Bir gerçeğin paraziti

Ali K. Metin / Şair, Yazar
8.03.2020

Parazit filminin insanlık aklı ve vicdanındaki ödülü veya karşılığı ne olacak bilemeyiz. Ama eğer aşağılamanın ve tahakkümün sembolü olan tişört kokusu, eşitsizlik görüsünü (tezahürlerini) bilincimizin tetiklemeleriyle gerçek anlamda varoluşsal bir huzursuzluğa sevk edebilirse, toplumsal akıl buradan büyük bir meydan okumanın tutkusunu ateşleyebilir.


Bir gerçeğin paraziti

Semboller toplumsal hayat içinde düşündüğümüzden çok fazla belirleyici ve etkileyici bir yere sahip. Düşündüğümüz derken, günlük hayat ilişkileri ve alışkanlıkları içine bunları genellikle içselleştirdiğimizi, o yüzden de neredeyse ayrımında bile olmadan hareket ettiğimizin altını çiziyorum. Semboller gerçekten de toplumsal ilişkiler içine o denli gömülmüş ve hayatımızın adeta görünmez şifrelerine dönüşmüştür. Bunları ancak toplumsal ilişkiler üzerine Giddens’ın tabiriyle düşünümsel bir çaba sarf ettiğimiz takdirde ayırt ederiz. Aksi durumda, insanı atomize bir varlık olarak alan düşünsel bağlamların oluşturduğu yanılsamalar içinde muhtelif romantik, gayri insani, gayri ahlaki ideolojilere kapıyı aralamamız hiç zor olmaz. Ancak sembollerin, toplumdaki eşitsizlik ve sömürü ilişkilerinin devir daimini sağlayan ideolojik aparatlar olduğunu faş etmemiz o kadar kolay değil. Zira semboller toplumsal ilişkileri merkeze alarak “sistem” dediğimiz büyük aygıtı da beraberinde yaratmıştır. Biz gündelik hayat içinde sistemi görürüz, sembolleri daha açıkçası sembollerin çatışmasını değil. Bunun sonucu sistem eleştirisini, arka plandaki sembollere nüfuz edecek bir düzeye getirmediğimiz için temelli bir şekilde yapmaya güç yetiremiyoruz. Sistem tarihsel veya konjontürel dinamiklerle değişse bile, ana yapının değişmediğini, sadece aktörlerin değiştiğini görüyoruz. Gerçi insanlık aklı (tarihsel akıl) yavaş yavaş sembollerin etki alanını daraltma yolunda akışkan bir tekamül de ortaya koymakta. Süreç içersinde bu alanın giderek daralacağını ve insanlığın eşitlik mücadelesinin gelecekteki büyük devrimle sonuçlanacağını -kendi adıma- umuyor ve tahmin edebiliyorum. Buna kimilerinin kuru hamaset deyip geçmesini yadırgamam; ancak tarihi, sosyoloji, felsefe ve sanatın-edebiyatın taşıdığı dinamiklerle bir araya getirince bunun kabule şayan bir sezgi olarak görülebileceğini düşündüğüm entelektüel bir vasata sahip olduğumuz kanaatindeyim.

Kabil kompleksi

Semboller karın doyurmaz, şüphesiz. Ama insan yaşadığı toplumsal ilişkiler ağı içinde sembollerin içerdiği toplumsal değere ve saygınlığa ihtiyaç duyar. Sembollerden arındırılmış bir yaşamda insanın motivasyonunu kaybedeceğini biliriz. İnsanlığı çalışmaya ve yaratıcılığa motive eden gücün sadece ilerlemek, kalkınmak, konfor ve haz düzeyini artırmak olduğunu söylemek, en azından gerçekliği fazla basitleştirmek anlamına gelir. Tarihsel ve sosyal gerçeklik eğer bu kadar basit olsaydı, eşitsizlik ve sömürü olgusunun tarih boyunca olduğu gibi baş edilmez bir olguya dönüşmesi pek mümkün olmazdı. Bu anlamda Habil’in Kabil’i öldürmesi, insanlık tarihindeki tahakkümcü ve sömürgeci sapmanın, tabiri caizse büyük günahın tarihi vesikasıdır. Paylaşmanın yerini gasp etme almış, böylece insanın insan üzerindeki tahakkümü ve zulmü başlamıştır. Kabil, hazzın olduğu kadar daha çok aslında kıskançlığın ve tahakküm arzusunun bir sembolünü temsil eder. Habil’le arasındaki eşitliğin bozulmasından duyduğu kaygı, onu bir “benlik kompleksi”ne, dolayısıyla ihanete ve şiddete sürükler. Statü ve itibar arzusu bir anlamda benliğindeki fay hatlarını harekete geçirmiş, sosyal ve siyasal çatışmalar süreci böylelikle başlamıştır.

