Bir performans olarak barbarlık

Süreyya Su / Sosyolog - Yazar
12.10.2013

İstanbul Bienali, küresel kapitalizmin felsefi ve politik söyleminin şekillendirdiği bir medeniyet projesine göre işlev görüyor. Sermayenin ve neo-liberal güç odaklarının çıkarlarını sanata tercüme ederek, konjonktüre göre gündeme müdahaleler yapıyor. Bu yüzden anlamını gizli tutan ezoterik bir ayine benziyor.


Bir performans olarak barbarlık

İki yılda bir düzenlenen sanat sergileri olan Bienaller, dünyada giderek yaygınlık kazanıyor; çünkü sanatsal içeriği kadar kendisine ev sahipliği yapan şehrin de tanınmasında önemli bir rol oynuyor. Bienaller, şehri bir cazibe merkezi haline getiriyor, pazarlıyor, ona prestij ve seçkinlik kazandırıyor. Ayrıca, Bienaller özellikle küresel bir marka olma iddiası taşıyan şehirlerin kültürel özelliklerini, tarihsel önemini ve kozmopolit kimliğini yansıtması açısından da büyük önem taşıyor. Bienallerin kültürel ve politik işlevlerinin yanında ekonomik işlevi de var. Bienaller sadece alanında uzman veya sanatla ilgilenen kişilerin değil, koleksiyonerlerin ve art dealer’ların da en çok takip ettiği etkinlikler arasındadır. İlki 1987’de Uluslararası İstanbul Çağdaş Sanat Sergileri adıyla gerçekleşen, Uluslararası İstanbul Bienali’nin 13'üncüsü 14 Eylül-20 Ekim tarihleri arasında düzenleniyor. Bu yıl kavramsal çerçevesi ile pek çok tartışmaya neden olan bienalin işlevi, sosyo-kültürel ve ekonomi-politik önemi, sergi modeli ve Türkiye sanat dünyasına etkileri de, her zamankinden biraz daha farklı olarak, eleştirel ve sorgulayıcı bir tarzda tartışma konusu ediliyor. Buna, İstanbul Bienali’nin iddiasının aksine sanatla hayatı tam olarak buluşturamaması, sadece bazı sanatlarla bazı hayatları buluşturması, dolayısıyla bir kısır döngüye hapsolması ve kendini tekrar eder hale gelmesi, bu nedenle yenilenmeye ve bir açılıma ihtiyaç duyduğunun artık bir zorunluluk olarak kendini dayatması neden olmaktadır.

Uluslararası bir sanat etkinliği olarak, Batı merkezli olmasına karşın, dünyada sanatsal üretim ve fikir alanındaki gelişmeleri, yenilikleri, trendleri, anlayışları yakından seyredebilme imkanı veren İstanbul Bienali’nin Türkiye’de çağdaş sanatın gelişmesi açısından büyük etkileri olmuştur ve hala olmaktadır. İstanbul Bienali’nin Türkiye’deki sanat yapım ve sunumunda olan değişimlerin yönünü tayin edici bir gücü vardır ve bu güç Bienal’in Türkiye sanat ortamında merkezi bir yer kazanmasını sağlamaktadır. Çeyrek asırdır hemen hemen aksamadan düzenlenen İstanbul Bienali yerli ve yabancı ziyaretçilere çağdaş sanatın en yeni biçim ve kavramlarını sunarken, küresel bir şehir olarak İstanbul’un sahip olması gereken vizyon için de model oluşturmaktadır. Öte yandan, uluslararası çağdaş sanat piyasası ile ulusal sanat piyasası arasında bir alışveriş merkezi işlevini yerine getirmektedir. Böylece, Batı merkezli bir anlayışla yeniden biçimlenen Türkiye çağdaş sanatını küresel sahnede temsil etmekte ve İstanbul’un Batılı, seküler ve modern bir şehir olarak tanıtımına yardımcı olmaktadır.

