Bir itham, bir tezvirat ve bir imkan

Hasan Hüseyin Öz / Araştırmacı-Yazar
12.05.2018

Muhalefet, “Türkiye’nin diz çöktürülmesi” üzerine şekillenmiş Batı’nın “grand stratejisinin” taktik aparatı olarak kullanıldığının farkında bile değil. İster kabul etsinler, ister etmesinler, Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemiyle Türkiye, Batı’nın giydirdiği deli gömleğini yırttı attı. Hatta yerli ve milli olanların uzun yürüyüşünü başlattı. Artık bunu kabul edin de, işimize bakalım. Ama olmaz değil mi?


Bir itham, bir tezvirat ve bir imkan

“Türkiye o eski Türkiye değil. Türkiye’ye gündem dayatamazsınız. Türkiye’nin gündemini belirleyemezsiniz. Türkiye’ye o eski günlerde olduğu gibi parmak sallayarak istikamet çizemezsiniz. Bu Türkiye yeni Türkiye’dir, tam bağımsız Türkiye’dir.”

Recep Tayyip Erdoğan, 22 Temmuz 2014

“Amaç, araçları meşrulaştırır.” Lenin’e atfedilen bu söz, aynı zamanda despotik yönetime giden yolun haritası niteliğindedir. Tabi bu sözün atası Makyavel’dir. Ne diyordu Prens’in yazarı? “Amaca ulaşmak için her yol mubahtır!” Amaç ne peki? Despotik bir yönetim! Gerek Makyavel gerekse Lenin aynı manaya gelen sözleriyle bize başka bir şey daha söylüyorlardı. Onlar diyorlardı ki; insanoğlu amaç için yola çıkar ama seçtiği yol/araç bir süre sonra kutsal amaca dönüşür. Nitekim bütün devrimlerden sonra bir terör dönemi yaşanmış ve tarihi bir hakikat olarak kana alışmış devrim en yakınından başlamak üzere kan içmeye devam etmiştir. Batıdaki modern ‘etat’ın/statükonun hikâyesi işte budur ve hikâye neoliberal despotizmle devam etmektedir.

Entegrizme müptela olanlar bu tarihi olguyu göremezler ya da görmezden gelirler. Ağızlarında sakız gibi çiğnedikleri despotizm, tek adam rejimi söylemlerinin kökeni aslında bu olguya dayanır. Yani despotizm Batılı bir olgudur. Hegel’in tarih felsefesinde de bu olguyu görürsünüz, Milton Friedman’ın neoliberal teorilerinde de. Demem o ki; despotizm/tek adamlık ithamlarıyla Erdoğan’ı hedef alanlar, ilk önce beslendikleri kaynaklara bir baksınlar. Ama bakamazlar, çünkü bir despotun gölgesi altında yaşadıklarının bile farkında değiller. O gölgenin altındaki sütrenin gerisinden slogan atarlar ancak. 2002’den bu yana seçimle iş başına gelen Erdoğan hakkında bu ithamlarda bulunmak bühtandır, şımarıklıktır.

Biz diyoruz ki, olguları yerli yerine oturtalım. Şu taraf bu taraf demeden Türkiye’nin emperyalizmle mücadelesine destek verelim. Yok, dört benzemez bir araya gelmişler Erdoğan’ı devireceklermiş! Bir de sivil(!) devrim yapacaklarmış. Biz, milletin hem iradesini hem de desteklediği isimleri yok etmeyi hedefleyen bu türden devrimlerin, nerede ve kimler tarafından pişirildiğini 1960 darbesinden beri çok iyi biliyoruz. Hatta 1958’de başlayan sokak olaylarından… Değişen bir şey yok yani Batı cephesinde. Oysa Marksist fikirleriyle temayüz etmiş Milli Müdâfacı Attila İlhan tam kırk yıl önce bu odakları ifşa etmişti:

