oğullarının Sırbistan dağlarında koyun ya da domuz çobanı olmak yerine böyle bir hayat yaşamalarını arzu ediyorlardı. Hele bu gidenlerden Mahmut Paşa, Makbul İbrahim Paşa, Sokullu Mehmed Paşa gibi dünya lideri olmuş isimlerin kendi kanlarını taşıması ve yaşadıkları coğrafyadan çıkmış olması onlara gurur veriyordu. Bu gidenlerden en alt seviyedeki yeniçeriler bile alımlı kıyafetleri ile göz kamaştırıcıydılar. Akılları böyle düşünüyordu ama ana yüreği başka şeyler söylüyordu: En azından uzun süre oğullarını göremeyeceklerdi. Bir de kafalarını kurcalayan başka bir şey, oğullarının sünnet edilecek olması. Gerçi komşularından gönüllü olarak İslam dinini kabul edenler olmuştu. Bakıldığında değişen pek az şey vardı. Gene kendi dilleriyle konuşuyor, hatta İsa Efendimize ve annesi Meryem'e saygı gösteriyorlardı. Ama gene de bu konu kafalarını kurcalıyordu.
Beklenen gün geldi, bir sabah papaz ve köyün ileri gelenleriyle birlikte İstanbul'dan gelen heyet köyün meydanında devşirilecek çocukları topladı. Stefan da aralarındaydı. Toplantıda bulunan köylülerini tanıyordu. O yüzden bakışlarını yeni gelenler üzerinde yoğunlaştırdı. Beş kişiydiler. Arkalarında da atları yedeklerine almış başka bir gurup vardı ama onlar epey uzaktaydılar. Daha uzakta ise gözü yaşlı anneler. Stefan öncelikle bakışlarını ekibin lideri olduğu her halinden belli olan kişi üzerinde yoğunlaştırdı. Güngörmüş bir yaşlıydı. Yaşına uygun bir kıyafet taşıyordu. Öncelikle görkemli sarığı dikkat çekiciydi. Düzgün sakalı vakarlı görünüşüne katkı sağlıyordu. Yerlere kadar uzanan önü açık cübbesi papazınkine benziyor ama ondan daha gösterişli görünüyordu. Belindeki kuşak Stefan'ın ilgisini çekti. Çünkü kuşaktan bazen bir kâğıt ve kalem çıkarıyor, bir şeyler yazıp tekrar oraya yerleştiriyordu.
Adam gözlerini teker teker çocukların üzerinde yoğunlaştırıyor, sonucunda papaza bazı sorular sorduktan sonra bir kısmını yanındaki görevlilere teslim ediyor, bir kısmını da evlerine gönderiyordu. Sıra Stefan'a gelince ondaki meraklı bakışların arkasındaki zekayı hemen fark eden adam kimseye bir şey sormadan onu görevliye teslim etti. Birkaç çocuk için daha benzer işlemler devam ettikten sonra seçilen on üç çocuk arkada bekleyen atlara bindirilmeye başlandı.
İşte o an geride kalan anneler ve atlara bindirilen çocuklar bir vaveyla kopardılar. Ama bu bir şey değiştirmedi, babalar anneleri teselli etmeye uğraşırken atlılar köyün son tepesini de aşıp gözden kayboldu.
Stefan sonrasını şöyle anlatıyor: Başka köylerden de seçilenlerle bir araya gelip uzun bir yolculuktan sonra Edirne denilen bir şehre geldik. Dikkatimi çeken en önemli şey köyden alındığımız andan itibaren bize gösterilen itinaydı. Önce mevsime uygun tek tip elbiseler giydik. Yol boyunca o güne kadar görmediğim, tatmadığım ama son derece lezzetli yemekler ikram edildi. Edirne'de adına acemioğlanlar ocağı denen bir yere bizi teslim ettiler. Birkaç gün geçince dilimizi de bilen muhtemelen eski bir hemşehrimiz sağ ellerimizin işaret parmağını kaldırarak kelime-i şehadet getireceğimizi ve böylece Müslüman olacağımızı söyledi. Tam ifade edemesek de Eşhedü en la ilahe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abduhu ve resuluhu cümlesini söyledik. Bunun şehadet ederim ki Allah'tan başka Tanrı yoktur ve Hz. Muhammed onun kulu ve elçisidir demek olduğunu söylediler. Ama aramıza yayılan bir fısıltıya göre bu kadar kolay olmayan bir işlemden daha geçecekmişiz. Tam gününü bilmesek de adına sünnet denen kanlı bir işleme tabi tutulacağımız söyleniyordu. Birkaç gün sonra bu da oldu. Kendi adıma söyleyeyim gözümüzde büyüttüğümüz kadar acı vermedi bana. Sonrasında özel kıyafetler giyindik ve birkaç gün paytak paytak yürüyerek günlerimizi geçirdik. Unutmadan söyleyeyim, bu işlem sonrası artık babamız olan yüce padişahımızdan bize özel hediyeler gönderilmiş, onları da her birimize verdiler. Ardından da hepimize yeni bir ad verildiği söylendi, benim yeni adım Hüseyin'di.