Sürecin eşitsizlik yönünde ilerlediği bir gerçek. Ama tarih, tümüyle Kabil’in ifsat ettiği ve hegemonyasını mutlak hale getirdiği tek boyutlu bir tablodan ibaret değil. Öyle olsaydı ne peygamberlerin ne de yaşanan siyasal devrimlerin bir hükmünden ve anlamından bahsedebilirdik. İnsanlık durumlarına yapılan söz konusu müdahalelere rağmen, hem bireysel hem de toplumsal ve siyasal planda paradoksal bir yapıyı devam ettiriyoruz. Nitekim bireysel olanla toplumsal ve siyasal olanın birbirinden izole edilmesi pek öyle mümkün değil. Bu açıdan Kabil, beşeri-insani niteliklerimizle beraber, toplumsal-siyasal realitenin de bir sembolü sayılabilir. Realitenin, daha doğru ifadesiyle sistemin insana aşkın bir konuma getirilmesi manipülatif bir maksada dayanmıyorsa eğer, acziyet, duyarsızlaşma veya kabullenmenin bir ifadesi sayılmalı. Tam burada sergilediğimiz yaklaşımlar ve izlediğimiz siyaset biçimi, aslında bulunduğumuz tarihsel realite/süreç içersindeki sosyo-ekonomik (kısmen sosyo-kültürel de denebilir) katmanlaşma içersindeki yerimizle doğrudan bağlantılı bir hal arz ediyor. Sosyo-ekonomik eşitsizlik bu anlamda kültürel, ideolojik aidiyetleri kenara iteleyen bir gerçeklik olarak yüzünü gösteriyor. Yaşadığımız paylaşım mücadelesi içinde üstünlüğünü belli kayıplarla bile olsa korumaya devam edenler açısından sistemi sorgulamaya sevk edecek bir dönüşümün olmaması her şeye rağmen memnun edicidir. Asıl ve en fazla memnun olanlar ise, konjonktürel gelişme ve kazanımlar sayesinde nispeten sınıf atlama imkanını elde eden kesimler olacaktır. Sosyal mobilizasyon, mevcut kapitalist sistemin belki de en önemli hayat damarlarından biridir. Marks’ın bahsettiği sınıf çatışmasının yumuşatılması veya büyük ölçüde minimize edilmesi için bir zorunluluk haline gelmiştir. Ki, sosyoloji bilimi bize, insanların sistemin (toplumsal realitenin) bütününe bakmaktan ziyade, kendisine en yakın, en erişilebilir sosyo-ekonomik seviyelere bakarak hedef ve davranış tarzı geliştirdiğini söylemekte. Dolayısıyla sosyo-ekonomik realite içinde toplumsal gerilimi azaltacak seviyede kısmi iyileşmelerin daha doğru ifadeyle değişmelerin vücut bulması, sistemin sürdürülebilirliği açısından elzem ve yeterli olmaktadır. Bu noktada, kapitalizmin efendileri ve tabii bekçileri tarafından gerek sosyolojiye gerekse sosyal-psikolojiye toplum mühendisliği konusundaki büyük hizmetleri için ne kadar teşekkür edilse azdır. Toplumdaki mevcut ve değişen gerilim potansiyelini soğrulabilecek vektörel dengelerin oluşturulmasında bilimsel çalışmalara yüklenen işlev ve sorumluluğun ne boyutlarda olduğunu bugün artık bilmeyen yok. Bilim sadece ar-ge ve teknoloji boyutuyla sisteme hizmet ediyor değil, aynı zamanda siyasal aklı, rasyonelleştirme doğrultusunda ihya ve inşa ederek sistemin hegemonik isterlerine cevap veriyor. Ama siyasal aklın toplumsal akıldan özerk, müstağni bir konumda olmadığını biliyoruz. Tarihsel süreç, siyasal akılla toplumsal aklın diyalektiği içinde şekillenmeye devam ediyor, edecek. Bunun için hiçbir şey artık o kadar kolay, o kadar basit değil. Toplumsal, ekonomik, kültürel fay hatları arasındaki ilişkileri toplum mühendisliğiyle kontrol etmenin belki de giderek daha zorlaşacağı bir sürecin içindeyiz. Fakat bilhassa teknolojinin alt üst edici potansiyeli karşısında daha temkinli olmak ve haddimizi bilmek gerektiğinin de farkındayız.