“Sağcı iktidarlar, icraatları sırasında memleket hayrına işlere kalkıştılar mı, Amerika ve emperyalist sistemle araları otomatik olarak bozulmakta, uluslararası kapitalist çevreler denetledikleri finans kuruluşlarıyla ülkenin kredi musluklarını kesmektedirler, buysa ülke ekonomisinde darboğazlar oluşturmakta, böylelikle iktidardaki hükümetin devrilmesi, yerine daha uysalının gelmesi sağlanmaktadır. Menderes de, Demirel de böyle yıkılmıştır. Her ikisinin devrilmesinin nedeni ülkeyi kalkındırmakta ısrar etmeleri olmuştur.”

Hegemonik boşluk 

Kırk yıl önce yazılanlar ile bugün yaşananlar arasındaki eşleşme, sadece fiiller arasındaki bağlantıyı değil faillerin kendilerini mahkum ettiği sap-lantıyı da mimliyor. Şimdi neyle tehdit ediyorlar bizi? Cümleler bile değişmiyor. Ezberimize kattıkları ekonomi tanımı ve bu ezber üzerinden dahil olmak zorunda kaldığımız ekonomik sistem ve finans kapital düzlem üzerinden geliyorlar üzerimize. Ben şuraya buraya sığınacak değilim. Her şeyi de dış güçlere bağlamıyorum. Ekonominin kendi kuralları olduğunu bilecek kadar okumuşluğum var. Fakat kapitalizmin şeytan sofrasında oluşturu-lan manipülasyonları da görmek zorundayız. Dayatılan ezberi terk etmek ve şeytan sofrasının büyükleri arasında olmaya çabalamak hatasından vazgeçmek durumundayız. Bu yüzden,“baştan aşağı yapısal dönüşüm” gerçekleştirelim diyorum. Neoliberal politikaları çöpe atıp, kanunu kadime yaslanarak tamamen kendimize ait bir sistem kuralım. Borca dayalı para sisteminden kurtulup üretime dayanan ve adil paylaşıma odaklanan bir ekonomi inşa edelim. Yapabilir miyiz? Elbette yapabiliriz. Önümüzdeki dönemde bu yönde adımlar atılacağına ilişkim umutlarım var. Şu anda yaşanan “hegemonik boşluk”, bize bu imkanı verebilir çünkü.

Her siyasi öznenin bu umuda katkı vermesi, bu imkanı görmesi gerek. Ama nafile! CHP’yi anladık da, ya şu bizimkilerin CHP’lileri aratır inatlarına ne demeli?! Biri “yatırımları durduracağım” diyor, diğeriyse Finlandiya Cumhurbaşkanının tarifeli uçakla gelmesini popülizme malzemesi yaparak twitter üzerinden “bütün uçakları satacağım” vaadini paylaşıyor. Perşembenin gelişi çarşambadan bellidir. Bunlar, bu kafayla ancak ülkeyi dok-sanlı yıllardaki örtülü darbe sürecine götürürler. Ekonomik krizler, siyasi krizler, terör vs. Oysa Erdoğan, bütün müdahalelere karşın neoliberal sistem içinde mücadele ederek ülkeyi çok ciddi aşama kaydettirdi. Şimdi hedef belli: muasır medeniyetler üzerine çıkarmak. Bu nasıl olacak? Bana göre neoliberal sistem içinde kalarak bu hedefi gerçekleştirmemiz mümkün değil. Hatta, sistem içinde kaldığımız müddetçe, bugüne kadar elde ettiğimiz kazanımları koruma şansımız dahi yok. Muhalefetin bu zemin üzerine yükselmesi gerekmiyor mu? Gerekiyor gerekmesine de, Erdoğan nefreti gözlerini kör etmiş. Onun için kazanmaya dönük değil de kaybettirmeye yönelik bir strateji geliştiriyorlar. Mesajlarını, iktidar olma hedefi üzerinden değil iktidardan etme hevesi üzerinden veriyorlar. Bu ülkenin kaderi de bu… 

