Bir küreselleşme enstrümanı olarak çatışma

Tuğrul Çamaş / Araştırmacı, Yazar
16.06.2019

Küreselleşme henüz Ortadoğu ve Doğu Avrupa’da istediğini tam olarak alamamıştır. Ancak bu durum daha büyük çatışma ve savaşların yaşanacağı anlamına gelecektir.  Bunun nedeni ise küreselleşmenin ve kapitalist sistemin yayılarak beslenemediği takdirde çökerek yok olması riskidir. Dolayısıyla çatışma azalmayacak ancak daha da şiddetlenecektir.


Bir küreselleşme enstrümanı olarak çatışma

Küreselleşme kendi siyasi, ekonomik ve kültürel değerlerini bir bütün halinde yeni bir düzen kurmak için tüm dünyaya transfer ederek yaymayı amaçlayan uluslararası ölçekli ve insanoğlu kurgusallığına sahip bir gerçekliktir. Hem insanoğlu kurgusallığına sahip olması hem de yayılmacı karakteri nedeni ile küreselleşme ulus devlet ve çatışma gibi iki olgu ile sürekli olarak ilişki halindedir. 

Küreselleşme kapitalizmin emperyalizmden sonra yeni taşıyıcısı olmuştur. Bu anlamda küreselleşmeyi, emperyalizmin yeni bir modeli olarak tanımlamak eksik olsa bile yanlış olmayacaktır. Başka bir deyişle; emperyalizm ulus devletlerin başka ülke ve milletler üzerindeki tam hâkimiyeti iken, küreselleşmede başka ülke ve milletler üzerinde uluslar üstü şirketlerin hukuki sınırlar içerisinde kalan bir hâkimiyeti söz konusudur. 1970’li yıllar itibariyle söz konusu bu şirketler, 1945 dünyasının uluslararası ilişkilerinin aktörleri olan ulus devletlere rakip olmuştur. Küreselleşmenin gerçek manada etkisinin artmasına neden olan bu gelişme aynı zamanda modern dönemin iki kurgusal gerçekliği olan küreselleşme ve ulus devletin birbirlerine rakip olmasına sebebiyet vermiştir. Rekabetin konusu ise egemenlik olmuştur. Yani yeni aktörler olarak uluslar üstü şirketler, uluslararası sivil toplum örgütleri ya da kuruluşlar ulus devletlerin egemenliğini belirli oranlarda kısıtlayacak kadar güçlü hale gelmiştir. Rekabetin nedeni olan egemenlik cepheleşmeye yol açmasına rağmen ulus devlet ihtiyaç duyduğu sermayeyi kendi ekonomisine çekmeye çalışmaktadır. Ancak küreselleşme ulus devletlere sistemsel olarak sermayeyi kendi koşullarında vermektedir. Bu şartlara ek olarak hammadde kaynağı ve pazar olan ülkeleri ise siyasi ve ekonomik olarak küresel kapitalist sisteme dâhil etmeyi amaçlamaktadır. Bunu yaparken siyasi, askeri ve ekonomik baskı araçlarını kullanmaktadır. Bir nevi güce dayalı emperyalist baskı araçlarını doğrudan baskı olarak değil soft power (yumuşak güç) olarak uygulamaktadır. Eğer yumuşak güç sonuç vermezse çatışma tek geçerli alternatif olmaktadır. 