Toplumsal aklın tekamülü

Sistem veya tarih eşitsizliği hakkaniyetle sınırlı bir muhtevaya (realiteye) kavuşturabilir mi, diye soracak olduğumuzda buna hayır diyebilme imkanımız yok. Eğer hakkaniyetten burada herkesin emeğinin ve kabiliyetinin karşılığını almasını anlarsak, toplumsal aklın bu konuda mutlak değil ama çok güçlü bir konsensüs sağlayacağını öngörebiliyoruz. Hatta bununla ilgili muğlak şekilde bile olsa önemli düzeyde bir görüş birliğinden bahsedilebilir. Ancak değerler veya kabullerle realite arasındaki farklılaşmaları sorunsallaştıracak bir hassasiyetin ve gerilim düzeyinin oluşmaması dolayısıyla, insanların çoğunluğu alışkanlıklarına ve hayatın olağan akışına teslim olmaktadır. Bu yüzden hakkaniyete mugayir nitelikteki eşitsizlikleri kanıksamakta da -en azından bugün için- çok zorlandığımız söylenemez. Sistem ve onun kısmen arızalı (sistemle özdeş olmayan) bir parçası olarak siyasal akıl bize kah doğrudan kah dolaylı olarak şunu söylüyor: Bazıları daha az, ama sonuçta hep beraber zenginleşiyoruz. Bu zenginleşmeden hepimize az veya çok bir pay düşmekte. Daha kabiliyetli ve çalışkan olanlar daha fazla zenginleşiyorsa buna ses çıkarmamız hepimizin daha fazla zenginleşmesine zarar verir. Toplam zenginliğin artması hepimizin (kamunun) çıkarına işliyor.

Eşitlik dolambacı

Sistemin yaratıcılığı ve üretkenliğiyle büyülenmiş olan bizler, eşitsizliğin insanlığın faydasına olduğu konusunda bir düşünceyi de -pratik akılla- sahiplenmeye başlıyoruz. Toplumsal akıl, bu manada son derece pratik ve gerçekçi bir yol izliyor. Sistemin hegemonik yapısı karşısında, kendisine (alışkanlıklarına) zarar vermeyecek en makul pozisyonu alıyor. Hatta daha ilginç bir şekilde, toplumun ruhuna ve alışkanlıklarına iyiden iyiye kök salmış olan eşitsizlik düşüncesi, siyasal devrim ve reformların bile gerisinde kalabiliyor. 1945’te yapılan toprak reformuna rağmen ağalık-beylik sisteminin sosyal bir statü olarak dahası ekonomik boyutuyla da varlığını etkili şekilde sürdürmesi bunun açık bir tezahürü. Frederic Le Play bundan çok daha kötüsüne işaret ediyor: “1789 tarihinden bu yana Fransa’ya eşitliği medeni ve politik kanundaki yasalar yoluyla zorla kabul ettirmeye yönelik girişimler burada örf ve adetlerdeki eşitsizlik ruhunu azdırmıştır… devrimden bu yana örf ve adetler, çeşitli sınıflar arasında her geçen gün daha da belirginleşen bir ayrım yaratmaktadır” (Seçilmiş Metinler, Heretik y., 206). Alışkanlıkların burada işaret edildiği gibi yasalardan daha güçlü olması mümkün. Çıkar unsuru sözkonusu olduğunda bu daha büyük dirençlere sebep olabiliyor. Çıkar dediğimiz şey sadece maddi-ekonomik kazançla da sınırlı görülmemeli. Sosyal statü ve itibar, başta ifade ettiğimiz üzere bir çeşit manevi çıkar yani üstünlük konusu olarak bir değer taşıyor. O kadar ki, Le Play, Fransızların “soyadı itibarı”na olan düşkünlüklerinin “çocuksu bir eşitsizlik içgüdüsünden türediği”ne işaretle bunun “çok sayıda orta ve yüksek dereceli memur ve resmi zevat tarafından başarıyla sömürülmüş” olduğuna dikkat çekme gereği duyar. Hatta ona göre, “1848 Devrimi’nin bir çok özelliği Fransa’da mülkiyet hakkına saldırmanın Liyakat Nişanı ayrıcalığına saldırmaktan daha kolay olabildiğini gösterir” (Age, 204).

