Bir psikolojik bariyer olarak 15 Temmuz

Prof. Dr. Hamit Emrah Beriş / Ankara Hacı Bayram Veli Üniversitesi
10.07.2021

15 Temmuz'un Türk demokrasi tarihi için asıl önem taşıdığı nokta, bundan sonraki darbe girişimlerinin önünü kesecek bir psikolojik bariyer niteliği göstermesi. Artık darbeye tevessül edecek gruplar, halkın kendilerine göstereceği tepkiyi hesaba katmak zorunda kalacak.


Bir psikolojik bariyer olarak 15 Temmuz

15 Temmuz 2016 yalnızca Türkiye için değil dünya demokrasi tarihi açısından da önemli dönüm noktalarından biri. Geçmişten itibaren farklı zamanlarda, dünyanın değişik yerlerinde çok sayıda askerî darbe yaşandığı açık. Türkiye'nin darbeler ve askerî müdahaleler bakımından hiç de iyi sayılamayacak bir geçmişi var. Ancak 15 Temmuz tüm bu kötü geçmişi temize çekme imkânını sağladığı gibi başka girişimlerin de önünü kesme potansiyeli taşıyor. Üstelik bu imkân yalnızca Türkiye ile de sınırlı değil. Dünyanın farklı yerlerinde darbe yapmaya niyetlenenlerin 15 Temmuz'da Türkiye'nin yaşadığı tecrübeyi, halkın kendini tankların önüne atarak darbecilere direnmesini göz önünde bulunduracağı muhakkak. Üzerinden beş yıl geçmişken o gecenin kısa bir muhasebesini yapmak için önce 15 Temmuz 2016'da yaşananları hatırlamakla başlayalım.

Alınan dış destek

Bu noktada, öncelikle darbe girişiminin failini akıldan çıkarmamak gerekli. FETÖ, kırk yıl boyunca devletin kritik noktalarını ele geçirmek için çaba harcadı ve bunda da kısmen başarılı oldu. Ordu, yargı ve emniyet başta olmak üzere etki gücü yüksek devlet kurumlarında örgütlenen FETÖ mensupları zamanının geldiğini düşündüklerinde iktidarı kendi ellerine almak için harekete geçtiler. Elbette bu sürecin doğrudan FETÖ'nün kendi iradesi ve çabasıyla ilerlediğini söylemek safdillik olur. FETÖ'nün daha kuruluş dönemlerinden itibaren yabancı devletlerin himayesi altında faaliyet gösterdiği ve aslında onlara hizmet ettiği açıkça görülüyor. Dolayısıyla 15 Temmuz'da yaşananları gerçekten idrak edebilmek için bu durumu göz önünde bulundurmak gerekli.

15 Temmuz, kuşkusuz, Türkiye'nin yaşadığı ilk darbe ya da darbe girişimi değil. Türkiye'nin demokrasiye geçiş süreci, aslında Latin Amerika ve Ortadoğu başta olmak üzere dünyanın farklı yerlerinde askerî darbelerin ardı ardına belirdiği bir döneme tekabül ediyor. Bu kötü örnekler nedeniyle, 1950'de daha Demokrat Parti iktidara gelir gelmez ordu içinde bazı cuntacı yapılanmaların ortaya çıktığı, bunlarının sayılarının da yıllar içinde giderek arttığı biliniyor. 27 Mayıs 1960 aslında bu cuntacı grupların birinin amacına ulaşması anlamına geliyor. Bu darbeyle birlikte demokrasinin gidişatına sekte vuruldu. Oyunun en baştan belli olan ve sistemin meşruluğunu sağlayan kuralları değiştirildi. Aslında oyunda rolü olmayanlar, seçilmiş, meşru aktörleri sistemin dışına itti. Tüm bu süreç, halka, kendi iradesinin önemli olmadığı, gerekirse onun yerine karar alacak demokrasi dışı bir gücün devreye gireceği mesajını vermeye yönelikti aynı zamanda.

