Bir 'toplum korkusu' olarak 'otoriterleşme' söylemi

Ahmet Demirhan - Yazar
12.10.2013

Son zamanlarda gündemimize giren ‘otoriterleşme’ teriminin aslında bir kaç ayağı var. Birincisi, ‘otoriter’ özellik taşıdığı iddia edilenin ‘kim’ olduğunun tespitinin güç olması: Siyasi bir anlayış mı bu, toplum veya toplumun bir kesimi mi, yoksa siyaset sahnesindeki kişi veya kişiler mi ya da bunlardan biri veya bir kaçı mı? Doğrusu bu sorulara vereceğimiz cevaplar, “otoriter” kelimesini kullanıp kulllanmamaya karar vermemizi gerektirecek kadar belirleyici. (Bu belirleyiciliği görmemizi sağlayan bir örnek için, 24 ocak 2012 tarihli Radikal’de, Ahmet İnsel’in “Adım Adım Oteriterleşmeye mi?” adlı yazısına bakabiliriz:


Bir 'toplum korkusu' olarak 'otoriterleşme' söylemi

İnsel, “adım adım otoriterleşme” ile Türkiye’nin sadece siyasal olarak değil toplum olarak da zaten ‘otoriter’ olduğu arasında bir salınım kurarak, son zamanlarda iktidarın nasıl otoriterleştiğini anlatmaya çalışır. Hem de hiç bir düşünümsel mesafeye yer bırakmayacak; okuyucusuna, ‘otoriterlik’ten başka bir ihtimali düşündürmeye imkan vermeyecek bir biçimde: ‘Adım adım’ giden bir şey varsa toplum olarak da siyasal olarak da nasıl zaten ‘otoriter’ oluruz? Ya da zaten ‘otoriter’ isek ‘adım adım’ bir daha nasıl ‘otoriter’leşebiliriz? Çözümlemesini ‘aşağıdan’ ve ‘yukarıdan’ diye yaptığı ayrımdaki ‘analitik’ araçlarla desteklemeye çalışan, ancak son kertede herşeyi ‘otoriterleşme’ye götüren; bu haliyle müzakereye bile açık olmayan, kendisini eleştirme imkanlarını daha baştan kendisine kapatan bu ‘dil’, aslında ‘otoriter’ bile değil; sadece ‘otorite’ kelimesini yanlış kullanan, siyasetin de toplumun da ‘dışı’ndan konuşan, kendisini ‘nesnel’ zanneden ziyadesiyle ‘öznel’ bir dil.)

Otoriteyi paylaşmak

İkincisi, bir ‘üleşme’ işlevini yüklendiğini rahatlıkla söyleyebileceğimiz ‘otoriterleşme’nin paydaşlarını ‘otoriter’ olduğu söylenenlerin dışında bulmamız gerekeceğinden, böyle bir yönelimin kimlerle paylaşıldığını veya bölüşüldüğünü de tespit etmemiz gerekir. ‘Otoriter’ kendi başına ‘otorite’ olamaz; onun bu eğilimini ya da yönelimini, dışarıdan paylaşanlar (mesela toplum ya da bir kesimi) olmak zorundadır. Tersi de doğru bunun: ‘otorite’ olmayan birilerini, ‘dışarıdan’ nasıl öyle tanımlarsanız tanımlayın, paylaşılmadığı ya da bölüşülmediği müddetçe ‘otoriter’ kılamazsınız. Demek ki ‘otoriterleşme’, kurulan ya da yıkılan bir süreci ifade etmez; kendi başına, irade ile oluşturulabilecek, paylaşılmadığı müddetçe sakil veya pejoratif, en kötü ihtimalle de ‘mental’ süreçlerle ifade edilebilecek ‘trajik’ ya da ‘komik’ bir hali tanımlayacak hastalıklı bir şey değildir. 

Çünkü bunları ifade etmek için rahatlıkla kullanabileceğimiz başka ifadeler ya da kavramlar zaten mevcut. 