Eşitsizlik meselesini sadece refah veya maddi-manevi iyileşme örüntüleriyle ele almanın eksikliğini işbu örnekler sanıyorum yeterince açıklamaktadır. Eşitliği toplumsal ilişkilerde zuhur eden onursal bir mesele, bir denksizlik durumu olarak ele almadığımız sürece hadisenin esas yönünü (künhünü) ıskalamış oluruz. Zira insanlar nihayetinde onurları için yaşarlar.

Sistem veya eşitsizlik olgusu insanların onursuzluk duygularını bastırma konusunda ne kadar başarılı olursa olsun, bunun -görece bile olsa- bir sınır (dayanma) noktasının olduğu şüphesiz. Toplumsal akıl, gelişen şuur ve pratikleriyle bu noktayı sıfıra doğru çekme yönünde tekamül ettikçe eşitlikçi dünya tasavvurunun sisteme galebe çalması pekala mümkün olacaktır.

Parazit durumu

Onur ve dolayısıyla ahlak temelli eşitlik düşüncesinin sistemin her şeye rağmen imha edemediği, kolektif bilinçaltında yaşayan bir “parazit” olduğunu iddia etmek fazla afaki görülebilir. Doğrusu bu konuda nesnel gerçekliğin ne olduğundan çok emin olamayacağımızı, bireysel ve kolektif bilinçaltının bizi (tarihi ve sistemi) şaşırtabilecek kompleks bir yapıya sahip olduğunu düşünüyorum. Güney Koreli yönetmen Boong Joon-ho’nun 2020 yılı Oscar ödülü alan Parazit filmine tam burada değinmenin yeridir. Film, yoksul ve aşağı tabakadaki insanların bilinçaltında taşıdıkları ‘yara’yı bütün traji-komikliğiyle ifşa etme başarısıyla gerçekten de göz doldurucu. Tabir caizse zenginleşme kompleksinin (arzusunun) yoksul halkı ifsat edişini komedi-drama eşleşmesiyle sergilemenin ötesinde, üst sınıf tarafından aşağılanmanın nasıl bir yaraya ve sonuca yol açabileceğine dikkatimizi çekiyor. Aşağı sınıfın sembolü haline gelen tişört (şoför) kokusu, burada aşağılamayı olduğu kadar bir tarafıyla tahakkümü ve çaresizliği de sembolize etmekte. Ama film bununla kalmıyor; ‘koku’nun içerdiği bir boyuta daha işaret ederek onu tam da efendi-köle (patron-şoför) çatışmasının göstergesine dönüştürüyor. Dahası gerçekliğin nesnel düzeni içinde ‘yara’nın isyana ve intikama dönüşme anını, aşağılanmanın/aşağılık duygusunun ‘dayanma noktası’nı tebarüz ettirmeyi başarıyor. Sonuç: Patronun öldürülmesi yani intikamın zaferi. Ancak burada mutlak galibiyet anlamında bir zafer yok. Bireysel zafer, zafer değil çünkü. O yüzden, intikam duygusu da elde edilen zafer de gerçek hayatın henüz bodrum dünyasında varlığını sürdürüyor.

Parazit filminin insanlık aklı ve vicdanındaki ödülü veya karşılığı ne olacak bilemeyiz. Ama eğer aşağılamanın ve tahakkümün sembolü olan tişört kokusu, eşitsizlik görüsünü (tezahürlerini) bilincimizin tetiklemeleriyle gerçek anlamda varoluşsal bir huzursuzluğa sevk edebilirse, toplumsal akıl buradan büyük bir meydan okumanın tutkusunu ateşleyebilir. Ancak toplumsal aklın bileşenleri biliyoruz ki dile getirdiğimizden daha karmaşık bir içeriğe sahip. Eşitsizlik olgusunu tahkim eden çıkar ilişkileri, düzen ve güç unsurlarıyla onur ve saygınlığa ilişkin talepler arasındaki bağların kompleks niteliği suları her aşamada bulandırabiliyor. İnsanlık tarihi bulunduğumuz aşamada ikili bir görünüm ortaya koyuyor: Bulanık suda balık avlamakla suların durulması için çalışmak arasında daha çok bireysel, kısmen toplumsal bir gelgiti yaşıyoruz. Çoğu zaman da Sistem’in içinde bir “parazit” olarak var olduğumuzu hissediyoruz.

[email protected]