Bir meşruiyet kaynağı olarak EMEK

ALİ OSMAN SEZER Hukukçu
23.03.2013

Meşruiyetten söz edebilmek için öncelikle hakikat algısı ve ona uygunluğu belirleyecek bir temele yaslanmak kaçınılmazdır.


Bir meşruiyet kaynağı olarak EMEK

Hakikat algısı olmadan meşruiyetten söz edilemez. Eylemleri ve ortaya çıkacak değerleri belirleyecek olan bu algı, tüm sistemin kurallarını üretecek ölçü birimi olarak dokunulmaz ve bu yüzden de kutsaldır. Schmitt’in “Modern devlet kuramının bütün önemli kavramları, dünyevileştirilmiş ilahiyat kavramlarıdır. Bu kavramlar ilahiyattan devlet kuramına aktarılmışlardır. Her şeye kadir Tanrı, her şeye kadir kanun koyucuya dönüşmüştür” derken algı değişse bile kutsal mirasın modernizme intikal/intihal yoluyla dünyevileştiğinin tespitini yapmıştır. Siyasal değişimler tarihi, mevcut kutsallık inancına yaslanan değerlere karşı yeni bir kutsallık inancıyla, bu moda ilişkin algı değişikliği girişimleri olarak okunabilir. Schmitt’in de belirttiği gibi kutsal olan hiç değişmemiştir, değişen sadece ona dair algılardır. Çünkü anlamdan söz edebilmek için temel bir ölçü ve değer gerekir. Adını ne koyarsanız koyun bu değer ve ölçü tüm değerlere anlam bahşeden olarak kutsallık kazanır.

Bir toplumda kutsallığın kaynağı ile bu kaynağa ulaşan yol ve yöntemler ne ise meşruiyet algısını belirleyen yol ve yöntemlerin kaynağı da odur. Tarihte bu kaynağa dayandırılan birçok yöntem icat edilmiştir. Çoğu zaman bir soyun, sınıfın ya da öğretinin dokunulmazlığı etrafında somutlaşmıştır meşruiyet kaynağı. Bu üç yöntemin de ortak yönü, kutsal olana ancak kutsal olanların yaklaşabileceği, halkınsa bu aracılara itaat etmek suretiyle meşruiyetin gerçekleştirilebileceği inancıdır. 

Başlangıçta tanrı gölgesi ve onun temsilcisi sıfatı ile tanrısal bir hakka sahip gibi duran kutsal krallara itaatle sağlanan bu durum, akılcılığın azizi olan Aristo’nun, Tanrı’nın yarattığı her şeyi terk ettiği inancı, onun terk ettiklerine, mirasçısı olarak sahip olmayı kutsallaştıran kapitalizmin teolojik yorumu olan modernizmin meşruiyet inancına dönüştü. Bu inanç Tanrı’nın yaratıp ilgilenmeyerek terk ettiği evrenin insan ilgisine sunulmuş deist bir yorumudur. Modernizm Tanrı’nın varlığını kabul eden ancak O’nu yarattıklarıyla ilgilenmiyor hatta görmezden geliyor olarak kabul eden, dolayısı ile evreni insana terk eden hümanist bir inanç sistemidir. Bu sistemin hak anlayışı da elbette insanın sahip olduğu güce dayanır. Terk edilmiş bu evrende, Makyevel’in de meşru gördüğü;  amaca ulaşmak için her yolun mubah olmasında bir sakınca görülmez. Biri yukarıdan aşağı, diğeri ise aşağıdan yukarı icat edilmiş bu yolların ikisi de,  sahip olmanın kutsallığında aynı noktada birleşiyor. Kralların Tanrı temsilcisi, modernlerin de Tanrı mirasçısı olduğu her iki yolun birliğinde buluşan bu yöntemlerle elde edilmiş kutsal düzene dair Nietzsche’nin ahlak eleştirisi, ahlaksızlık olarak aforoz edilirken, günümüz ahlakçılığının da dışında durmuyor. Ancak Nietzche’nin Tanrı’nın öldüğünü ilan etmesi, O’nun temsilcilerinin temsil hakkını ortadan kaldırırken, bu hakkı mirasçılarına devretmiştir. 

