Bir kimlik tasarımı: “Laz müteahhitlik”

Selman Bayer / Yazar
20.04.2013

İnsanların başlarını sokacakları bir ev olsun düşüncesinden hareketle kurumsal felsefesini oluşturan müteahhitlerimizin mimari derinlikten, estetik tavırdan ve insani tutumdan yoksun olmaları gibi kimlik bunalımının eski ve yeni aktörleri de bu takım elzem hasletlerden ve anlayıştan yoksundurlar. Peki resmi söylemin önerdiği şey nedir?


Bir kimlik tasarımı: “Laz müteahhitlik”

Bugün Türkiye’de ciddi bir kimlik bunalımının var olduğu herkesin malumu. Kim olduğumuzu tanımlayamıyoruz. Yalnızca zanlar ve hamasi söylemler üzerinden kotarılan kötürüm bir kimlik ve şahsiyetle kör topal yaşamaya çalışıyoruz. İşin kötüsü sanattan mimariye, edebiyattan akademiye, siyasetten spora kadar birçok alanda mezkûr bunalımın izdüşümleri görülüyor. Yüzüncü yılına doğru ilerleyen Cumhuriyet’in tavsiye ve tahakküm ettiği kimliklerin hiçbiri bugün Türkiye’de yaşayan insanların tümünü kucaklayamıyor. Belki de tam da bu yetersizliğin bizi getirip bıraktığı yerde sayıklayıp duruyoruz. Haliyle yetkin bir tanım yapamamamızdan mütevellit Türk mimarisinden, Türk sinemasından ya da Türk edebiyatından ve Türk düşüncesinden söz edemiyoruz. Aslında başlı başına bu eksiklik bile Türkiye’de ciddi bir kimlik bunalımının var olduğuna delil olarak yeter.

Tabiri caizse Tanzimat’tan beri kim olduğumuzu anlamaya ve anlatmaya çalışıyoruz. Gavura “gavur” demeyi yasakladığımız günden itibaren kendimizden de şüphe etmeye başladık. Sonrasında biteviye devam eden modern tanımların muğlak alanına girdik ve kim olduğumuz sorusu sürekli başımızı ağrıttı. Zamanla da hedefi karşımızdakine yöneltip kendi yarattığımız ötekiler üzerinden kimliğimizi tanımlamaya kalkıştık. Lévi-Strauss’un meşhur kavramsallaştırmasıyla söylersek “Egoversusautre” (ötekilere karşı ben) algısına kapılıp sürekli ötekiyi tanımlayarak kendimize don biçmeye kalktık. Özellikle Cumhuriyet sonrasında bu süreç daha da belirginleşti. Taze Cumhuriyet, dünyadaki trende uyarak bir ulus devlet yaratmaya karar verdi. Fakat selefi Osmanlı’nın çok kültürlü, etnik ve dini farklılıkları muhteva eden zengin terkibinden ulus devlet sürecine geçiş kolay olmadı. Kim olduğunu tarif ederken yaşadığı sıkıntılar sebebiyle muhayyel ötekiyi devreye sokarak -meşhur ifadesiyle söylersek sürekli bir düşman yaratarak- bu sıkıntıları bertaraf etmeye çalıştı. Lakin bu da derdimize çare olmadı ve beraberinde yeni sorular ortaya çıktı. İşte bütün bu sorular ve verilen cevaplar bugüne değin devam eden sıkıntılı bir süreci doğurdu. 

Kimlik bunalımı ve küreselleşme

Ulus devlet olarak kimliğimizi tam oturtamamışken başka bir sıkıntı daha musallat oldu: Küreselleşme! Küreselleşmeyle beraber yalnızca Türkiye’de değil tüm dünyada kimlik bunalımı diye bir hastalık peyda oldu. Bugün her fırsatta yüzümüzü döndüğümüz Avrupa da benzer sorunlar yaşanmakta ama Avrupa’dan farkımız bu hususlarda ciddi bir ilmî-entelektüel geleneğe sahip olmayışımızdır. Elbette ki Cumhuriyet’in ilk döneminden itibaren devlet elitleri eliyle yürütülen bir süreç ve bu sürece itiraz eden aydınlar olmuştu. Fakat muteriz aydınlarımızın tanımlamaları ve çabaları hem kendi devirlerinde hem sonraki dönemlerde pek makes bulmadı. Çünkü bütün bu çabaların arkasında, köklerinde ittihatçı anlayışın izlerini belli belirsiz gördüğümüz merdiven altı diyebileceğimiz bir toplum mühendisliği niyeti vardı. Düşünce geleneğimizdeki bu merdiven altı toplum mühendisliği ekolü bir zamanlar Türkiye’yi beton ağlarla ören kahraman ‘Laz müteahhitlerimiz’in ekolünü hatırlatmaktadır. Maalesef düşünce geleneğimize, en azından kimlik bunalımı bağlamında ‘Laz müteahhitlerin’ inşaat sektöründeki rolüne benzer derinliksiz, gündelik hesapların ve beklentilerin hâkim olduğu ve insanı parantez dışına iten bir anlayış hâkimdir.

