Bir felsefi antropoloji olarak Demirkubuz sineması

Prof. Dr. ALİ YAŞAR SARIBAY / Uludağ Ünv. Öğrt. Üyesi
9.02.2013

Demirkubuz filmleri gerçeğin içinden geçer; ama, bize gene de gerçeği belli bir mesafeden seyrettirir ve bu sayede dünyadaki yerimizi düşündürtmeye imkân sağlar. Demirkubuz sinemasını yönetmenin kişiliğinden bağımsız olarak ele almak imkansızdır.


Bir felsefi antropoloji olarak Demirkubuz sineması

Film başka bir dünya, yeni ve düzenleniş bir dünya, inşa edilmiş düşünülüp tasarlanmış bir dünyadır ve seyirci olarak biz bu ‘yapay zeka’ bataklığında kaybolmaktan zevk alırız”.  D. Frampton, Filmozofi, s. 19

Günümüzde sinemanın, artık ne tamamen bir sanat dalı, ne de bir “eğlence” sektörünün unsuru olduğu söylenebilir. Ama sinema, sadece kuramsal bir inceleme nesnesi olarak da algılanmamalıdır. Bu bakımdan, mesela bir “film kuramı” oluşturmaya yönelik akademik girişimler, en azından sinemayı toplumsal gerçeklikten kopuk, bütünüyle kendinde gerçeklik şeklinde bir estetikleştirme faaliyetine hapseder. Dolayısıyla, akademik bir disiplini veya disiplin yöntemini sinemaya/filme uygulamak, son tahlilde, onu dünya-dışı bir araçsallığa indirgemek olur. Sözgelimi, sinema üzerine güncel literatürün gösterdiği gibi; özellikle felsefeyi kullanmak, bir filmin kendi dilini başkalaştırmakla neticelenmekte; filmin kendi dilinin veya tamamen filmin kendisinin felsefi olan mahiyetini ortadan kaldırmaktadır.

İnsanı insan yapan nedir?

Bu yazıda ileri sürülen görüş, Zeki Demirkubuz filmlerinin/sinemasının, evvel emirde bir felsefi antropoloji yapmaya denk düştüğüdür. Şüphesiz, yazının sınırları, Demirkubuz filmlerini tek tek incelemeye müsaade etmemektedir. Bunun yerine, o filmlerin hangi anlamda felsefi bir antropoloji yaptığı ve bu edimin genel olarak insana, insan ilişkilerine dair hangi içerimleri barındırdığıdır. Burada “Felsefi Antropolji”den kastım, belli bir durum içinde insanın özünden hareketle, bir insan tasavvuru oluşturmaya yönelik fikri edimdir. Bu anlamda Demirkubuz’un felsefi antropolojisinin, her şeyden önce, Max Scheler’in işaret ettiği Yahudi-Hristiyan geleneğinde vazedilmiş tanrısal insana tekabül ettiği söylenebilir: Kibir, enerjik yaratıcılık ve bu yaratıcılığın doğurduğu iyi/kötü bütün sonuçları üstten seyreden insan. Kader’de Zagor’un Cevat’ı bıçakladığı sahneyi düşünün: Cevat’a bıçağı saplayan Zagor, onun ölüşünü yüzüne yansıyan kötücül bir kibirle nasıl izlemekteydi.. Ancak, Demirkubuz, bizi ( mesela Kader’de olduğu gibi), Schelergil anlamda bir dilemma ile de karşı karşıya bırakır: İnsan, Tanrının zihnindeki bir tasavvur mudur, yoksa (Masumiyet’te içerildiği gibi), insan, insanın zihnindeki bir tasavvur mudur?

Bu soruların cevabı seyirciye bırakılmıştır, yani açık uçlu kılınmıştır. Ama seyirciyi şu hususta kaçınılmaz olarak düşündürtür de: İnsanı insan yapan nedir? İnsan ne menem bir yaratıktır? Bu soruların her bir seyircinin zihninde farklı cevaplara yol açması mümkündür, fakat bunları bilemeyiz. Buna karşılık, Demirkubuz’un cevabı nettir (burada çeşitli gazete/dergi söyleşilerindeki, en son da not alarak izlediğim 4 Şubat 2013’te Balçiçek İlter ile HT’de yaptığı TV söyleşisindeki fikirlerine sadık kalarak yazıyorum): İnsan, belli değerler doğrultusunda iyi olma, ahlakı arama mücadelesi veren bir yaratıktır. Ama, iyilik kazanılan bir şey ise demek ki kötüyüz de demektir bu.

Bu cevapta, kendisinin de ifade ettiği üzere, yukarıda değindiğim Scheler’in zikrettiği Hrıstiyani geleneğe, daha yakın duran bir Demirkubuz görürüz ve bu anlamda ondan şunu işitiriz: İnsanlığın sahip olduğu ne kadar iyi özellik varsa hepsinin kriteri kötülüktür. Ama kötülüğün kriteri iyilik değildir. İyi olan kötü olabiliyor ama kötü olanın iyi olması istisnadır. Bu bağlamda kötülüğü kuyu, mağara gibi tanımsız olarak niteleyen Demirkubuz, aslında çağdaş etik tartışmalarında önemli bir meseleye de getirmiş olur bizi. Bu mesele, postmodern kültürün vazettiği Öteki’ne saygı retoriğine dayanan etik anlayışına karşı bir etik anlayışı tanımlamakla ilgilidir. Alain Badiou, bu tanımlamanın peşinde olan önemli düşünürlerden birisidir. Badiou’ye göre, klasik etik anlayışa hakim “aciz, yaralanmaya açık, kurban insan tasavvuru”, böyle bir insanı marûz kalabileceği kötülüklere karşı korumaya yönelik olarak hâkim güçlerin insan hakları perspektifine temel oluşturur. Oysa, der Badiou, ortaya bir İyi koymadan Kötü apaçık nasıl görülebilir?