27 Mayıs'ın demokrasi üzerinde yarattığı daha büyük tahribat ise silahlı gücü eline geçirenin istediği anda oyunun kurallarını değiştirebileceğine yönelik algıydı. Daha açık bir ifadeyle, Türkiye, oyunun kurallarını hukukun değil silahın belirlediği bir yere savrulma tehlikesi yaşadı. Nitekim mesela 27 Mayıs'a katılamayan Albay Talat Aydemir, 1962 ve 1963 yıllarında ikincisi idamıyla sonuçlanacak iki ayrı darbe girişiminde bulundu. Aynı dönemde, ordu içinde klikler ortaya çıktı, bu süreç Türkiye'yi seçilmiş siyasetin yine devre dışı bırakıldığı 12 Mart 1971 muhtırasına götürdü. Tüm meşru aktörleri siyaset dışına iten ve ülke yönetimini üç yıl sürecek bir cuntaya veren 12 Eylül ise kendisine kadar olan darbelerin en kapsamlısıydı. Ancak 12 Eylül'ün etkisi yalnızca ülke yönetiminin dar bir grubun eline geçmesiyle sınırlı kalmadı. Sistem, ordunun siyaset üzerindeki etkisinin iktidarı fiilen bıraktıktan sonra da uzunca süreler devam etmesini sağlayacak vesayet ağlarıyla örüldü. 1960 darbesinin de yoğun şekilde kullandığı vesayet araçları geride adeta hiçbir eksik bırakmayacak şekilde iyice sisteme yerleştirildi. Öyle ki demokrasiye geçişten sonra siyasetçiler, attıkları her adımda karşılarına çıkan bu görünür/görünmez engellerle mücadele etmek zorunda kaldılar. Nitekim "postmodern darbe" nitelemesiyle anılan 28 Şubat süreci, bu vesayet kurumlarının gölgesinde ve desteğiyle gerçekleşti. 2002 yılında AK Parti iktidara geldiğinde 28 Şubat'ın etkilerinin hâlâ devam ettiği ve vesayetin güçlü olduğu bir siyasal iklim vardı.

AK Parti'nin ve Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın iktidara geldikleri ilk günden itibaren bürokratik vesayeti ortadan kaldırmayı kendileri açısından en önemli mücadele alanlarından biri olarak görmesi bu çerçevede oldukça anlamlı. İktidarın ilk yıllarında, 28 Şubat dönemi de dâhil olmak üzere her darbe döneminde üzerine yenileri eklenen vesayet kurumları ve düzenlemelerine karşı çıkmak elbette oldukça zordu. Parti'ye yönelik kapatma davasında, 2007 cumhurbaşkanlığı seçim sürecinde ya da 27 Nisan e-muhtırasında en bariz örnekleri görüldüğü üzere Parti ve Erdoğan her aşamada belirli bedeller ödeyerek vesayetle mücadele etti.

Toplum direnci

Söz konusu sürecin belki de en önemli yönü ise toplumun bu mücadeleye ikna edilmesiydi. Millî iradenin her türlü vesayet kurumunun üstünde olduğu gerçeği toplumun zihnine güçlü şekilde yerleştirildi. 15 Temmuz gecesi, halkın sokaklarda darbecilere direnmesinin ardında yatan etmenlerden birinin toplumsal psikolojinin uzunca süredir teyakkuz halinde olmasıydı.

15 Temmuz'u Türk demokrasi tarihi açısından en özel kılan, milyonlarca insanın darbeye karşı çıkmak için sokaklara dökülmesiydi. Henüz darbenin faili bile belli olmadan toplumun direnişe geçmesi, kime karşı ve ne pahasına olursa olsun demokrasiye sahip çıkılacağının göstergesiydi. Darbenin FETÖ'ye bağlı askerlerin öncülüğünde gerçekleştiği anlaşıldıktan sonra da aynı kararlılık devam etti. Darbecilerin cesaretini en fazla kıran olay ise üzerlerine tanklardan ve helikopterlerden ateş açılan, savaş uçaklarından bomba yağdırılan insanların geri adım atmamasıydı.

Neden başaramadılar?