Aramızda dolaşan bilgilere göre şimdi bir Türk ailenin yanına verilerek orada Türk ve Müslüman adetlerini, Türkçeyi öğrenecekmişiz. Bu, yanımdan yöremden gelen ve bir süredir birbirimize sığındığımız arkadaşlarımızdan yeniden ayrılmak demekti. Açıkça söylemeliyim ki bu bana sünnetin verdiği acıdan daha ağır geldi.
Yeniden yollara düzüldük, her ulaşılan şehir veya kasabada bazı arkadaşlarımız ekipten ayrılıyor ve gelinen yerde kalıyorlardı. Biz deniz geçtik, dağlar aştık, geldiğim yere göre daha cansız akan dere ve çayların yanından geçtik. Sonunda konuşmalardan Kütahya olduğunu öğrendiğim bir şehre ulaştık. Bir akşam burada konakladıktan sonra ertesi sabah başımızdaki yöneticimiz beni yanına çağırdı ve yanlarında kalacağım ailenin reisi ile tanıştırdı. Ağırbaşlı vakur bir adamdı tanıştığım kişi. Arkadaşlarımızla melül mahzun bakışarak ayrıldım yanlarından. Kaldığımız binanın önünde güzel iki atın çektiği bir araba bekliyordu. Efendimle birlikte arabaya bindik ve hareket edildi. Epeyce süren bir yolculuktan sonra geniş kanatları olan bir kapının önünde durduk. Arabacı yere atlayıp kapıları açtı. Burası geniş bir bahçeye açılıyordu. Biraz ilerisinde büyük bir konak, etrafında hayvan barınakları ve bazı ziraat aletleri bulunuyordu. Bahçenin ilerleyen bölümünde tavuk, ördek, kaz gibi küçük baş hayvanlar dolaşıyordu. İçeri girince biz de arabadan indik. Bizi sonradan adına kâhya denen bir adam ve evin hanımı karşıladı. Efendim kâhyaya bazı şeyler söyledikten sonra büyük hanımı gösterip elini öpmemi işaret etti. Dediğini yaptım, sonra bana dönüp Fatma annen dedi. Birlikte içeriye doğru yürüdük. Konağın girişinde herkes ayakkabılarını çıkardı, ben de aynısını yaptım. Ardından geniş bir yemek odasına geçildi. Ortada hazır bir sofra bizi bekliyordu. Doğrusu o şaşkınlık içinde açlığımı da unutmuştum. Sofra üzerindeki yemekleri görünce birden ne kadar acıktığımı fark ettim. Herkesle birlikte sofraya oturduk. Sofrada efendim ve büyükhanım dışında biri benim yaşımda, diğeri benden biraz büyük iki çocuk ve biraz daha küçük bir kız da bulunuyordu. Efendim büyük olanı Selim, küçük olanı Mehmet kızı da Ayşe olarak bana tanıttı. Şaşkınlıkla onlara bakıp ben de yeni adımı onlara Hüseyin olarak söyledim. Benim için her şey öğrenme fırsatıydı. Her gördüğüm şeyde biraz sabırla başkalarının ne yapacağına bakmak ve onlar gibi hareket etmek prensibini öğrenmiştim. Burada da öyle yaptım. Ortaya konan çorbaya efendim bismillah diyerek kaşığını daldırdı, ardından hanımı. Bunu görünce ben de davrandım. Adını bilmediğim bu sıcacık çorba içimi ısıttı. O ana kadar konuşmayan Fatma anne bu çorba için tarhana dedi. Bu evde ilk öğrendiğim Türkçe kelime bu oldu. Ardından başka lezzetli yemekler de yendi ama aklımda kalan hem tad hem de ad olarak tarhana kaldı.