 Ulus devlet ve küreselleşme arasında yaşanan cepheleşme yeni olmamakla beraber küreselleşme bugün kurmak istediği dünya düzenini (New World Order) sağlamak için esasında uzun zamandır mücadele vermektedir. Bunun en güzel örneklerinden birisini ise kendi tarihimizden vermek mümkündür. 1838 tarihinde Balta Limanı Ticaret Anlaşmasını imzalayan Osmanlı Devleti İngiltere’nin yumuşak güç kullanması ile savaşsız olarak önce emperyalist ekonomik sistemi kabul etmiş ve arkasından Tanzimat’ı ilan ederek emperyalizmin siyasi kriterlerini benimsemiştir.  İngiltere elindeki baskı araçlarını (Yunan isyanı ve Kavalalı Mehmet Ali Paşa isyanları ve Osmanlı Devleti’nin devlet gücünün zayıf kalması) kullanarak savaşsız bir şekilde istediğini elde etmiştir. Sonuç olarak Osmanlı Devleti Batılı ülkelerin sömürgesi haline gelerek uluslararası sisteme dâhil edilmiş, devlet gücünün yetersiz olması nedeni ile yeterli direnç gösteremeyerek küresel emperyalist sisteme yenilmiştir. Hele ki sanayi devriminin yaşandığı topraklara olan yakınlığı ve bakirliği onu son derece kıymetli bir sömürge haline getirmiştir. Benzeri bir süreci yıllar sonra Türkiye kapitalist sistemin Maastricht kriterleri ile ekonomik, Kopenhag kriterleri ile siyasi/ekonomik ilkelerini kabul ederek AB ile bütünleşme kapsamında yaşamıştır. Ancak Avrupa Birliği zaten küresel sistemin bir parçası olduğundan Türkiye bu belgeleri imzalarken küresel sisteme dâhil olmayı kabul ederek imzalamıştır. Bu anlaşmalar baskı ile imza edilmemiş aksine Türkiye sermaye girişini sağlamak ve kalkınma hamleleri gerçekleştirmek istemiş ancak AB bu iki anlaşma ile belirli kriterleri Türkiye’nin yerine getirmesini dikte etmiştir. Her iki durumda da AB, Türkiye’ye kapitalizmin sistemsel ilkelerini dikte etmiştir denilebilir. Çünkü her iki belge Avrupa Birliğinin genişlemesi ile ilgili belgelerdir. Bu bakımdan 1838 Baltalimanı ve 1839 Tanzimat ile 1992 Maastricht-1993 Kopenhag arasında yaklaşık 150 yıllık zaman farkına rağmen amaç benzerliği bulunmaktadır. Günümüz Türkiye’si ise üniter yapısından taviz vermemek için ekonomik ve siyasi baskılara karşı direnç göstermektedir. Ancak bu direnç yeni bir çatışma sürecini beraberinde getirecektir. 

Siyasi revizyon 

Amacı sadece sömürmek olan emperyalizmden farklı olarak küreselleşme kendi siyasi, sosyal ve ekonomik ilkelerini tüm dünyaya sistemler bütünü olarak dikte etmek istediğinden farklılıkları da ortadan kaldırmayı amaçlamaktadır. Özellikle siyasi, ekonomik ve kültürel farklılıkların ortadan kalkmasını sağlamak çatışmaya neden olmaktadır. Küreselleşmenin farklılıkları kaldırmak için ilk önemli aracı demokratikleşme ile siyasi alanda olmuştur. İki savaş arası dönemde ve Soğuk Savaş boyunca demokratikleşme totaliter rejimlere karşı yürütülen savaşın en önemli aracı olduğundan çatışmaya da kaynaklık etmiştir. Soğuk Savaş’tan zaferle çıkan demokratik rejim kısmen de olsa siyasi rejimler arasındaki farklılıkların ortadan kalkmasına vesile olmuştur.  Baltık ve Doğu Avrupa ülkelerinin tamamı demokratik rejimlere geçerek AB üyeliği elde etmiş ve bu sayede hem siyasi hem de ekonomik olarak Batılı küresel sisteme entegre olmuşlardır. Ancak bu durum Sovyetler Birliği’nin ve Doğu Bloku ülkelerin dağılması ile mümkün olabilmiştir. Başka bir deyişle yeni dünya düzeni eskisini yıkarak siyasi ve ekonomik revizyon yapmak sureti ile ilerleme gösterebilmiştir. Siyasi revizyon dünya üzerindeki siyasi düzende büyük değişikliklerin yaşanmasına neden olmuştur. 

Küreselleşmenin siyasi revizyon çalışmaları ise bazı ülkelerde halk hareketleri ile bazı ülkelerde ise iç savaş yolu ile gerçekleşmiştir. Siyasi revizyon yapılırken küreselleşmenin dış müdahaleleri göz ardı edilmemelidir. Özellikle yumuşak güç uygulayarak halk hareketleri ile savaşsız geçişleri yapmak her zaman ilk yöntem olmuştur. Başta ABD ve Batılı demokratik ülkeler bu devrim hareketleri ile demokrasiyi yumuşak güç kullanarak Soğuk Savaş şartlarında veya sonrasında Doğu Bloku ülkelerine ya da totaliter rejim ülkelerine transfer etmek istemişlerdir.  

