Bir tefekkür biçimi olarak Anadoluculuk

Murat Güzel / Açık Görüş Kitaplığı
7.11.2020

Alican ile Çatma, Anadoluculuğu “elde kalan son vatan parçası” olması hasebiyle Anadolu'nun muhafazasını önceleyen, Osmanlı'nın son dönemlerinde epey hırpalanmış Türk devletinin ihyasını mesnet edinen ve bunu yaparken de “vatan ve millet” kavramlarını yeniden tarif etmeye çalışan bir tefekkür biçimi olarak tasvir ediyor.


Bir tefekkür biçimi olarak Anadoluculuk

Yirminci yüzyıl Türk düşünce hayatında etkin olduğunu varsayabileceğimiz birçok ismin boğuşmak zorunda kaldığı meselelerin başlıcası belki de beka sorunudur. Yüzyılın başlangıcından itibaren Osmanlı devletinin yıkılmaya yüz tuttuğunun görüldüğü emareler çoklaşmış, devletin yıkılmasını engellemeye dönük fikri çabalar arasında Osmanlıcılık, İslamcılık ve Türkçülük gibi kimi fikir akımları belirmiştir. Bu akımların temelde Osmanlı’nın yıkılmasını amaçlayan Batı’ya karşı nasıl mücadele etmemiz gerektiği hususunda ortaya çıktığını vurgulayabiliriz. Ayrıca Garpçı olarak adlandırılan bir akım da tedavüldedir. Ancak bu akımın da “Batı’nın beşinci kolu” olarak değil, aksine “Batı’ya rağmen Batıcılık” diyebileceğimiz bir tutum izlediğini söylemeliyiz. Bu akım da temelde Osmanlı devletinin ayakta kalabilmesi için nasıl hareket edilmesi gerektiğine ilişkin birtakım öneriler içeren bir muhtevayı haizdir; lakin Osmanlıcılık, İslamcılık, Türkçülük gibi diğer akımlar özellikle Garpçı akımın önerilerinin Osmanlı toplumunu bir arada tutmayı sağlayacak öneriler olmaktan uzak, devletin yıkımını hızlandırıcı olduğunu savunmaktadırlar. İlginç olan bütün bu akımların içinden çıktıkları Osmanlı toplumunun temel niteliğinin ne olması gerektiği noktasında aralarında önemli anlaşmazlıklar bulunduğudur. Osmanlıcılık, Osmanlı devleti içindeki bütün etnisitelerin ‘Osmanlı’ üst şemsiyesi altında toplandığı bir kimlik öngörürken İslamcılık Müslüman unsurların, Türkçülük ise bütün Türklerin birliğini amaçlamaktaydı.

Birinci Dünya Savaşı’nın bitiminde Osmanlı devletinin yenilmesiyle birlikte kendiliğinden Osmanlıcılığın bir çözüm yolu olmadığı görüldü; “elde kalan son vatan parçası” Anadolu idi ve Anadolu da Kurtuluş Savaşı yaşamak zorunda kaldı. Bunun bir anlamda İslamcılığın ve Türkçülüğün tartışma gündeminden geri çekilmesini kolaylaştıran bir etmen olduğunu vurgulayabiliriz. Bütün Türklerin ya da bütün Müslümanların “birliği” imgesi idealde ne kadar benimseniyor olursa olsun realitede kaybetmişti. İlkin 1924 yılında çıkmaya başlayan ve imtiyaz sahipliğini Mehmed Halid Bayrı, mesul müdürlüğünü ise Haydar Necip’in yaptığı Anadolu dergisi kaybettiği net olarak ortaya çıkan bu fikir akımlarına karşı Anadolu’yu Türk kültür ve medeniyetinin esas kaynağı kabul eden bir anlayış ortaya koymaya çalıştı. Mükrimin Halil Yinanç ile Hilmi Ziya Ülken, Mehmed Halid Bayrı ve Ziyaeddin Fahri Fındıkoğlu gibi isimlerin öncülük ettiği bu anlayış doğrultusunda çıkarılan dergide Anadolu’yu daha çok edebiyat, folklor, kültür, iktisat ve coğrafya açısından ele alıp inceleyen makalelerin yer aldığını görüyoruz.