Peki, 15 Temmuz'u diğer darbelerden farklılaştıran neydi? Başka bir ifadeyle 15 Temmuz neden başarılı olamadı? Bu sorunun aslında birbirleriyle ilişkili birkaç cevabı var. Öncelikle darbecilerin ciddi bir direnişle karşılaşacaklarını düşünmedikleri söylenebilir. Oysa bir darbe girişimiyle karşılaşıldığının anlaşılmasından sonra özellikle büyük şehirlerde çok sayıda insan kısa süre içinde sokaklara döküldü. Dolayısıyla halkın tepkisi darbecilerin amaçlarına ulaşması konusunda ilk somut engel oldu. Ardından canlı yayına bağlanan Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın halkı darbeye direnmeye ve sokağa çıkmaya çağırması darbenin başarısızlığını adeta mukadder kıldı. Nitekim aynı saatlerde siyaset kurumu da darbenin topyekûn karşısında durdu. TBMM Genel Kurulu, Meclisin üzerine yağdırılan bombalara rağmen toplandı, tüm partilerin temsilcileri kürsüye çıkarak darbe karşısında ortak tavır sergiledi. Aynı mücadeleye medyanın geniş bir kesiminin de katıldığını söylemek mümkün. FETÖ güdümünde hareket edenler hariç, basın kuruluşlarının çoğu darbeye karşı çıktı. Emniyet güçleri ile ordunun içindeki çok sayıda asker de darbeye karşı koydu. Kolluğun ve askerlerin darbecilere karşı çıkışı ayrıca anlam taşıyordu. Zira bunlar, darbecilerle aktif çatışmaya girerek onları engelledi. Belediye çalışanları askeri karargâhların önüne barikat kurdu, kamyonlarla tankların yolunu kesti. Kısacası o gün sokaklara çıkan herkes üzerine düşeni fazlasıyla yaptı.

Ortak hareket bilinci

Tüm bunlardan hareketle, 15 Temmuz darbe girişiminin başarısız olmasında toplumun geniş kesimlerinin ortak hareket etmesinin etkili olduğu söylenebilir. Bu durum, toplumun kendi iradesine sahip çıkma arzusunu açık şekilde gösterdi. Türkiye'de demokratik bilincin düzeyini göstermesi açısından bu durumun oldukça yararlı olduğu açık. Geçmiş tecrübelerin aksine halkın darbeye aktif bir direniş sergilemesi kendi iradesini koruma anlayışının yükseldiğine de işaret ediyor.

15 Temmuz'un Türk demokrasi tarihi için asıl önem taşıdığı nokta ise bundan sonraki darbe girişimlerinin önünü kesecek bir psikolojik bariyer niteliği göstermesi. Darbeye tevessül edecek gruplar, halkın kendilerine göstereceği tepkiyi hesaba katmak zorunda kalacak. Bunun yanında, darbecilerin karşılaşacakları sonucu görmeleri Türkiye'de darbelerin ardı ardına gelmesinin en önemli nedenlerinden biri, darbecilerin cezasız kalmasıydı. Demokrasiye geçişten sonra bile cunta yönetimlerinde yer alan insanlar yargılanmadılar, hatta toplumsal statülerini korudular. İsimleri okullara, stadyumlara verildi, ders kitaplarında saygın şekilde anılmaları sağlandı. 2010 Anayasa referandumu ise 12 Eylül darbecilerinin yargılanmasının bu açıdan bir milat olduğu söylenebilir. 12 Eylül'ün lideri Kenan Evren ile hayatta kalan bir diğer Milli Güvenlik Konseyi üyesi Tahsin Şahinkaya için verilen mahkûmiyet kararları, darbecilerin aradan ne kadar zaman geçerse geçsin cezasız kalmayacağını göstermesi bakımından önemliydi. Aynı durum, yargılama sonucu mahkûm edilen 28 Şubat Sürecinin failleri için de geçerli. 15 Temmuz'da halkın direnişinin darbeyi engellemesi kadar darbe girişimcilerinin ve destekçilerinin cezalandırılması da bundan sonra benzer arayışlara girmeyi düşünenler için gayet caydırıcı olacaktır.

Türkiye'nin 15 Temmuz'da yaşadığı tecrübenin demokratik standartların yükselmesi açısından faydalı olacağı açık. Ancak demokrasinin asla bitmeyen bir yolculuk olduğunu da akıldan çıkarmamak gerekiyor. En gelişmiş demokrasilerde bile zaman zaman vesayet kurumları sistem içindeki ağırlıklarını artırmak için harekete geçiyor. Bu nedenle, darbe dönemlerinde ve sonrasında demokratik sistemin belirli yerlerine yerleştirilen vesayet mekanizmalarını ortadan kaldırmak özel bir önem taşıyor. Aynı şekilde, demokrasinin konsolide edilmesi ve siyasal özgürlüklerin çıtasının sürekli daha yukarıya taşınması da demokratik yönetimin kendisini koruması için gerekli.

@heberis