Çıkar ve güç 

Bunun en güzel örnekleri ise 1956 yılında Poznan, 1968 Prag, 1981 Polonya, 2003 Ukrayna ve Gürcistan’da gerçekleşen devrim hareketleridir. Poznan ve Prag sert bir biçimde Sovyet tanklarınca bastırılsa da bu devrimlerin tamamı demokratikleşmeyi amaçlayan halk hareketleri olarak savaşsız bir şekilde bu ülkelerin Batılı sisteme entegre edilmesini amaçlamıştır. Yugoslavya’da ve her ne kadar demokrasinin geleceği çok bilinmese de Irak, Libya ve Suriye gibi ülkelerde yumuşak güç sonuç vermediğinden siyasi rejimler savaş yolu ile değiştirilmek istenmiştir.  Her iki yönteminde amacı küreselleşmenin değerler bütününü bu ülkelerde hâkim kılmak olmuştur. Bu nedenle “Küreselleşme kendi amaçları için çatışmayı bir araç olarak kullanmaktadır” demek kati suretle yanlış olmayacaktır. 

İnsanoğlunun varoluş sürecinde güç/çıkar ilişkisini rasyonel kabul eden Makyavelist yaklaşım ile doğru orantılı olarak “Çatışma” her zaman var olagelmiştir. Siyaset, diyalog ve uzlaşma sanatı çatışmayı engelleyen temel araçlar olabilecekken Makyavelist yaklaşımın çıkara dayalı siyasi kültürü, siyaseti ikinci plana atarak uzlaşıyı ortadan kaldırmaktadır. Buna ek olarak “Çıkar” ve “Güç” tek bir siyasi teşkilatlanmanın kontrolünde olduğunda ise emperyalist hegemonya başlar. Osmanlı’nın yaşamış olduğu Balta Limanı ve Tanzimat gibi iki önemli ve doğrudan ilişkili olay çıkara dayalı soft power ile gelen dış baskının oluşturduğu hegemonyaya örnektir. Bu durumdan kurtulmak isteyen Osmanlı siyasi eliti bunu Birinci Dünya Savaşı’nı kazanarak yapmak istemiş ancak savaştan yenik ayrıldığı için bu durum yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti siyasi elitince başarılabilmiştir. Buradan hareketle “çatışmanın” tarihin ve uluslararası politikanın kaçınılmaz bir gerçeği olarak küreselleşmenin önemli bir aracı olduğunu söylemeliyiz. Bu nedenle küreselleşmenin çatışmaları farklı kaynaklardan beslense de insanlık tarihinde özel bir yere ve öneme sahiptir. 

Çıkarların varlığı ile doğru orantılı olarak kendi etkisini gösteren “çatışma” yüzyıllara göre farklı kaynaklardan beslenmiştir. Örneğin; 17. yy dünyası ulus devletleri oluşturan dini-siyasi temelli çatışmalardan, 18. yy ulus devletlerin rekabetinden, 19. yy Fransız İhtilali ile başlayarak ulus devletler ve halk arasında yaşanan sosyalist hareketlerden, 20. yy’ın ilk yarısında imparatorlukların emperyalist çıkarlarından, ikinci yarısında ise demokratik ve totaliter rejimler arasında yaşanan mücadeleden beslenmiştir. İçinde bulunduğumuz yüzyıl ise şimdilik medeniyetler çatışmasının yüzyılı olarak insanlık tarihindeki yerini almaktadır.  Bu bakımdan çatışma her türlü konjonktürde kendine besleneceği bir kaynak bulabilmiştir. 