Batı’nın ‘grand strateji’si

Attila İlhan’a rahmet olsun, muhalefetin vaatlerini duyunca “Yahu nedir, biz hep böyle karanlıkta el yordamıyla mı ilerleyeceğiz?” sorusuyla mukabele edesi geliyor insanın. Bizim muhalefet, “Türkiye’nin diz çöktürülmesi” üzerine şekillenmiş Batı’nın “grand stratejisinin” taktik aparatı olarak kullanıldığının farkında bile değil. Türk milleti, Batı’da geliştirilen bu stratejiyi görerek yeni hükümet sistemini oylarıyla onayladı. Bütün bunlar olmamış gibi muhalefet, millete parmak sallarcasına “eskiye döneceğiz” vaadiyle arz-ı endam ediyor. İster kabul etsinler, ister etmesinler, Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemiyle Türkiye, Batı’nın giydirdiği deli gömleğini yırttı attı. Hatta yerli ve milli olanların uzun yürüyüşünü başlattı. Artık bunu kabul edin de, işimize bakalım. Ama olmaz değil mi?

Türkiye, cumhurbaşkanlığı hükümet sistemiyle küresel vesayete karşı büyük bir hamle yaptı. Bazı dostlarımız kızacaklar bana fakat yine de söylemeliyim; Yıllardır sövdüğünüz ABD’nin ülkemizdeki vesayetini, NATO üzerinden yeniden tesis etmeyi vaat ediyor birileri, farkında mısınız? He-men 2002 ile başlayan cümleler kurmayın. 1945’ten sonra İnönü’nün imzasıyla bu ülkeyi cephe ülkesi haline getiren Amerikan vesayeti, o kadar kolay sökülüp atılacak bir şey değildi; bunu siz de biliyorsunuz ya, dilin kemiği yok işte. Söz konusu vesayet odaklarının bu ülkeye neler çektirdiğini bir hatırlayın. Yahu daha iki yıl önce bu ülkede 15 Temmuz’da NATO’cu bir işgal girişimi yaşamadık mı hep birlikte. Yadıma yine Attila İlhan düştü. Eğer fikrinizde, duruşunuzda samimiyseniz İlhan’ın şu satırlarına bir kulak verin de ona göre kızın bana.

 “Amerika ile ilişkilerimiz bildiğiniz raya gireli, bazı aydınlarımızda bir yakınmadır gidiyor. Yalnız kalıyoruz, yalnız kaldık, yalnızlığımız büyüyor vs.” Biz son birkaç yıldır aynı yakınmaları duymuyor muyuz? Biz vesayeti devlet tarafına yüklüyoruz ya, devletin oluşturduğu vesayet, aydın tayfa-sının bu söylemlerinin yanında bir hiç kalır. FETÖ-liberal sol işbirliğiyle dolaşıma sokulan ve CHP’nin Atatürk’ün “Yurtta Sulh Cihanda Sulh” sözüyle sosladığı “Türkiye yalnızlaşıyor” tezviratı, kendini milliyetçi olarak pazarlamayan bazıları tarafından politik tehdit olarak kullanılıyor şimdilerde.

Yeri geldi, bir hatırlatma yapalım. Immanuel Wallerstein jeopolitik savrulmayla ilgili yaptığı analizde ne diyor bakın: “…ortaya çıkan çok kutuplu dünyada sekiz ile on arasında güç merkezi var ve bunların hepsi de göreli bağımsızlığını koruyarak diğer merkezlerle müzakere yürütecek kadar güçlü. Fakat artık çok fazla güç merkezi var. Bunun bir sonucu, merkezlerden her biri azami avantaj peşinde koştuğu için sık sık geçici ittifaklar yapılmasıdır. Piyasalardaki ve para birimlerindeki dalgalanmalara güç ittifaklarındaki dalgalanmalar da eklenecektir.”

Yalnızlaşmıyor...