Öyleyse, belirli bir siyaset tarzıyla, mesela ‘siyasal muhafazakarlık’la açıklamak yerine, niye ‘otoriterleşme’? Toplumun veya toplumun belirli bir kesiminin siyasal imkanlarını da sürece dahil etmeden, ‘otoriterleşme’den konuşulamayacağından, elbette ki, ‘siyaset’i sadece belirli ve daha baştan (‘otoriterce’?) belirlenmiş bir modelle sınırlandırmak için olabilir mi? (Bunun da aslında ‘komik’ bir örneğiyle, Birikim’in Eylül sayısında yer alan Ömer Laçiner’in “AKP’nin ‘Zor Yılları’” başlıklı yazısında muhafazakar siyaseti çözümlerken karşılaşırız: Laçiner, muhafazakar siyasetin aslında değişmez bir insan doğası –‘fıtrat’ı- varsaydığından, “uygarlaşma sürecinin belirli edinim ve kazanımları”nı bir “kalıp” olarak kullandığını ve onları içselleştiremediğini, daha önemlisi “temel (doğal) içgüdüleri” siyasetinin “başat” unsuru kıldığını belirterek, muhafazakarlığı en temelden, ontolojik olarak ‘otoriterleşme’ eğilimi içine yerleştirir. Siyaset felsefesinin Hobbes-Locke çizgisinden günümüze kadar gelen bütün ayrımlarını filan altüst eden bu ‘komik’ tasnif, belli ki, ‘otoriterleşme’ tezine dayanak olacak bir teori olarak kurgulanmış, belirli bir siyaset tarzını mahkum etmeye daha ilk hareketini yapmadan bile hazır haliyle, kendi –‘fıtrat’ı ya da ‘temel içgüdüleri’ ile olmasa da- ‘öznelliği’ içinde ‘nesnel’ olandan, daha açık bir ifadeyle ‘toplum’dan bir ‘korku’yu mu yansıtıyor, onu ‘kalıp’lanabilecek bir şey olarak görmekle, üzerinde düşünmek lazım.)

‘Otorite’ kelimesinin ikili anlamının da bu ‘üleşme’ özelliğini vurgulaması bize bir pencere açabilir: ‘siyasi ya da idari güç’ ve ‘kendisini kabul ettirmiş, başarılı'. Ancak ilki bir anlamda ‘nesnel’ olarak üleşilebilen bir şey iken ikincisi ‘öznel’ beğenilere, duygulara veya fikirlere açıktır ve herkes tarafından üleşilemeyebilir. Elbette ‘siyasi’ özellikleri olan bir ‘otorite’nin nesnelliğinde beğenilerin, duyguların veya fikirlerin yeri olabilir ya da tersine toplumda bir şekilde saygınlık kazanmış birilerinin ‘otorite’si belirli bir oranda ‘nesnellik’ kazanabilir. Yine de ilkinin sürekliliği toplumun belirli bir örgütlenme tarzına yansırken ikincisi daha çok ‘kamuoyu’ boyutuyla karşımıza çıkar. İlki belirli bir ‘siyasallık’ tarzıyken ve çoğullaşamazken (‘siyasal otoriteler’ olmaz mesela), demokratik olarak belirlenmiş bir rotasyon mantığına göre teşkil edilebilirken (ya da ‘totaliter’ veya ‘vesayetçi’ gibi üleşimini kendinden menkul dayanaklarla besleyebilen ‘sistemler’ üretebilirken) , ikincisindeki ‘otorite’nin daha ‘müzakereci’ bir anlamda olması beklenir. Ancak ‘otoriterleşme’ tezlerinde bu ikisinin hayli iç içe geçtiğini ve iç içe geçişten bir stratejik tavrın ortaya çıktığını da görebiliriz.

Müslüman korkusu

(‘Felsefi anarşizm’ gibi daha baştan köktenci tavır alışlar bir yana) bir ‘siyasi otorite’nin meşruluğunu kabullenememenin ya da kabullenmemiş gibi göstermenin ‘siyasal bir nihilizm’ olduğu iddia edilebilirse de ilk örneğini Turgut Özal’a karşı Süleyman Demirel’in taktiğinde gördüğümüz bir ‘siyasal yatırım’ olduğuna şahit olduğumuz da hatırlanacaktır. Demirel, Özal başbakanken hükümetinden (ironik bir vurguyla ifade edilmiş) ‘siyasal iktidar’ diye; Özal cumhurbaşkanı seçilince de, ‘864 rakımlı tepenin sakini’ diyerek bahsetmiş; böylece Özal’ın siyasal ve toplumsal meşruiyetini sürekli askıda bırakmaya çalışmıştı. Bunu da, ‘demokrasi’nin o olmazsa olmazı ‘sayı’ya; demokratik katılımdaki ‘sayım’ımdan elde edilen meşruiyetin kendince pozitif unsurları karşısına negatif kesimlerini çıkararak yapmaya çalışmıştı. Ancak 60 darbesi sonrası iktidarları döneminde kendisine karşı kullanılan meşru olmayan bir muhalefet, dahası siyaset yapma biçimini, ‘toplumun tamamını temsil etmiyorsun’ anlayışını Özal’a karşı kullanarak, ‘otorite’nin gayri meşru yollarla üleşilmesi tarzını aynı anda hem saklama ve hem de ifşa etmenin gayet güzel bir numunesini sergiledi: ‘Herşey olabilirsin, ancak iktidar olamazsın; bu ülkede ‘otorite’ baştan tespit edilmiş; ben de bunu sana karşı çok güzel kullanabilirim’ mantığıyla.