Yemekten sonra efendim hane halkına dönüp bir şeyler söyledi ve evin geniş salonuna geçti, herkes onu izleyerek oraya doğru yürüyünce ben de onları takip ettim. Efendim geniş minderine kuruldu, aile fertleri de çevreye oturunca ben de bir köşeye büzüldüm. Efendim aile fertlerinin her birinin üzerinde gözlerini gezdirerek uzunca bir konuşma yaptı. İkide bir bakışların benim üzerimde toplanmasından konunun ben olduğum anlaşılıyordu. Sonradan öğrendiğime göre efendim aile fertlerine, özellikle de üç çocuğa bugün itibariyle eve yeni bir kardeşlerinin geldiğini, özellikle ilk günlerde onun daha çok ihtimama ihtiyaç duyabileceği, bu açıdan herkesin ona evin gerçek ferdi gibi davranmasını, hatta garip olduğu için özel alaka gösterilmesini ifade eden bir konuşma yapmış. Aynı konuşma başta evin kahyası olmak üzere çok sayıda çalışana da yapılmış olmalı ki bana herkes çok özenli davranıyordu.
O gece yaşıtım olan Mehmet'le aynı odada kaldık. Artık burada kaldığım sürece yatacağım oda belli olmuştu. Ertesi gün erken kalkıldı, ben de Mehmet'le birlikte kalktım. Onlar bazı hazırlıklardan sonra ibadet ettiler, ben seyrettim. Sonrasında birlikte çorba içildi ve evin küçük bir odasına geçildi. Ben de gördüklerimi yapıyordum. Kısa bir beklemeden sonra içeriye bir öğretmen girdi. Kardeşlerime bir şeyler gösterdikten sonra bana dönüp bazı kağıtları, kalemi önüme koydu. Sonra da söylediklerini tekrar etmemi istedi. Böylece ilk dersler de başlamış oldu. Öğleden sonra artık kendisine Selim Ağabey demem tembih edilen büyük kardeşim ve Mehmet başka bir öğretmenden ata binme, kılıç kullanma, silah kullanma gibi başka dersler aldılar, ben onları merakla izledim.
Günlerimiz böyle geçiyordu. Bir hafta sonra benim de ibadetlerine katılmam bildirildi, ben de öğretmenin öğrettiği dualarla ve gördüğüm hareketleri taklit ederek onlara katıldım. Onların talim dedikleri öğleden sonraki eğitimlerine de daha hafif düzeyde iştirak ediyor, bazı çiftlik işlerine kardeşlerimle birlikte yardımcı oluyordum. Meraklı bir çocuk olduğumu söylemiştim, derslerde verilen bilgileri hızla öğreniyor, Türkçemi süratle ilerletiyordum. Bu hızlı öğrenimim ailede herkesçe takdir ediliyor, ben de özellikle Türkçeyi epey kavramış olmaktan keyif alıyordum. Artık yavaş yavaş konuşmalara katılmaya, gerçek anlamda ailenin bir parçası olmaya başlamıştım. Bu arada bir şey dikkatimi çekti, evin dahili hayatı büyükhanımın gözetimindeydi. Ev içinde bir sürü çalışan vardı ama o her şeyin farkındaydı ve her şey kontrolundaydı. Buna ben de dahildim. Neyi ne kadar öğrendiğim, dini ve örfi meselelere ne denli hassasiyet gösterdiğim, evin tıkır tıkır işleyen düzenine ne kadar uyduğum hep bilgisi dahilindeydi. Bunu fark edince ben de her şeye bir o kadar daha özen gösterme çabası içinde oldum. Akşamları kendi çocuklarını imtihan edermiş gibi davranarak aslında beni yokladığını fark edince gayretimi bir o kadar arttırdım
Ama derslerde özellikle ilgimi çeken şey yazı yazmaktı. Bana öğretilen alfabenin estetik kıvrımları, alta ve üste konan noktaları, başta, ortada ve sonda farklılaşan harfleri gece rüyalarıma giriyordu. Kuşağımda taşımaya başladığım kağıt, kalem ve mürekkep kutusu anlamına gelen divitimi sık sık çıkarıp yazı alıştırmaları yapmaktan zevk alıyordum. Bu durum hocamın ve kardeşlerimin de dikkatini çekince efendime bir başarı unsuru olarak bildirilmiş o da bu durumu bir akşam yemeği sonrasında sohbet konusu yaparak takdirlerini belirtip beni alnımdan öpmüştü. Öğretmenime de bir şeyler söylenmiş olmalı ki artık benim bu yanımla özel olarak ilgileniyordu.