Dünyanın dört bir yanında Wallerstein’ın bahsettiği dalgalanmalara, çalkantılara şahit oluyoruz. Buna göre de arayışlar yoğunlaşmış durumda. Hem Türkiye yalnızlaşıyor tezviratının boşluğunu ortaya koymak adına hem de dünyadaki arayışları göstermesi bakımından önemli olduğunu düşündüğüm bir toplantıdan bahsedeceğim size. Geçen hafta üç gün boyunca süren İstanbul’da 105 ülkeden 300’e yakın sendika başkanının katıldığı bir kongreydi bu. MEMUR-SEN ve TODAİE’nin birlikte düzenledikleri kongrenin konusu “İnsan, Emek ve Küresel Rekabet”ti. Bir düşünün, Türki-ye’de bir emek örgütü, bütün engellemelere bütün manipülasyonlara rağmen 105 ülkeden sendika liderini Türkiye’ye getirebiliyor. Hani Türkiye yalnızlaşıyordu! Yaşadığımız sonuç; yalnızlaşma değil yakınlaşmadır. Türkiye, kendi tarihi birikimine, kanunu kadimin kendisine ikram ettiği perspektife ve bugünün dünya sisteminin mütekebbirlerinin mağdur ve mağlup etmeye odaklandığı ülkelere, milletlere, kitlelere yakınlaşıyor. Bu yakınlaşma bütün yönleriyle birilerini rahatsız ediyor ve bu rahatsızlık “Türkiye, yalnızlaşıyor” afişiyle itiraf ediliyor aslında. Tezviratın boşluğuna, kongreye katılanları görünce aynel yakin şahit oldum. Öte yandan bugünkü sisteme karşı isyanı da gördüm. Sizin anlayacağınız dünyada yaşanan krize karşı ciddi arayışlar var ve bu arayışların öncülerinden biri de Türkiye’de faaliyet gösteren bir emek örgütü. Dünyanın farklı kıtalarından 105 ülkenin emek hareketi liderlerinin katılımıyla uluslararası konferans düzenleyen emek örgütüne sahip Türkiye hakkındaki “yalnızlaşma” tespiti, hem bilimsel ehliyetten hem de siyasi/diplomatik iyi niyetten yoksundur.

Yukarıda söyledim, sistem içinde bir çözüm yok; bence önümüzdeki dönemde Türkiye’de ve dünyada yeni yönelimlere şahit olacağız. Bana göre bu gelişmeleri okuyamayanların devre dışı kalacağı bir sürece girdik. Doların hareketliliği üzerinden “ben yoksam harap olsun Basra” kıvamındaki nihilist yorumların bir önemi yok. Dolar, daha yükseklere tırmanabilir. Kur savaşları kapıda çünkü. Fakat şu unutulmamalı ki, dünya ölçeğindeki gelişmeler de, müesses nizamın sürdürülebilir olmadığını gösteriyor bize. Muhalefetin içine düştüğü çukurdan bu hakikati görme şansı yok. İktidara düşen ise, sistemin dışına çıkacak argümanlar üretmek. Finansal kapitalizm tecrübesi bizi ancak buraya kadar getirdi. Benim demem o ki, Türkiye gerçek anlamda kendisi olarak bu sistemi aşabilir. O zaman ne yapacağız? Türkiye yalnızlaşıyor tezviratlarını bir kenara bırakıp Hüsamettin Arslan’ın çağrısına kulak vererek evimize döneceğiz.

“... evimize dönmeliyiz; seküler kutsal kabelerde, modern uygarlığın göz kamaştırıcı mabedlerinde egemen güçlere secde etmekten vazgeçmeli ve evimize dönmeliyiz.” Rahmetli Hüsamettin Arslan hepimize söylüyor. Bu nasıl olacak peki? Darb-ı mesel haline gelmiş “nebevi hakikate nebevi metodla gidilir” hükmünü anlamakla başlayacağız. Yoksa hedef için her yol mubahtır diyerek değil.

[email protected]