Bugün Türkiye’de söz konusu bunalıma cevap verme iddiasında olan paradigmalara bakıldığında bu süreç daha iyi anlaşılır. Cumhuriyet tarihi boyunca karşılaştığımız kimlik tanımlarının hepsinin altında Sekülerler, Milliyetçiler ve İslamcıların imzası vardır. Bu grupların ortak özelliği etnik olmaktan ziyade siyasi ve kültürel bir Türklük tanımında ısrar etmeleridir. Bu da aslında yeni devletin elitlerince belirlenen alanların dışına pek çıkılmadığını ve ulus devlet temelli bir anlayışa kayıtsız şartsız imanın varlığını gösterir.

Aslında ulus devlet meselesi dünyada da tartışılan bir sorundur. Bilindiği gibi feodalizmden kapitalizme geçiş süreci, kilisenin gücünü yitirmesi, sekülerleşme ve bilimin de bu sürece paralel bir gelişme göstermesi sonucunda uluslaşma süreci de başlamış olur. Bizdeyse süreç tam tersi yönde işlemiştir. Bu yüzden de Ayşe Kadıoğlu’nun dediği gibi milli kimlik tanımlaması yaparken “Türkler kimdir?” değil de “Türkler kim olmalıdır?” sorusunu sorarak başlarız. Bu aynı zamanda ilmî, entelektüel, ideal bir yaklaşımdan ziyade aksiyoner ve pratik bir yaklaşıma sahip olduğumuzun göstergesidir. Elbette bu anlayış insanın (kurucu) özne yerine (deney unsuru) nesneye dönüşmesine yol açar. İşte yukarıda sözünü ettiğimiz aktörlerin hemen hepsi bu tuzağa düşmüştür ve yazımızın konusu olan kimlik bunalımına çare olamamışlardır.

Aslında pek de haksızlık etmemek gerekir. Bugün hem felsefi anlamda ontolojik benlik üzerine, hem de sosyolojik anlamda kimlik üzerine düşünmek bir tuzağa düşmek gibidir. Hepimiz Descartes’ın attığı o meşum taşı kuyudan çıkarmak için çalışan kırk akıllılara benziyoruz. Ben merkezci bir anlayışla değişken ve dinamik bir yapı arz eden kimliği dondurup onu, Cemil Meriç’in ifadesiyle, bir mabedin köşe taşları olarak kurguluyoruz. Sonra da uydurduğumuz kavramları gönüllü türbedarlar eliyle kutsayıp çaput bağlıyoruz. Oysa tanımlamanın şehvetine kapılmadan salim kafayla bir takım sorular sorabilmeliyiz. Mesela, gerçekten bir tanıma ihtiyacımız var mıdır? Biz nasıl bir toplumuz? Biz millet miyiz? Gerçekten “biz” diye bir şeyden söz edebilir miyiz? Nasıl bir millet olmayı hayal ediyoruz? Millet olmamız gerekir mi? Millet ne demek? “Türk Milleti” ifadesinde “Türk” kavramı değil de, “millet” kavramı üzerinde yoğunlaşmak daha makul bir öneri değil midir? Netice de, tekraren soralım, bütün bu soruları sorabilecek, ciddiye alabilecek ya da cevaplayabilecek bir ilmi geleneğimiz var mıdır? Aşırı karamsar ve provokatif bir ifade olarak telakki edilebilir ama bütün katastrofik varlığıyla mevcut ilmi geleneğin bu işi çözemeyeceği aşikârdır. İliştirilmiş akademisyenlerin, sabit fikirli aydınların köşe başlarını tuttuğu bir zeminden sahih bir fikir çıkabilir mi?

