Bir ‘hakikat militanı’ olarak akademisyen

Ahmet Demirhan / Yazar
10.10.2015

Ankara’da, sol grupların hakim olduğu, ama çok sonradan özellikle arazi rantı elde etmek için çok işlevsel yerler olduğunu farkettiğim bir “kurtarılmış” bölgede büyüdüm. Sonra da Boğaziçi Üniversitesi’nde sosyoloji okudum. Eğer o dönemde hocalarım Üstündağ gibi olmuş olsaydı, sosyolojiden nefret ederdim. Karşımızda akademisyen değil, bildiğini de saklayan dogmatik bir ‘hakikat’ misyoneri var çünkü.


Bir ‘hakikat militanı’ olarak akademisyen

Nazan Üstündağ’ın köşe yazılarında, gündelik gelişmelere göre çok az değişse de, kullandığı tuhaf bir akademik dili var. Kendisini hemen ele veren, ancak ele verdiği oranda da kapatıveren bir dil bu. Ele vermesi, kendisinde ifşa olunacak bir şeyler var da biraz çabayla, biraz kazıyla o şeyleri görmek ve bulmak mümkün anlamında değil elbette; bu anlamda aslında olabildiğince şeffaf Üstündağ’ın köşe yazıları. Kendisini hemen ele veriyor, çünkü Üstündağ’ın akademik bir ‘dünya’sı yok. Ama akademisyen. Bu bir çelişki mi? Olmayabilir; ancak böylesi akademisyenle eleştirel bir siyaset tartışmasına girmenin verimli olacağı kesin. Zaten Üstündağ’ın akademik ‘dünya’sı, buna kapalı.

Çünkü kullandığı kavramları, onları kullandığı bağlamı, aynı bağlam için daha farklı eleştirel kavramların kullanılabilme imkanı olup olmadığını düşünmeye başladığınızda, birden zorlandığınızı hissediyorsunuz. Üstandağ, öyle bir ‘iç’ ve ‘dış’ yaratıyor ki kavramları bile ancak böyle bir bölünme içinde anlamlı olabiliyor. Kullandığı bir kavrama ‘dış’tan eleştirel bir bakış, sizi her türlü ‘dış’lamaya muhatap yaptığı gibi nihayette suçlu bile çıkabilirsiniz. Eleştirel olacaksanız da, anlattığı ‘hikaye’nin bir yerinde olmanız gerekmektedir; onun bir parçası olmanız, o ‘hikaye’den dolayı dönüşmeniz, onun sizi (farklı bir) ‘özne’ yapmasına kendinizi açmanız gerekmektedir. Yoksa bir sans papiers’iniz; kimliksiz, amorf, oluşmamış ya da her türlü “henüz değil”e muhatap birisiniz. Hem de yersizleşmeyi-yurtsuzlaşmayı kutsayan bir akademik ‘dünya’nın eliyle ve marifetiyle. Ama açamazsınız da; çünkü o ‘hikaye’nin pratiğinden yoksun olduğunuz için tek yapmanız gereken, o ‘hikaye’ye ‘sadakat’ göstermeniz, onun ‘hakikat’ini teslimiyetle ve tevükkülle kabul etmeniz. Başka çıkışınız yok, maalesef!

Ama zaten Üstündağ’ın yapmaya çalıştığı da, tam olarak bu: sadakat. Ama neye? Örneğin, 5 Ekim tarihli Özgür Gündem’deki, bir kantin bildirisini hiç aratmayacak “Hikaye, Gelecek ve İlişki Üretici bir Halk Hareketi Olarak Özsavunma ve Özerklik” gibi başlıkla yayınlanan yazısından bir cümle: “Cizre’de halkın yaşananlarla organik bir biçimde ilişkilenerek yükselen ve yeni hikayeler kurmaya talip son derece evrensel ve kolektif bir dil var”. Bir akademisyenin ‘dil’i bu. Kırık, anlaşılmaz, kantin bildirilerinin dili kadar bozuk. Anlamak için tekrar tekrar okumak gerek, sabrınız varsa. Ama zaten böyle olmak zorunda. Sorun, bir sosyoloji bölümünde ders veren bir akademisyenin berbat dili değil. Sorun, akademisyenin sadakat gösterdiği şeyin onu tam da böyle bir dile zorlaması. Demek ki Üstündağ, öyle bir şeye sadakat gösteriyor ve öyle bir şeye sadık olmanızı istiyor ki, ‘dil’i bile zorluyor.

Öcalan’a akıl hocalığı

Ama şu da var: Üstündağ bizden şanslı; çünkü bizim bilmediğimizi biliyor, bizim görmediğimizi görüyor; hatta özellikle Fransız ve İtalyan radikal sosyal bilimcilerinin akademik dünya dışındaki algılanma biçimlerinden devşirilmiş bir ‘dil’i, akademi içinden ve belirli bir ‘pratik’ bağlamı da gözeterek kullanarak, Abdullah Öcalan’a bile (!) ‘pratik’ öğretmeye kalkacak, ona akıl hocalığına yeltenecek derecede ‘akademi’den çıkıp ‘evren’ değiştirebiliyor. Cümlesinin öznesinin kayıp olması da mesele değil. Cizre halkı mı? Onlarla “organik bir biçimde ilişkilenerek yükselen” şey mi? ‘Hikaye’ mi? “Evrensel ve kolektif” mi? Bunlar önemli değil. Önemli olan, bütün bunları “organik” bir biçimde mezceden bir “dil”. Ve elbette sadece bir cümle de değil mesele. Yazılarında benzeri cümlelerle çok karşılaşılabilir.