Günler ayları, aylar yılları kovaladı. Artık çiftliğin rahat ortamında her bakımdan gelişip serpilmiştim. Buraya on bir yaşında adım atan küçük Hüseyin gitmiş yerine her bakımdan gelişmiş on dört yaşında bir delikanlı gelmişti. Birgün bu güzel ortamdan da ayrılacağımı biliyor ve beni gerçek bir evlat olarak bağırlarına basan sevgili ailemden uzaklaşacak olmanın endişelerini taşıyordum. Maalesef o gün gelip çattı. Bir akşam yine yemekten sonra ilk günkü gibi salonda toplanıldı. Efendim beni öven bir konuşma yaptıktan sonra ayrılma zamanının geldiğini ve iki gün sonra yeni görevime başlamak üzere İstanbul'a gideceğimi belirtti. Herkesin yüreğine bir hüzün çökse de yapacak bir şey yoktu. Efendimin beni güzel bir geleceğin beklediğini, yaptıklarımla ileride gururlanacaklarını ifade etmesi durumu değiştirmiyordu. Eminim büyükhanım ve kardeşlerim de aynı derecede üzgündü. Ama zor geçen iki günden sonra onlara veda edip ayrıldım.
Ayrıldım ayrılmasına ama onlarla geçirdiğim üç yıl benim gerçekten Hüseyin olmamı sağladı ve orada öğrendiklerim ömür boyu hayat felsefem haline dönüştü. Orada inanmanın insan hayatındaki önemini, bunun ahlak olarak yaşandığını, ibadetlerin ahlakın güçlenmesi için nasıl mühim bir araç olduğunu, adaletin her şeyin üstünde tutulması gereken değerini, şefkatle disiplinin nasıl harmanlanabileceğini görüp yaşam biçimi haline getirdim.
İstanbul'da Galatasarayı denen acemi oğlanlar mektebine yerleştirildik. Artık çok ciddi bir eğitime tabiydik. Sabah ezanıyla kalkıyor, ağır bir askeri eğitimle güne başlıyor, ardından günlük programa göre dini dersler, Türkçe, Arapça, Farsça gibi diller yanında hat, musiki, edebiyat, inşa, mantık, matematik, kitabet gibi çeşitlenen örneklerle çalışmalara katılıyorduk. Bu eğitim neticesinde başta kâtiplik, muhasebecilik gibi makamlar olmak üzere devlet bürokrasisinde görev almaya hazırlanıyorduk. Bu eğitimden geçip Osmanlı bürokrasisisin üst kadrolarında çalışan nice isimleri bize örnek olarak gösteriyorlardı. Öbür derslerle de aram iyi olmasına karşın hat, inşa ve edebiyat öne çıktığım derslerdi. Bu durum ilk günlerden itibaren öğretmenlerimin ilgisini çekince ilerleyen günlerde ehl-i hıref bölüğüne ayrıldığım belirtildi. Artık tam da istediğim alanlarda şevkle çalışıyor, bu konularda ileri düzeyde bilgiler ediniyordum. Bu çalışmalar geleceğimi de belirlemeye başlamıştı. Askeriyeden çok bürokratik alanlarda çalışacaktım. Osmanlı bürokrasisi içinde katiplikten başlayarak yöneticiliğe doğru yürüyecek bir hayat beni bekliyordu. Öyle de oldu.