Belki bu yüzden, kutsal hakkın mirasçısı olan modernizm, postmodern de olsa onu azizleri arasına almıştır. Kuruldukları yüksek tahtlarında, ilerlemeye engel kutsal krallar, Tanrı’larının ölümüyle temsil yetkilerini kaybederek bu tahtlarını terk etmek zorunda kaldılar. Kralların kutsallığı, ilerlenebilecek son noktaydı ancak bu krallar, gelişen burjuvazinin gücüne dayanamayıp yeni bir kutsala geçit vermek zorundaydılar. Onlardan, aşağıdan gelen modern yolun ilerlemeci seyrine katılanlar başka adlarla varlıklarını korurken, eski kutsal haklarında direnenler bir bir yok oldular. Modernizm, kutsallık gerekçesi ile sahip olmaya değil, sahip olmanın kutsallığına geçit veren yeni bir yol açmıştır. Üstelik bu yolun dileyen herkese açık olması, sahiplik arzusu ile kutsanma peşinde koşanların sıraya girdiği kutsal yolculuğa dönüşmüş durumda. Hiyerarşik bir sıralama ile yürünen bu yolda herkes, bulunduğu yerin değeri üzerinden diğerleri ile zincirleme bir bağ kurar. Bu yolda hiyerarşik bağlarla icat edilen yasallık ise Tanrı’nın insana terk ettiği evrende, güce dayalı hakla sahip olduklarını tescilleyerek aidiyet oluşturan modern dünyanın, meşruiyet zeminini oluşturur. Bu anlamda modernizmin kaderci bir anlayışa sahip, ‘hak etmesek sahip olamazdık’ itikadı üzerinde durduğunu söyleyebiliriz. Kutsal krallar döneminde kral bir yasaya bağlı olmaksızın, dokunulmaz kutsal bir buyruk iken, modernizm de bu hak anlayışına dayalı dokunulmaz yasaların kutsallığı üzerinden elde edilen statü ve itibarın meşruiyet araçlarını üretir. Bu zeminde bir şeye dokunup üretmeden bile bu kutsal hakka itaat, makbul ve meşru olmak için yeterli sayılabilir. 

Sahip olma temeline dayalı kapitalizmin bu statüyü meşrulaştırmak amacıyla geliştirdiği kutsal hak anlayışı, modernizmi kapitalizmin teolojik yorumu olarak evirdi. Öyle ki bu yorum kapitalist dünyada emek dahil her şeyi sahip olunabilecek bir nesneye dönüştürdü. Sanayi devrimi ile toplumsal krize yol açan gelişmeler, bu anlayışa yaslanarak yasallık kazandı. Bu duruma en köklü itiraz marksizmin emeği önceleyen teorisi oldu. 20. yüzyıl kapitalist dünya ile sosyalist dünya arasında emek kuramına dayalı propaganda savaşları olarak sürdü. Kapitalist modernler emeği de içeren satın alma gücüne dayalı sistemi savunurken, sosyalistler emeğin satılamayacağını, herkesin emeği ile toplumsal kalkınmaya hizmet edeceğini ve bu emek toplamının devlet eli ile topluma paylaştırılabileceğini savundular. Her iki sistem de aslında emek üzerinden bireyi nesneleştirmekle ortak bir noktada birleşir. Kapitalizm, devletin düzenleyici olarak en üstte olduğu hiyerarşik iktidar ilişkileriyle; sosyalizm ise doğrudan devlet eliyle kişiye emek üzerinden bir yer edinme imkanı bahşederek emeğin gerçek sahibi gibi davrandılar. Ancak 20. yüzyılın sonlarında reel sosyalizmin çöküşü, emek üzerinden gerçekleşen meşruiyet mücadelesini kapitalizmin modern kutsallığına terk ederek sonlandı.        

Meşruiyet ölçütümüz ne?