Futbol taraftarı ideologları

Bugünkü kimlik bunalımının aşılması bu tür soruların cesaretle sorulabilmesine bağlıdır. Fakat ne talihsizliktir ki bu sağnak halinde zihnimize yağan sorulardan kaçanların gelip dayandığı nokta zeitgeistın büyülü saçaklarının altıdır. Kimlik bunalımının ardında gizlenen rant kavgasının asıl aktörleri olan İslamcılar, sekülerler ve milliyetçilerin hepsi aslında aynı liberal söylemlere yaslanmakta ve ulus devletin kıta sahanlığında seyretmektedirler. İşin ilginci söyledikleri her şey o liberalliğin içerisinde muğlak bir hal almakta ve anlaşılmamaktadır. Oysa provokatif bir üslupla da olsa farklı şeyler söyleyenler mevcuttur. Mesela İsmet Özel bu söylemler arasındaki en güncel örnektir. Özel, Müslüman temelli bir söylemin içerisinde kalmakta ısrar eder. Bir zamanlar merkezdekileri gavur olarak suçlayan ama merkeze yaklaştıkça onların da Müslüman olduklarını gören taşralı İslamcıların hasımları karşısındaki çekingen tavrını, liberal söylemlere itibar etmeden, kelimenin cari kullanımından tamamıyla farklı, takvaya dayalı Müslümanlık demek olan “Türklük” kavramıyla aşmaya çalışır. Fakat onun da ciddiye alınıp tartışılması ve altının doldurulması gerekmektedir.

Daha ilginç örnekler de mevcuttur. Söz konusu kimlik bunalımı öylesine ileri seviyededir ki bugün birçok insan kendisini bir taraftar kimliği içerisinde rahat hissedebilmektedir. Sosyologlarımızın fazlasıyla kayıtsız kaldıkları futbol taraftarlığı bilinçli ya da bilinçsiz kimlik bunalımını aşma iddiasına sahip unsurlardan biridir. Yıllardır, Türkiye’de hemen her futbol takımının yönetici kesimi belli bir taraftar tipolojisi yaratma hususunda alaylı birer ideolog gibi davranır. Önceden güdük bir hümanizm ve romantik bir delikanlılık temelinde erkek egemen bir dille taraftar tanımı yapan kötürüm ideologlarımız, son zamanlarda fazlasıyla siyasi söylemlere bulaşarak kimlik bunalımının yarattığı boşluktan nemalanmak düşüncesindedirler. Ne tuhaftır ki siyasetçilerimiz, sanatçılarımız ve hatta akademisyenlerimiz de bu tutumu destekler mahiyette hareket etmektedir. Örneğin Fenerbahçelilik topyekun dışlayıcı, dünyanın geri kalanını ötekileştirme iddiasını agresif bir dille ifade eden, gettocu-dayatmacı ve hak edilmemiş bir kibirle malul bir kimlik inşasının enteresan bir örneklemi olarak incelenmeyi beklemektedir.

Konformist bir sanal barış parkı

Hülasası Türkiye’de ciddi bir şekilde varlığını izhar eden kimlik bunalımının ve bunun vadettiği rantın geleneksel aktörleri olan sekülerler, milliyetçiler ve İslamcılara yeni ortaklar da katılmıştır. Artık yalnızca Kürtler, Çerkezler gibi etnik gruplar değil Özelciler, Karakoççular, Fenerbahçeliler ya da benzeri gruplar da bu rant kavgasına dahil olmak istemektedir. Garip olan, bunca yıldır süren bu rant kavgasının geleneksel aktörlerinin hala ciddi ve derinlikli bir paradigmaya sahip olamamalarıdır. İşte “Laz müteahhitlik” de tam burada anlam kazanır. İnsanların başlarını sokacakları bir ev olsun düşüncesinden hareketle kurumsal felsefesini oluşturan müteahhitlerimizin herhangi bir mimari derinlikten, estetik tavırdan ve insani tutumdan yoksun olmaları gibi kimlik bunalımının eski ve yeni aktörleri de bu takım elzem hasletlerden ve anlayıştan yoksundurlar. Peki böylesi bir yokluğun içerisinde temellenen resmi söylemin bütün bu kimlik bunalımının yarattığı kaos için önerdiği şey nedir? Liberal sosa bulanmış konformist bir sanal barış parkı! Oysa şunu herkes bilir ki parklar aslında bir şeyleri gizlemek ve hasır altı etmek için tasarlanmış modern mekanlardır!

[email protected]