Şiire olan ilgim dolayısı ile bir süredir şairlerin katıldığı meclislere devam ediyor, onların tartışmalarına katılıyor, okunan şiirleri dinliyordum. Bu mekanların başında da Zâtî'nin falcı dükkânı geliyordu. Burada kimlerle tanışmadım ki Üsküplü İshak Çelebi, Emrî, Ümidî, Emânî, ümmi şair Enverî, şöhret basamaklarını yeni tırmanmağa başlamış olan Bakî, Senaî, Cevherî, Hâletî, Hasbî, Yenice'den henüz gelmiş Hayali Bey, Zinetî, Zirekî, Sagarî, Sakî, Sehabî, Şânî, Şahidî, Şemsî, Sabirî, Sun'î, Zaifî, Arifî, Abdî, Askerî, Aşkî, Alî Çelebi, Gubârî, Deli Birader Gazalî, Firâkî, Ferdî, Fazlî-i Leng, Figanî, Fikrî, Feyzî, Kaniî, Kudsî, Kandî, Kıyasî, Galatalı Katibî, Keşfî, Lalî, Lem'î, Livâyî, Mealî, Mahremî, Mahvî, Müdamî, Merdümî, Mestî, Müslimî, Meşrebî, Mustafa, Muidî, Meylî, Nisarî, Nazmî, Ni'metî, Na'imî, Nikabî, Nakşî, Nigahî, Nihanî, Vahidî, Visalî, Hicrî, Helakî, Hilalî, Yetim Alî, Yahyâ Bey hep burada tanıdığım isimlerdi. Onlarla tanışmak ve onlardan dinlediğim şiir ve şair latifeleri daha sonra ne kadar işime yaradı. Böyle bir toplantıda dönemin ünlü şairi Necatî Bey'le tanıştım. O da benim gibi devşirme olduğu için belki biraz da kan çekti, bizi birbirimize. Hizmetinde bulunmaya özen gösteriyordum, o da beni koruyup kolluyordu. İlerleyen yıllardaki bir ziyaretimde padişahımız Sultan Bayezid'in oğlu şehzade Mahmud'un şehzade vali olarak Manisa'ya tayin edildiğini, kendisinin de şehzade hocası ve nişancısı olarak yanında olacağını, istersem benim de kâtip olarak onlarla birlikte Manisa'ya gelebileceğimi söyledi. Dünyalar benim olmuştu. Orada çok güzel günler geçirdik; şiirden, edebiyattan, hattan, musikiden anlayan şehzade, çevresine bu alanlarda uzman bir kadro toplamıştı. Ne yazık ki şehzade Mahmud'un ömrü vefa etmedi ve genç yaşta onu kaybedince İstanbul'a döndük.
Bu görevin benim için asıl kazancı, bulunduğum muhitin de etkisiyle çekinerek yazdığım şiirlerin artık ele güne çıkacak konuma geldiğini göstermesi oldu. Koruyucum Necatî Bey, kendisine tashih etmesi istirhamı ile sunduğum su redifli gazelimi okuyunca beni yanına çağırdı ve aferin sana, senin için bir anlamda şair olduğunun nişanesi olacak bir mahlas bulmamız lazım, bundan sonra bu şiirleri Sehî mahlası ile yazmalısın dedi. Adeta dünyalar benim olmuştu. Osmanlı ülkesinin en büyük şairi şu şiirim yüzünden beni de artık şair sayıyor ve belki biraz ince uzun boyumu da hesaba katarak bana bu anlama gelen Sehî kelimesini mahlas olarak uygun buluyordu.
Gün gibi yüksekten uçar varsa kûy-ı yâre su
Yârdan uçar gör iner bir gün ol bî-çâre su
Seyle verdi gerçi kim dünyâ yüzünü göz yaşı
Kûy-ı yâre varamaz dönüp yürür âvâre su
Yüz urup toprağa yaşım gitti kûy-ı yâre dek
Durmayıp çağlar akar âşık durur dîdâre su
Başını taştan taşa urup döğünür taş ile
Düştü zencîrin sürür dîvânedir dağlare su
Hançerinden yüreğim zahmı onulmaz çâre ne
Ey gönül bilmez misin onulmaz alsa yare su
Sovuk el değmemek içün gülsitân-ı hüsnüne
Her yana çepçevre şi'rim akıdır gül-zâre su
Eşiğinde hasta yatar hayliden dermân umar
Leblerinden sun Sehî'ye ara şerbet ara su
Dilde dâg-ı aşkı tâze eyleyelden oldular
Gönlümün şehri Yenice eşk-i çeşmim Ķarasu
Beni şair olarak tescil ettiği ve efendimin gözüne girmemi sağladığı için bu gazele hep ayrı bir önem verdim, divanımdaki yeri de özeldir.