Elde kalan vatan parçası

Anadoluculuğu “elde kalan son vatan parçası” olması hasebiyle Anadolu’nun muhafazasını önceleyen, Osmanlı’nın son dönemlerinde epey hırpalanmış Türk devletinin ihyasını mesnet edinen ve bunu yaparken de “vatan ve millet” kavramlarını yeniden tarif etmeye çalışan bir tefekkür biçimi olarak tasvir eden Mustafa Alican ile Bahattin Çatma, bu tefekkürün iki farklı versiyonunu bize zikrediyor: Bunlardan ilkini oluşturan Mavi Anadoluculuk, Anadolu’nun antik çağlara kadar uzanan tarihini kendine referans edinirken ikincisi 1071 Malazgirt Zaferi’yle başlayan bir geleneğe tesanüt eden bir anlayış. Alican ile Çatma’nın derlediği “Kayıp Ülkenin İzinde” adlı kitapta yer verilen edip ve mütefekkirlerin tamamının bu anlayışı şu ya da bu şekilde taşıdığını, derleyenlerin ifadeleriyle “temsil gücü yüksek” ve “etkisi bariz” isimler olduğunu söyleyebiliriz: Mükrimin Halil Yinanç, Hilmi Ziya Ülken, Mehmed Halid Bayrı, Ziyaeddin Fahri Fındıkoğlu, Nureddin Topçu, Remzi Oğuz Arık, Yahya Kemal Beyatlı, Mehmet Emin Erişirgil, Refik Halit Karay, Ahmed Hamdi Tanpınar, Necip Fazıl Kısakürek. Kitap böylelikle bir tür fikri haritalandırma işlemini de gerçekleştirmeye çalışıyor.

@uzakkoku

Gerçekliğe bakışımızı Stoacı fizik değiştirir

Kıbrıslı Zenon tarafından Atina’da kurulan ve yaklaşık beş yüz yıl boyunca etkisini sürdüren bir felsefi teşebbüstür Stoacılık. Felsefeyi mantık, fizik ve etikten mürettep bir bütün addeden Stoacı düşünürlere göre elbette bu üçlünün her biri “doğaya uygun yaşama” amacını gerçekleştirebilmek için elzemdir. Bu çerçevede stoacı fizik anlayışının ayrıntılarına yoğunlaşan eserinde Melike Molacı bu fizik anlayışından yararlanarak geleneksel metafiziğin temel kategorilerinden, kavramlarından ve ayrımlarından farklı bir anlayışın imkanını temellendirmeye gayret ediyor. Stoa fiziğinde farkına varılabilecek özgünlüklerin aynı zamanda felsefi ve hayati bir imkân olarak da düşünülebilir. Bu bakımdan gerek gerçekliği algılama biçimimizi gerekse de gerçekliğe dair yargılarımızı da böylelikle Stoacılık aracılığıyla sorgulayabiliriz.

Stoa Fiziği, Melike Molacı, Çizgi Kitabevi, 2020

Kendiniz olabilmek için neler yapmalısınız?

Aşk ve sessizlik kavramlarını etik bağlama taşıyan, okura kendi yaşamının sorumluluğunu alması ve başkalarıyla olan ilişkisinde kendini değiştirip dönüştürebilmesi için cesaret veren kitabında Demet Kurtoğlu Taşdelen bir felsefe yapma biçimi olarak kendisinin geliştirip ders ve atölyelerde uyguladığı performatif felsefeyi uyguluyor. Evrensel, işlevsel ve değişime doğru yönlendiren bir etik anlayış olarak kavranan kendini varedebilme etiğini varoluşsal, fizik-metafizik ve estetik bağlamlar içerisinde arayan Taşdelen etik bilinç için vazgeçilmez olan kendilik bilgisinin peşine düşüyor ve düşünceyle eyleme geçişte önceliği hep kişinin yaşamındaki felsefi gelişime veriyor. Böylece okuru yazmaya, devinmeye ve dans etmeye yönlendiren Taşdelen’in geliştirdiği etik yaklaşımı estetize ettiğine de şahit oluyoruz.

Kendini Varedebilme Etiği, Demet K. Taşdelen, Pinhan, 2020