Tüm insanların üzerinde mutabakat sağlayacağı bir meşruiyet ölçütünden söz etmek henüz mümkün görünmese de, bu durum meşruiyetin, politik bir temelde, devletin ve sistemlerin meşruiyetine hasredilmesinden kaynaklanır. Devletlerin var oluş felsefesi temelde bireysel taleplerin karşılığı olarak gerçekleşir. Aynı doğrultuda meşruiyetin kaynağının da bireysel zeminde ele alınması, ortak bir meşruiyet algısını görünür kılabilir. Bireyden başlayarak, başlangıçta can ve mal güvenliğinin temini ile insan olmayı gerçekleştirecek her tür emeğin korunması talebini içeren devlet talebi, aslında tek tek tüm bireylerin ve toplumların üzerinde mutabakat sağladıkları meşruiyet algısının aynılığını da ima ediyor. Eğer meşruiyeti bu zeminden çıkarıp, devletin vatandaşları tarafından onaylanması meselesine çekecek olursak, bu durumda propaganda yöntemleri ile üretilmiş meşruiyet araçlarına maruz kalacak olan bireyin durumu, bu propagandaya destek verdiği oranda makbul olacaktır. Çünkü, bu durumda kendini önceleyen devlet, kaçınılmaz olarak kutsal bir varlık gibi itaat bekleyen bir tanrı tavrına bürünmüştür. Oysa meşruiyet ölçütü, dokunulmazlık içeren statülerin tasdikini değil,  emek ve bu emek sonucu ortaya çıkan değerlerin dokunulabilirliğini ölçer. Bu yazıda dokunulmazlar üzerinden inşa edilen meşruiyet inancına karşı, dokunulabilirliği esas alan meşruiyet algısını ele almaya çalışıyoruz. Çünkü meşruiyet, yapılan bir işin ve bu iş neticesi ortaya çıkan oluşumların değerlendirilmesine ilişkindir. Emek ve emek karşılığı görünür olmamış durumların değerlendirilmesi ve bunun üzerinden tasnif yapmak Tanrısal bir yetkidir. Böyle bir yetki kişilerin duygu ve düşüncelerini yönetmeyi de meşru görecektir. 

Meşruiyeti sadece devletin ve iktidarın meselesi olarak ele aldığımızda kişilerin bu konuyla ilişkisi ona verecekleri destek üzerinden ele alınacaktır. Böyle bir meşruiyet algısında kişiler bu meşruiyeti sağlayacak propagandanın nesneleridir. Oysa devletin meşruiyeti, orada yaşayanların meşruiyetine bağlıdır. Devletin kuruluş gerekçelerinin tamamı vatandaşların meşruiyet zeminini temin etmeye matuftur. Devlet de bu görevini sağladığı ölçüde meşruiyet kazanır. Yoksa bu işin, devletin kendisini baba olarak görüp kendisine baba demeyen herkesi gayrimeşru saymasıyla bir ilgisi yoktur. Söz konusu olan öncelikle kişilerin meşruiyetlerinin gerçekleşebileceği zeminin kurulması ve korunmasıdır. Ön kabullere dayalı nazari bir meşruiyet algısını esas aldığımızda herkes kendi konumunu meşru sayacak ve meşruiyet kavramı anlamsızlaşacaktır. Her ne kadar kapitalizmin ve sosyalizmin propaganda savaşına maruz kalıp gerçek anlamından uzaklaştırılsa da meşruiyetin en somut ölçütü emektir. Bir emek karşılığı üzerinde durduğumuz mülkün içindeki alın teri ödenmemişse, ne o mülk ne de onun üzerinde bulunan meşru olamaz.      

Bu durumda meşruiyetin sağlanması hiyerarşik bir sıralamaya dayalı sahiplik zincirine bağlı statülerin yasallaştırılması ile elde edilemez. Meşruiyet kişiden başlayarak herkesin, üzerinde bulunduğu mülkün bir emek karşılığı olup olmamasına ve bu emeğin karşılığının ödenip ödenmemesine bağlıdır.

İnsan yapıp ettiğinden başkası değildir. Dolayısıyla insan emeğinin en önemli değeri bu emek sonucu var ettiği kendisidir. Bu yüzden emeğin korunması insanın ve insanlığın korunmasıdır. İnsanı ve insanlığı korumayan kişi ve değerlerin meşruiyetinden söz edilemez. Ancak emek piyasasına düşerek alınıp satılabilir bir metaya indirgenmiş emek bu işlevini yitirerek insanlığı tesis etme idealini kaybetmiştir. Modern çağın meşruiyet kriterleri bu piyasada sahip olunan araçlarla ölçülüyor ve piyasada alınıp satılabilen emek de somutlaşmış bir metaya dönüşüyor. Hallac’ın ‘Enel Hak’ sözü de içinde bulunduğu sistemin, hak etmesek sahip olduklarımız bize verilmezdi inancına dayalı meşruiyet anlayışına karşı, sahip olmayı değil kendisi olmayı vurgulayarak kendi hakikatini gerçekleştirmenin önemini ifade eden bir itirazdır. 

[email protected]