Ama beni bundan sonra daha önemli bir görev bekliyordu, geleceğin Kanuni Sultan Süleyman'ı şehzademizin maiyetine katılıp tekrar Manisa'ya gittim. Yedi yıl onun hizmetinde bulundumsa da tahta çıkışından sonra himayesini kaybettim. Bilmiyorum hangi dedikoducu beni ona çekiştirdi. Hayatım bazı Rumeli şehirlerinde dolaştıktan sonra tekrar devletimizle tanıştığım Edirne'de devam etti. Ama buradaki vakıf yöneticiliği benim konumuma uygun değildi ve mutsuzdum. Saraya efendime ulaşmaya çalıştımsa da başarılı olamadım. Kendisine yazdığım ve adeta bir feryat niteliğindeki şu şiirim de derdime çare olmadı.
Olurken pâdişâhın hizmetinde
Bulam derdim saâdet devletinde
Günâhım n'oldu bilsem dirliğimde
Sürüldüm kapıdan ben pirliğimde
Ne var bir himmet etse yine sultân
Koca kul kapısında olsa derbân.
Ama bu kapı bana bir daha açılmadı, sebep olanlar Allah'tan bulsun. Aslında Edirne çok güzel bir şehirdi ama İstanbul'u tanımış ve sultanların maiyetinde bulunmuş biri olarak burası bana dar geliyordu. Edirne'de neredeyse otuz yılım geçti, mutsuz, unutulmuş ve bir nevi sürgüne gönderilmiş biri olarak.
Arada derdime derman olsun diye şiirler yazmaya, sesimi belki sultana duyururum diye ona kasideler sunmaya devam ediyordum ama bunlar da derdime derman olmuyor, belki beni oyalıyordu. Derken bir gün bir dostum elinde bilmediğim bir kitapla çıkageldi. Baharistan isimli bu kitabın bir bölümü şair biyografilerine ayrılmıştı. Bu dostumla zaman zaman artık sayıları belli bir rakama ulaşan Osmanlı ülkesi şairlerinin hayatlarını bir araya toplayan kitaplar yazılsa iyi olur diye konuşuyorduk. Arkadaşım al sana bir örnek, derdi söyleyen dermanını da bulmalı. Böyle bir çalışmayı en iyi sen yaparsın, biliyorsun diyerek üzerime bir vazife yükledi. Ben her ne kadar olmaz yapamam dedimse de o çeşitli deliller getirerek bunları çürüttü. İçimi şöyle bir yoklayınca bunu benim de istediğimi fark ettim. Ona bir şey söylemeden bu konuda başka neler yazılmış diye araştırınca her meselede iyi örneklerle karşımıza çıkan Herat aydınlarının bu alanda da öncü olduklarını gördüm. Baharistan yazarı Camî de onlardan biri değil miydi? Ona Devletşah, Tezkiretü'ş-şuara adlı müstakil bir şairler biyografisi ile eşlik ediyordu. Benim için daha şaşırtıcı olan başka eserleriyle tanıdığımız öncü isim Ali Şir Nevayî üstadımız Çağatay Türkçesi ile bu konuda Mecalisü'n-nefâis isimli bir eser kaleme almıştı. Önümde adlarını andığım örnekler vardı ama ben yeni bir coğrafyada yeni bir dille yepyeni bir eser meydana getirecektim. İşim zordu ama hayat bana inanınca her zorluğun aşılacağını öğretmişti. Bismillah deyip işe başladım. Önce Prensiplerimi belirledim. Bilgileri derlemeye başlayınca Osmanlı ülkesinde tahmin edilenden daha çok şair/yazar olduğunu gördüm. Bunlardan hangi özellikleri olanları eserime alacaktım. Biyografinin başkalarının hayatına yolculuk olduğunu biliyordum ama bunu nasıl yapacaktım? Hangi bilgiler bu metinlerde yer alacaktı, dahası bunları nasıl bir dil ve üslupla ifade edecektim? Bu sorulara cevap bulmak için günlerce kafa yordum, hatta örnek metinler yazdım, beğenmedim yırtıp attım. Sonunda Nevayî'nin tertip tarzını biraz değiştirip kendime uydurdum ama içerik ve üslup ondan çok farklı olarak gelişti. Sonunda Heşt- Bihişt (Sekiz Cennet) adıyla ete kemiğe büründürdüğüm eserim bir önsöz, her birine "bihişt" (cennet) adını verdiğim sekiz tabaka ve bir hâtimeden (sonuç) meydana geldi. Her tabakada ele aldığım şairlerin sınıf ve sınırını, o tabaka başına koyduğum küçük bölümle izah ettim, tabakanın sonuna eklediğim tetimme ile de yazdığım bölümdeki şairlerin özelliklerini bir kez daha kısaca anlattım. Kitap bitmişti ama yaptığım iş yepyeni bir çalışmaydı. Yaşadığımız dönem Kanuni Sultan Süleyman dönemi gibi her şeyin zirvesinin yaşandığı bir evreydi. Devir eleştirmenleri acımasızdı, onlara bir şey beğendirmek zordu. Bir süre daha eserimi kamuoyu ile paylaşmaktan çekindim. Ama kitabın yazılmasına vesile olan arkadaşım beni zorluyordu. Sonunda elimdeki nüshayı bu işin erbabı birkaç kişi ile paylaştım. Sonuç korktuğumun tam tersiydi. Ortaya çıkan eserim ilgiyle karşılandı. Bunun en önemli kanıtı hemen başka yazarların bu eseri örnek alarak yeni çalışmalar yapmaya kalkışmalarıdır. Benim çalışmam ortaya çıkınca başka arkadaşlar benzer örnekler kaleme aldılar. Böylece Osmanlı sahasında yirminci yüzyıla kadar devam edecek olan şairler tezkiresi geleneğini ben başlatmış oldum. Eserimi bitirdikten sonra yüce padişah Kanunî Sultan Süleyman'a sundum. Ama ondan beklediğim ilgiyi gene göremedim. Zaten artık yaşım sekseni aşmış, dünya gaileleri ile uğraşacak mecalim de kalmamıştı. Öyle ki ulu Osmanlı devletinde ilk tanıdığım Edirne bana ebedi mekân olacak gibi görünüyordu. Öyle de oldu, artık bu dünya emanetini daha fazla taşımak istemiyordum. Bu alemin germ ü serdini görmüştüm. Neyse ki bu fani alemden ebedilik yurduna adımı baki kılacak iki eserle göçtüm. Divan ve Heşt-Bihişt... Asıl adımı ebedileştiren eser Heşt-Bihişt adlı şairler tezkiresi oldu.
Sonradan öğrendiğime göre yirmibirinci yüzyılda bile eserlerim üzerine yeni yeni çalışmalar yapılmış, adım tekrar tekrar akademik ve popüler çalışmalara konu olmuş. Anadolu sahasında şairler tezkiresi yazma geleneği, Sehî Bey'in 1538 yılında Edirne'de tamamladığı Tezkire-i Sehî olarak da bilinen Heşt Bihişt ile başlar. Sehî Tezkiresi'nin en önemli tarafı, Osmanlı Devleti sınırları içinde yetişen şairleri ilk kez bir tezkire halinde toplaması ve böylece birçok şairi unutulmaktan kurtarmasıdır. Tezkire, Osmanlı edebiyatının ilk devirlerindeki şairlerin çoğu hakkında bilgi veren tek kaynaktır. Ayrıca Sehî Bey, Anadolu'da bu türü başlatmış, bu bakımdan kendisinden sonra gelen tezkirecilere örnek olmuştur, gibi övücü ifadelere muhatap olmuşum. Bununla da kalmamış tezkirem Sehi Bey's Tezkere, Türkische Dichterbiographien aus dem 16 Jahrn, adıyla bizim zamanımızdaki adıyla Nemçe diline yani Almancaya bile çevrilmiş, ta Amerika Birleşik Devletlerinde basılmış. Koca koca profesörler hakkımda çalışmalar yapmış, makaleler yazmışlar.
İşte böyle Sırbistan'da Stefan olarak doğmuş, sonrasında Hüseyin Sehî adıyla maceralı bir hayat yaşamış, Osmanlı coğrafyasında yeni bir türün yaratıcısı olmuş, Türk İslam medeniyetine yaptığı katkılarla ismi ölümsüzler arasına yazılmış bir garip âdem. Ne diyeyim, bizim nasibimize düşen bu, Rabbime şükürler olsun.
Bilgi: Yazıda sözü edilen Sehi Bey Tezkiresi, günümüz Türkçesine aktarılarak bugünlerde Vakıfbank Kültür Yayınları tarafından yayınlandı.