Öte yandan, böyle bir dil, sadece ‘sosyolojik’ olarak da sorunlu değil; akıl hocalığına da yeltendiği için, aslında çeyrek yüzyılda, bilemedin yarım yüzyılda geliştirilen düşüncelerin orijinal kaynaklarını da ayaklarının altına almaya hazır: Foucault’dan, Guattari’den, Fanon’dan bahseder, tamam; Negri’yi filan dönüştürerek kullanır, tamam. Fransız ‘arzular’ ve ‘duygular’ rejimi düşüncesini, en pespaye haliyle, sömürmeye kalkışır; buna da tamam. Hatta bahsetmese bile Badiou’dan alabildiğince istifade eder... Tamam da, bunlar, parçası oldukları gerçekliğin dışına çıkıp ‘hakikat’i tecelli ettirecek bir ‘hikaye’ bulamamışlardır ve onlar da bir anlamda oluşmakta olanın ‘dış’ındadırlar. Zaten bulamazlar da. ‘Hikaye’ başka bir yerde çıkmaktadır çünkü ve Abdullah Öcalan, Üstündağ’ı dinlerse, onlara da ‘hakikat’i gösterecek bir “evrensel ve kolektif” oluşum projesi sunabilir: “Teklik içinde değil sürekli diyalog içinde, değişken ve canlı, bitmeyen, sonlanmayan, kendisiyle sarhoş olmayan, karşısındakini dahil etmeden duramayan hikayeler”den oluşan bir oluşum, onları da mesiyanik bir biçimde gelip kurtarabilir. Çünkü, Üstündağ’ın cümleleriyle, “Kürt Özgürlük Hareketi ve önderi Abdullah Öcalan, Kürtlerin maruz kaldığı sömürgecilik ve işgal siyasetini, Türkiye’de yaşanan diğer ezilmişliklerle ilişkilendirerek ve Ortadoğu’daki toplumların bugüne kadar kendilerine dayatılan rejimlerden kurtulmalarına reçete olarak, özyönetim fikrini geliştirdiler”. Guattari’nin bile hayal edemeyeceği bir fikirdir bu (abartmıyorum, isteyen yukarıda alıntı yaptığım yazısıyla birleştirilerek yayınlanan “Cizre Deneyimi Işığında Özyönetimi Yeniden Düşünmek” http://www.ortakhaber.com/cizre-deneyimi-isiginda-ozyonetimi-yeniden-dusunmek.html adlı yazısını bu gözle okuyabilir.) Öyleyse, hadi iş başına. Sen de ey Öcalan! Ve sizler de ey akademi içi veya dışı radikal sol düşüncenin kıyıda-köşede kalmış teorisyenleri!

Şiddet ve silaha övgü

Akıl almaz bir durum var ortada elbette. Ve elbette yaşananlardan sizin de bir takım sonuçlar çıkarmanız, gelişmeleri kendinizce anlamlandırmanız, olan neyse ona dikkat kesilmeniz ve çözümlemeye çalışmanız yetmeyecektir burada. Çünkü siz, eğer o canlı, devingen, sonsuz, karşısındakini kendisine dahil etmeden duramayan bir şekilde ‘olan şey’e sadakat göstermiyorsanız, ‘hakikat’in dışındasınız (Badiou’nun kulakları çınlasın!), olsa olsa ‘gerçeklik’ten biraz nasiplenmiş birisiniz (“Sen de ey Öcalan! Sen de kendi bulduğun ‘hakikat’i tam olarak göremedin, hala onu bir ‘gerçeklik’ olarak yaşıyorsun. Takıl peşime!”) Oysa yapmanız gereken, size “hakikat”e dogmatik derecede sadık, ‘olan’ neyse onun künhüne vakıf (hem de) bir akademisyen tarafından sunulan (vahyedilen mi demeliydik?) ‘hakikat’e öncelikle boyun eğmeniz. (Yine abartmıyorum, isteyen Üstündağ’ın haklı olarak ‘şiddet’ ve ‘silah’ övgüsü yaptığı gerekçesiyle çokça eleştirilen “Savaş, Gençlik ve Özyönetim” http://www.ortakhaber.com/savas-genclik-ve-ozyonetim.html yazısını, örneğin Badiou eşliğinde, dikkatle okusun.)

