Bir kültürel iktidar meselesi: Sevip de kavuşamayanlar

Muhammed Berdibek / Yazar
14.11.2015

Sayılabilecek bütün kültürel alanlarda sorun aslında aynı. Sorun sadece tiyatrodan sinemaya, şiirden öyküye, geniş bir yelpazede insan yetiştirmek değil, bu insanları görünür kılamamaktan kaynaklanıyor. Yahu kısacası hikâye bizim, mücadele bizim, aşk bizim. Neden kendi hikâyemizi biz yazmıyor, biz sunmuyoruz ki?


Bir kültürel iktidar meselesi: Sevip de kavuşamayanlar

Hikâye, mahallede başlar. Zira bilindiği gibi mahalle, toplumsal çatışmanın ana merkezi ve sembolüdür. Şehirleşme oranının artması mahallelerin kültürel imge olmasını veya sosyolojik niteliğini değiştirmez. Bu mekanda hikayenin ana ekseni ise çoğunlukla aşktır. Ve bu durum sinema, edebiyat, müzik gibi pek çok alanda etkilerini gösterir. Hikâyelerin başlangıcı çoğunlukla şöyledir: Mahalleden genç bir erkek bir kızı sever ve olaylar gelişir. Sevmiştir bir kere. Önce bunu arkadaşlarına açıklar, ardından arkadaşları da kendi arkadaşlarına... Derken olay duyulur ve bütün mahalle çocuğun kıza karşı olan duygularını öğrenir. Ama bir tek kızın haberi yoktur olan bitenden.

Sevdiğini, sevdiğine söylemeyenlerin hikâyesi bir kültür, yani bir Anadolu meselesidir. Bu kadim sorunun sinemaya, edebiyata yansıması veya başka bir alanda yazılıp çizilmesi kültürel bir iktidar meselesidir. Modernist/elitist bir gözlemle bu ilişki biçimi modern topluma aykırı, arabesk bir durumdur ve trajik olduğu kadar geleneksel yapının bir ürünüdür.

Modernist/Kemalist aydın bu durumun değiştirilmesi gerektiğini düşünerek eserlerinde bunun mesajını verir. Dolayısıyla söz konusu kesim bunu ifade etme gücünü kendi yetkilerinde bulundurduğundan yani söylem mekanizması kendileri olduğundan kurgunun yönlendiricisi de bir bakıma onlardır. Artık, onlar yalnızca sahip oldukları pencerelerden yansıttıklarını seyrettirirler izleyicilerine.

İlericilik-gericilik tartışması

Hikâye; tanıdık ve eskidir; ama onu aktarma biçimi hiçbir zaman aynı değildir. Örneğin sıradan bir aşk hikâyesi, bir şahesere dönüşebilir; fakat ortada ciddi bir konu vardır: hikâyenin sunulma biçimi. Anadolu’da aşk sahiden de böyle midir? Anlatıldığı gibi tüm çöküşler beraberinde daha kötü sonuçlar mı üretir? Hâlbuki olay basit ve sıradandır. Bir delikanlı kızı sever ve olaylar gelişir. Onu aktarmak, belki de daha büyülü kılmak için anlatıcı ona bir şeyler katmaktan kendini alamaz ve hikayeyi olduğundan çok daha farklı bir hale dönüştürebilir. İşte kültürel iktidarın konusu da budur. Siyasal ve kültürel anlamda kavgayı veren, mücadelesini sürdüren ve belli bir ülküye sevdalı insanların siyasal anlamda iktidarda olduğu bir dönemde kültürel iktidar meselesinin tartışılması esaslı bir sorunsalı beraberinde getirir. Bu elbette oldukça garip... Mesela 7 Haziran seçimlerindeki koalisyon olasılığının olduğu bir dönemde pek çok kurgu “Kültür ve Turizm Bakanlığı”nın CHP’ye bırakılmasını öngörüyordu. Bu hem iktidar alanında hem de Ak Parti’ye oy veren önemli bir kitle tarafından yadırganmıyordu bile. Bu her hâlükârda, kültürel iktidar alanında bir savaşın başından itibaren kaybedilişinin tasviriydi. Bu durum, elbette iki şekilde yorumlanabilirdi: Kültürel konularda muhafazakarların yetersiz olduğu ve iktidarın sekülerlerin yaşam tarzına müdahalesi tartışmalarına daha fazla katlanmak istememesi gibi...