Yayılmacı yaklaşımlar 

Günümüzde ise Sovyetler Birliği’nin yıkılması siyasi farklılıklara dayalı ideolojik çatışmanın son bulması anlamına gelmiş ve uluslararası politika için yeni bir dönemin başlangıcı olmuştur. Ancak çatışma yine de son bulmamıştır. Oysa Soğuk Savaş boyunca insanlığın tek derdi iki kutuplu dünyanın ideolojik çatışması gibi görülmekteydi. Bu durumun ortadan kalkmasına rağmen çatışmanın son bulmaması ancak küreselleşmenin kendine yeni sahalar açmaktan vazgeçmemesi ile izah edilebilir. Yayılmacı küresel yaklaşımlar sadece siyasi rejimlerin değişmesini de yeterli bulmamaktadır. Ekonomik açıdan da küreselleşme kendi ilkelerini dikte etmekten geri durmamaktadır. Bu nedenle çatışma her şeyden çok küreselleşmeye yeni sahalar açmak için gerekmektedir. Yine tam olarak bu nedenle Sovyetler Birliği’nin ve komünist bloğun dağılmasından sonra çatışmanın kaynağı sadece küreselleşmenin yayılmasını sağlayacak olan farklılıkların ortadan kalkması düzlemine oturtulmak zorunda kalmıştır. Bu dönemin çatışmasına isim veren bilim insanı Samuel Huntington çatışmanın kaynağını kültürel farklılıklara dayandıran medeniyetler çatışması tezini ortaya atmıştır. Bu tez ise bir seçenek değil Küreselciler için bir zorunluluk olarak bilinçli bir çalışmanın ürünüdür. 

Sınırlama -kuşatma 

Huntington tezine göre, çatışmanın kaynağı kültürler olmalıydı. Kültürün çatışmaya konu olabilmesindeki temel özelliği ise içerisinde farklılıkları bolca barındırmasıydı. Ancak genel kültürel değerlerin her zaman çatışmaya mahal vermesi mümkün olmadığından kültürün taşıyıcısı konumunda olan din farklılıkların cepheleşme yaratabileceği en önemli olgu olmuştur. Bu nedenledir ki; din medeniyetler çatışmasında en etkin sosyolojik araç olmuş veya yapılmıştır. Hatta günümüz çatışma sahalarının farklı kültürlerin ve dinlerin kesiştiği coğrafyalarda olması da bundan kaynaklı olduğu gibi bu durum kendine has bir çatışma haritası oluşturmuştur. Bu harita Avrupa’da Ortodoks Hıristiyanlık ile Katolik Hıristiyanlığın kesiştiği kuzey güney yönlü Doğu Avrupa topraklarında, Balkanlarda İslam ve Hıristiyanlığın kesiştiği sahalarda, İsrail ve Filistin başta olmak üzere nerdeyse tüm Büyük Ortadoğu’da çatışmalar ve savaşların yaşandığı alanları kapsar. Pakistan, Hindistan ve hatta son olarak Sri Lanka’da dahi etkisini gösteren bu çatışmaların terör eylemleri ile paralellik göstermesi ise tesadüfi değildir. Yine İkinci Dünya Savaşı sonrası ABD tarafından Sovyetlere karşı oluşturulan containtment (sınırlama-çevreleme-kuşatma) kuşağının bir halka daha daralmış şekli olan bu harita ABD askeri varlığı ile de paralellik göstermektedir. Ancak yayılarak büyüyen küresel çatışma alanları Avrupa topraklarından çıkarak Asya’nın sınırlarına dayanmıştır. Asya’nın en batısında yer alan ve köklü devlet geleneğine sahip üç ulus devletin sınırlarına kadar gelmiştir. Rusya, İran, Türkiye Asya’nın en batısında Çin ise Asya kıtasının en doğusunda ABD kuşatmasına karşı alan savunması yapmak sureti ile karşı koymaya çalışmaktadırlar. Daha önce 11 Eylül ile iç Asya’ya Afganistan üzerinden girmeyi amaçlayan ABD bunu başaramadığından dört ülkenin alan savunmasını kırmaya çalışmaktadır. Bu nedenle küreselleşme henüz Ortadoğu ve Doğu Avrupa’da istediğini tam olarak alamamıştır. Ancak bu durum daha büyük çatışma ve savaşların yaşanacağı anlamına gelecektir.  Bunun nedeni ise küreselleşmenin ve kapitalist sistemin yayılarak beslenemediği takdirde çökerek yok olması riskidir. Dolayısıyla çatışma azalmayacak ancak daha da şiddetlenecektir. Belki de büyük Ortadoğu savaşları artık kaçınılmaz bir gerçeklik olarak bizleri beklemektedir. 

[email protected]