Antropolog olarak sanatçı

İstanbul Bienali, Türkiyeli sanatçılara çağdaş sanat hakkında çok şey öğretiyor; birçok malzeme ve tekniğin nasıl kullanılabileceğinden, yeni sergileme biçimlerine kadar bir deneyim imkanı sağlıyor. Sanata yatırım yapmanın cazibesini arttırıyor, sponsorluk sisteminin yerleşmesine yardım ediyor. Sanat piyasasının gelişmesini sağlıyor; kültür endüstrisinin kurulmasında büyük katkı yapıyor. Ama sanatın bir seçkin faaliyeti olmaktan çıkmasını sağlamıyor; bilakis sanat ve sermaye arasındaki ilişkinin kurumsallaşmasını ve güçlenmesini sağlıyor. Sanatın popülerleşmesi adına yapılan ise sanatın gösterileşmesinden başka bir şey değil. Ayrıca, ulusal sanat ortamının kozmopolit bir kimliğe bürünmesine aracılık etmesine rağmen, bu kozmopolitizm Batılı, seçkin ve seküler bir yaşam tarzının dışına çıkmıyor. Bienaller, sanat ortamının sınıfsal ve ideolojik çelişkilerini aşmasına yardım etmek şöyle dursun, bu çelişkileri bilakis daha da besliyor. Bienal, kendi içine kapalı sanat ortamının dışarıya açılmasına imkan vermiş olsa da, sanatçının kendi toplumuyla olan ilişkisinde mesafenin açılmasına neden oluyor. Burada mesafeyle kastedilen, toplumdan uzaklaşmak değil, toplumun içinde olunmasına rağmen, samimiyet ya da muhabbet yoksunluğudur. Çağdaş sanat adı altında yapılan ve sergilenen işlerde en dikkat çeken bir unsur sanatçının kendisini bir antropolog gibi konumlandırmasıdır. Bu bağlamda Bienal’in şehirle kurduğu ilişki sömürgeci bir ilişkidir. Şehir ve kültürünü çıkarılıp işlenecek bir imgesel hammeddeye indirgemektedir. Bienal, İstanbul’un dokusuna ve yaşamına dair oryantalist ve antropolojik bir söylemi yeniden üretirken, şehrin haritasını çok dar bir alana hapsediyor. Çünkü Bienal, bir yanıyla düzenlendiği yerleri soylulaştırarak mekanın pazarlanmasına hizmet ediyor. Bu durum, Bienal’in sermaye ile işbirliğinin bir sonucudur. Son kertede bienaller, küreselleşmeyle içiçe ilerleyen modernleşme projesinin bir parçasıdır.

Bienaller, kendini ifade etmek, müzeye girmek, uluslararası sergilerde yer almak isteyen genç sanatçılara bir fırsat veriyor. Sanat ve sanatçı üzerindeki akademinin iktidarını yıkıyor. Bunlar önemli ve yadsınamaz gelişmeler. Nitekim, İstanbul Bienali’nin amaçlarından biri Türkiyeli sanatçıların uluslararası sanatçı, küratör, eleştirmen, galeri sahibi ve koleksiyoner ağına kolayca ulaşmasını sağlamaktır. İstanbul Bienali’nde yer alıp, Bienal’i kariyerinde olumlu bir etkiye dönüştürmüş sanatçılar var. Ama bu süreçte, aynı zamanda bir “bienal sanatı” ve “bienal sanatçısı” gibi kategorilerin oluştuğuna da şahit oluyoruz. Bienallerin çağdaş sanat adı altında ve postmodern bir anlayışla belli bir takım sanatsal ifade biçimlerini desteklediği gerçek. Böylece bienaller, kendine özgü bir estetik söylem inşa ederek, akademinin terk etmek zorunda olmasıyla boş kalan iktidar koltuğuna oturmuş görünüyor.

Sanat-sermaye ilişkisi

Bienaller akademinin iktidarını elinden almış ve sanatsal üretimi piyasa mekanizmalarına uyarlayarak sanat hayatına rekabet, canlılık, dinamizm getirmiş gibi görünmesine rağmen, yeni sanatçıların pazarlanması konusunda aslında pek olumlu bir etki yapmıyor. Bienallere katılan her sanatçının ünlü olduğunu ve dikkat çekerek galericiler ve koleksiyonerleri peşinde koşturduğunu söylemek doğru değil. Zaten, özellikle Türkiye’de ama dünyada da hala önemli ölçüde böyledir, çağdaş sanata ilgi henüz büyük ölçüde değil. Türkiye’de pentür/resim ağırlıklı bir sanat piyasası var; geleneksel sanatlar bile daha fazla ilgi görüyor. Türkiye’de çağdaş sanatın çok dikkat çekmesinin nedeni gelişme aşamasında olmasından kaynaklanıyor; hızlı bir gelişim bu ve spekülatif de bir yönü var. Bu da çağdaş sanat piyasası ile ilgili bir yanılsama meydana getiriyor. Tabii ki bienallere katılmakla sıçrama yapan sanatçılar var; ama bunlar istisnai durumlar. Bienallerde görünüp de sanat piyasasında tutunamayan birçok sanatçı var. Bir de “bienal sanatçısı” gibi bir kategori var, bu da yapıtlarıyla piyasada dikkat çekmiş olup sürekli bienallere davet edilen sanatçılara karşılık geliyor. Burada esas önemli olan husus, çağdaş sanat alanında bienaller gibi prestijli etkinliklerde yer almanın, sanatçılar açısından diplomatik bir ilişkiyi gerektirmesidir. Bu durum, sanat alanındaki profesyonel ve kişisel ilişkilerin yön vermesiyle yol alma zorunluluğunu getiriyor. Bu ilişkilerin dışına itilme endişesiyle sanatçılar, “geçerli” ya da “moda” olan biçim ya da içeriklere göre bir pratik geliştiriyorlar.