Zaten hikâye de eskiydi: İlerici ve gericilerin mücadelesi. Cumhuriyet mitingleri ve Gezi Parkı eylemleri işte bu koşullarda ortaya çıktı. En önde de ellerindeki tencereyle sistemi korumaya yeminli sol/seküler ve ilerici aydınlar bulunuyordu. Arkalarında ise eski gücünü kaybeden veya kaybetmekten korkan sermaye grupları. Ve bir de bu durumu başka ülkelere Türkiye’yi ve Ak Parti’yi anti-demokratik bir şekilde pazarlayan medya. Aslında kültürel anlamda ‘öteki’, Kemalist/ulusalcı gözüyle gerici/yobaz, elitist anlamda ise çoban/bidon kafalılar olarak tanımlanan insanlardan beklenen şey onların görünür olmamalarıydı. Sonuç ne olursa olsun görmezden gelinen kesim gün geçtikten çevreden merkeze doğru yerleşiyordu. Sistem krizi böylece ortaya çıkıyordu. Bu durum, merkezin siyasal, soyso-ekonomik ve kültürel alanlarını işgal eden söz konusu elitist kadrolar tarafından bir savaş ilanı olarak görülmüştü. Bu savaşın farklı versiyonları da mevcuttu. Neredeyse bütün entelektüel tartışmalarda muhafazakarları yani siyasal sistem içinde farklı kodları olanları köşeye sıkıştırmak için kullanılan sihirli cümle ise “yoksa siz Atatürk’ü sevmiyor musunuz?” şeklindeydi. Şimdi ise söz konusu aydınların yeni trendi “Ben bu ülkeyi terk edeceğim” şeklinde. İşte bir tahammülsüzlük örneği olarak “gericilerin iktidarını” kabullenmeme durumu.

Kültürel tekel

Özellikle Gezi sürecinde ön saflarda yer alan ve bütün özelliği konservatuar mezunu ya da sinema oyuncusu olmaktan ibaret insanların kendilerini aydın veya devrimci olarak tanıtmasının şımarıklığının bir sonu olmalı. Daha da önemlisi elinde tenceresiyle tetikte bekleyen elitist-Kemalist zümre her daim kültür ve sanat üzerinden baskı uygulayacak ve buna müsaade edilmeye devam mı edilecek?

Oldukça klişe olacak ama kültürel iktidar meselesinde temel itirazlara yönelik yetişmiş insan olmadığı cümlesi başlı başına bir soruna işaret ediyor. 13 yıllık Ak Parti iktidarında, eğer bu ihtiyacı karşılayacak sanat adamları yetişmiyorsa veya ortada bir sanat adamı yoksa bu bir sorun değil mi? Aslında ortada adam yokluğu söz konusu bile değil. Sadece varolanlar gün yüzüne çıkarılamıyor o kadar. Zaten festivaller, film ve senaryo değerlendirme kurulları, şiir ve edebiyat alanında önemli ve etkin kurumlar, çevreden merkeze yerleşmek isteyen şairlerin, edebiyatçıların, senaristlerin ve yönetmenlerin eski düzenin kültürel iktidarını korumaya yeminli birimlerinden oluşmuyor mu?

Sayılabilecek bütün kültürel alanlarda sorun aslında aynı. Yani sorun sadece tiyatrodan sinemaya, şiirden öyküye, geniş bir yelpazede insan yetiştirmek değil, bu insanları görünür kılamamaktan kaynaklanıyor.

Yahu kısacası hikâye bizim, mücadele bizim, aşk bizim. Neden kendi hikâyemizi biz yazmıyor, biz sunmuyoruz ki?

[email protected]