Yine de hakkını yemeyelim (belki de yiyelim, çünkü akıl hocalığının en bariz olduğu yer burası), Üstündağ yaşananlara ‘eleştirel’ bir mesafeden de yaklaşmaya çalışır. Mesela, “Cizre Deneyimi Işığında Özyönetimi Yeniden Düşünmek”ten şu çok semptomatik cümlesi: “Demokratik özerkliğin bu sorunları zaten sıkça tartışılıyordu. Demokratik özerkliğin bir parti programı, masada modeli oluşturulacak bir müzakere meselesi ya da ilanla gerçekleşecek bir durum olmadığını en iyi Abdullah Öcalan görmüş olduğundan olacak, Dolmabahçe mutabakatında özerklik konu başlıklarından değildi.”

Belki de mesele orada değildi, bilemeyeceğiz; bu Öcalan’ı Öcalan’dan bile daha fazla içselleştirmişliğin ne anlama geldiği de şu anda bizi ilgilendirmiyor. Halihazırda konuşulacak başka mesele var. Mesela, nedir “demokratik özekliğin” bu “sıkça tartışılan” sorunları? Öncelikle “demokratik özerkliğin ayrıntılarına kadar belirlenmiş katı bir model haline getirilerek toplumsal mühendisliğin yeni bir tezahürü kılınması”. Sonra, “demokratik kısmının es geçilmesi ve özerkliği gerçekleştirmeye talip yabancılaşmış bir dil ve bu dilin öznesi yeni elitlerin yaratılması”. Ve son olarak, “kökleri, sabit ve tekçi kimlikler, bir regülasyon aracı olarak aile ve mekanı ve zamanı düzenleyen sermaye dinamiklerine karşıtlığa dayanan özerkliğin, ulusallaşma ile ikame edilerek hizmetleri devletin değil, Kürt kurumlarının ürettiği ancak hizmetin kendisinin kimlik, aile ve sermaye ile ilişkisinin sorunsallaştırılmadığı bir rejim kurmaya çalışmak”.

Evet, Mars’ta ‘su’ bulundu ve evet, “Mars’ta bulunan su ile abdest alınır mı?” diye de bir soru soruldu; ve dahi evet, (Boğaziçi Üniversitesi’nin ‘kült’ hocası Faruk Birtek’in dalga geçmek için kullandığı bir ifadeyi tekrarlayacak olursak) metaforik olarak “ağaçların da konuştuğuna inanıyorum” diyen bir sosyolog var karşımızda. “Model olma” diyor, (Demirtaş ve vesaire gibi, hatta Öcalan ve diğerleri gibi) “elitler yaratma” diyor ve nihayette “aile” ile “zamanı ve mekanı”, “sermaye”ye göre değil bunları başka türlü “sorunsallaştıran” bir “rejim yarat” diyor. İnsanın aklına Amişler geliyor, mesela.

Öz yönetim şiddeti

Elbette akıl hocalığının bu kısmının o canlı, devingen ve sonsuz bir şekilde ‘olan’ şey neyse onunla bir alakası var. Hatta “şiddet araçları yeniden dağıtıldığında şiddetin, üretken ve kurucu bir güç olarak karşımıza çıktığını” ileri sürecek denli, yazıyla bile, “şiddet” üreten bir ‘dil’le de. (Hem zaten “Şiddet birçok açıdan üretici bir güçtür. Şiddet özne üretir, değer üretir, mekan ve zaman üretir, iktidar üretir. Bunu şiddet çalışan hiç bir antropolog, sosyolog ya da felsefeci inkar etmez” diyen Üstündağ’a hadi itiraz edin, söylediklerini inkar edin de görelim bakalım!) Ancak burada en çok, PKK’yla muhatap olan ve PKK’nın şu ya da bu şekilde muhatap aldığı Kürtlere, “siz biriciksiniz, bir şekle-şemale bürünemezsiniz” diye öğüt veren, onlardan bu ‘biricik’liğe sadakat göstermeye devam etmesini isteyen bir dil var. “Canlı ve devingen olun, sonsuzluğa açılın; ama sakın bir ‘şey’ olmayın; çünkü sizin o canlı ve devingen oluşunuzla zaten siz bir ‘şey’siniz” diyen bu ‘dil’, içten içe bölgede neler döndüğünün de aslında bal gibi farkında. Ama umudu var işte!

Ya ‘öz yönetim’? Ankara’da, sol grupların hakim olduğu, ama çok sonradan özellikle arazi rantı elde etmek için çok işlevsel yerler olduğunu farkettiğim bir “kurtarılmış” bölgede büyüdüm. Bu grupların birbirlerine ve halka karşı ‘şiddet’ini gördüm. Hatta ergenlik yaşlarına yeni yeni ulaşmaya çalıştığım o sıkıntılı dönemde bir sol grubun başka bir sol grubun üyesini gözlerimin önünde öldürdüğüne şahit oldum. Bunun ve başka şeylerin travmasıyla ve daha pek çok şeyi anlamaya çalışarak Boğaziçi Üniversitesi’nde sosyoloji okudum. İyi ki de okumuşum diyorum şimdi; ama eğer o dönemde hocalarım Üstündağ gibi olmuş olsaydı, sosyolojiden nefret ederdim. Allahtan değildiler. Karşımızda akademisyen değil, bildiğini de saklayan dogmatik bir ‘hakikat’ misyoneri var çünkü.

[email protected]