Aslında, Demirkubuz’un düşüncesi Badiou’nün tanımının tersten yapılmışı olarak nitelenebilir. Çünkü, her ne kadar “kötülüğün kriteri iyilik değildir” dese de Demirkubuz’un fikriyatında mevcut bir İyi esasen vardır ve anladığımıza göre onun hayat tarzının olduğu kadar, filmlerinin de maksimini oluşturur bu İyi. Mesela, “ulviyet”ten ve “ulviyet düşmanları”ndan bahseder yönetmenimiz. “Dürüstlük, fedakarlık, mertlik”, bu “ulviyet”in ana sütunlarıdır ona göre. Dahası, tarihi, bu sütunların vücut verdiği ahlakı (İyi diye okuyunuz) savunan insanların tarihi olarak niteler. Bence, İyi’nin olmazsa olmaz koşulları olan “vicdan ve ahlak”ı ise haklı bir ısrarla her şeyin gelip dayandığı nokta olarak tanımlar.

İyinin ve kötünün ötesine

Bu anlamlarda Demirkubuz, her şeyden önce, Nietzschegil bir “iyinin ve kötünün ötesine” uzanmış bir “iyi insan hayatı”nı esas alan Ulviyetçi, daha felsefi tanımla “moral perfectionist”tir. Kendi deyimiyle, “insan kendine rağmen yaşamamalı” düsturuna dayanan bir “moral perfectionist” (bunun tipik örnek şahsiyetlerinden birisi, yönetmenimizin ilham aldığı Nietzsche’dir).

Fakat, bu, filmlerindeki çelişkili doğaya sahip insan tasavvurunu tam izah eden bir tanım da değildir. Kader’den Masumiyet’e, Yeraltı’ından İtiraf’a ve diğer bütün filmlerinde görülen hâkim insan tipi; sosyolog Durkheim’in “homo duplex” olarak tanımladığı karakter tipine tekabül eden, hem ulvi, hem süfli; hem rasyonel, hem irrasyonel katmanlara sahiptir. Bu açıdan, Demirkubuz’un filmlerindeki çok katmanlı insan tasavvurunun; esasen, metafiziğin sonu görüşüne yaslanmış bir meseleyi arka planda zaman zaman hissettirdiği söylenebilir: insan bir nesne değil, bir olay olarak anlamlandırılır (bunu bazılarımız Kıskanmak’ta, bazılarımız Bekleme Odası’ında, diğer bazılarımız da İtiraf’ta daha fazla hissetmiş olabilir).

Fakat, bu, gene de temellerin yokluğu anlamını içermez. Tersine, Hakikat, Doğa ve Tanrı arasındaki yerleşik bağlar belki gevşemiş gözükür ama gene de vardır. Bu durumu, bir çelişki olarak değil, Demirkubuz’un kendi ifadeleriyle, seyirciye müdahale etmemek, yönlendirmemek hassasiyeti olarak anlamak daha uygundur. Bu bağlamda, Demirkubuz’un metafiziğin sonu düşüncesine göz kırpmakla beraber; son tahlilde metafiziği yukarıda tanımladığım anlamda bir felsefi antropoloji ile çerçevelediği iddia edilebilir. Çünkü, filmlerindeki her insan tipinin sadakatten tutun, dürüstlüğe; açık sözlülükten, dost dayanışmasına varan bir arkhe’ye dayandığını, en azından dayanmak istediğini görürüz. Bu da, Demirkubuz filmlerinin kendine has bir düşünce, bana göre bir felsefi antropoloji olarak algılanmasını kaçınılmaz kılar.

Demirkubuz’un filmleri, kendisinin şahsiyetinden bağımsız olarak ele alınamaz şüphesiz(kendisi bu hususu özellikle vurguluyor zaten: “ben böyle bir insan olduğum için böyle bir sinemacı oldum”). Bu ise psikolojik bir bağlantı kurma meselesi değil, hayata dair duyarlılıkların /endişelerin felsefi tezahürleridir. Bu sebepledir ki, Demirkubuz filmleri gerçeğin içinden geçer; ama, bize gene de gerçeği belli bir mesafeden seyrettirir ve bu sayede dünyadaki yerimizi düşündürtmeye imkân sağlar: Ne cins bir insanız, hangi cinsten insanlarla bir aradayız ve bu bir aradalıkta insani doğamızın hangi katmanı bir magma gibi fokurdamaya başlayarak ilişkilerimizi oluşturuyor ve yönlendiriyor? Hayata dokunan bu soruların cevaplarını aramak üzere Zeki Demirkubuz nasıl sinemaya yönelmişse, çoğumuzu da Demirkubuz sinemasına yönelten aynı sebep olsa gerektir.

[email protected]