Bienaller, sonuçta küresel ya da geç kapitalizmin kültürel mantığının ürünü olan kurumlardır. Bu yüzden bir bienali düzenleyen ekip, sermayenin duyu ve duygularına göre bir estetik anlayışla ve onun çıkarına ters düşmeyecek ve hatta onun çıkarının gerektirdiği bir kavramsal çerçeveyle bir sergi düzenlemek zorundadır. Bu nedenle sergilerin kavramsal çerçevesi toplumun gündeminden uzak olabiliyor; belki toplumun gündemini belirlemek üzere manipülatif olabiliyor dersek daha doğru olabilir. Dolayısıyla, bienallerdeki sanat işleri de genellikle toplumun algısına yabancı ve onun beğenilerinden uzak oluyor. İstanbul Bienali’nin düzenlenmesi örneğine bakacak olursak, bienalden önce İKSV bir danışma kurulu oluşturuyor ve o kurul da bir küratör davet ediyor. Küratör davet edildikten sonra, o da kendi kavramsal çerçevesini çiziyor ve bu çerçeveye uygun olan sanatçıları seçiyor. Elbette, kavramsal çerçevenin çizilmesinde ve sanatçıların seçilmesinde İKSV’nin danışma kurulunun önerileri oluyor. Bu kurul da Eczacıbaşı ailesi ve İKSV’nin üst yönetimi tarafından belirleniyor. Bu da gösteriyor ki, sanatsal faaliyet ve üretimin sermayenin çıkarları doğrultusunda olması kaçınılmazdır.

'Anne ben barbar mıyım?'

13. İstanbul Bienali’nin kavramsal çerçevesi olan kamusallık sorunu ve başlığı olan “Anne, ben barbar mıyım?” tam bir ironi ve manipülasyon örneği. Neo-liberal şehir politikaları pazarlama ve satış stratejilerinin bir gereği olarak kültür endüstrileri, eğlence sektörü, ticaret ve alışveriş merkezleri, limanlar ve marinalar, plazalar ve rezidanslarla şehri yeniden yapılandırmaya dayanır. Burada öncelikli hedef, çok uluslu şirketlerin şehirde yatırım yapmasının özendirilmeye çalışılmasıdır. Şehrin çeşitli semtleri soylulaştırılırken, mekan estetize ediliyor. Buna karşın yoksullar yaşadıkları yerlerden sürülüyor, toplum ayrışıp polarize oluyor. Bunun sonucunda bir çatışma ortamı oluşmaya başlıyor. Nitekim, kentsel dönüşüm politikasının uygulanmasıyla ortaya çıkan manzara böyle. Diğer yandan, şehir elit ve soylu bir seviyeye yükselirken sanattan ve kültür endüstrisinden bolca yararlanılıyor. Bienal de burada önemli bir rol oynuyor. Bienalde sanatçı işini sergilerken, farkında olarak veya olmayarak, şehrin metalaşmasına, yoksul insanların yaşadığı mahallelerden sürülmesine, kentsel dönüşümün mağdur ettiği insanların durumlarının trajikleşmesine neden oluyor. Walter Benjamin’in çok beğendiğim bir sözü var: “Medeniyete ait hiçbir belge yoktur ki aynı zamanda barbarlığa ait olmasın”. Öyleyse, Bienal’in başlığı olan, “Anne ben barbar mıyım?” sorusuna verilebilecek bir cevap, “Evet yavrum, her medeni insan gibi” olabilir.

İstanbul Bienali, küresel kapitalizmin felsefi ve politik söyleminin şekillendirdiği bir medeniyet projesine göre işlev görüyor. Sermayenin ve neo-liberal güç odaklarının çıkarlarını sanata tercüme ederek, konjonktüre göre gündeme müdahaleler yapıyor. Bu yüzden anlamını gizli tutan ezoterik bir ayine benziyor. Halbuki, Bienal gerçekten kamusal bir alan olmak istiyorsa kendisini şehrin gerçek kozmopolitizmine adapte edebilmelidir. Bienal, doğası gereği müze ve galerilerden farklıdır ve bu fark şehir kültürü ve şehir hayatıyla sıkı bağından gelir. Eğer Bienal kamusal bir mahiyet kazanmak istiyorsa şehirle ve şehirde yaşayan herkesin hayatıyla bütünleşmek zorundadır.

[email protected]