Saklamanın bir yoluydu Demirel’inki; çünkü demokratik sayım işleminin negatif kutbunun, aslında ‘otorite’yi gayri meşru yollarla üleşmeyi hedefleyenlere yaradığını; onların, siyasetinin tabiatında var olan bölünmüşlüğünü ve antagonistik yapısını kullanarak ‘tek ve bölünmezlik’ iddialarını beslediğini bilmemesi mümkün değildi Demirel’in. Lakin siyaset yoluyla onların yerine neyi yerleştirmesi gerektiğine dair bir fikri olmadığından ya da bir fikri olsa bile gücünün yetmeyeceğini bilmesinden, bunu ancak saklayarak yapabiliyordu. (Bu arada, Anayasa’nın o tartışılan maddelerinden olan “Türkiye Devleti, ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütündür” hükmünün her türlü ‘siyasallığı’ daha baştan hükümsüz kıldığı için tartışılması gerektiğinin üzerinde henüz duran olmaması, büyük bir handikap aslında. 6 Ekim tarihli, “Neden Demokratikleşemiyoruz?” başlıklı Sabah’taki yazısında, bu ve benzeri hükümlerin ‘ideolojik’ katmanlarını hedefleyerek ‘ne yaparsak yapalım demokratikleşemeyiz’ sonucuna varan M. Şükrü Hanioğlu’nun tezleri, bu handikapın en büyük kurbanlarından. Kısacası, Hanioğlu’nun tezleri de, gayri meşru ‘otorite’nin sürekliliğini sağlayacak ‘ideolojik’ bir zeminde yürüyebilir ancak. İçerdeki herhangi bir devingenliği yok saymasa da bastıran bir dış güç olarak karşımıza çıkan sözkonusu ideolojik zemin, “olumsuz olarak da olsa, kendi ‘öznel’ tezlerimizi savunmak adına da olsa, ona ihtiyacımız vardır” mantığıyla sürdürür hakimiyetini.)

Demirel’in önce ‘bilen adam’ olarak kamuoyunda bir ‘otorite’ konumunu edinmesi ve sonra o ‘otorite’siyle Özal’ın meşru ‘siyasi iradesi’ni gayri meşru göstermeye çalışması ise, meseleyi ifşa etmesinin bir göstergesiydi. Demirel için bütün siyaset yapma ve ‘siyasi irade’ye karşı muhalefet etme dili, artık ‘öznel’ bir temelde, ‘kendi dava’sını bir ‘otorite’ olarak tesis etme gayreti olarak olarak teşekkül etmeye başlamıştı. Neticede bu hikayenin sonunu biliyoruz: Demirel, bütün ‘öznelliği’yle siyasetin ve toplumun tepesine çöktü; gayri meşru ‘otorite’ye bahşedilen mutlaklığın ıtlak edilmesine de yol açan bu süreçte, salıverilenler arasında asker yanında medya ile sermayenin (Laçiner’in kulaklarını çınlatırsak) bütün ‘temel içgdüleri’ de vardı elbette; böyle bir sürece giden yolda Hanioğlu’nun sözünü ettiği ideolojik zeminin, şimdi değil o zaman, ‘toplum korkusu’nu saklamaya yarayan bir araç olduğunu, o zaman değil şimdi, daha rahat görebiliyoruz.

Murat Belge, 8 Ekim’de Taraf’ta kendisiyle yapılan bir söyleşide, “askeri vesayet bitti, Müslüman vesayeti geliyor” diyor. 12 Eylül sonrası yasaklı döneminde Demirel’in bir ‘otorite’ olarak ilk ortaya çıkışı, yani ‘yatırım’ı, Belge’nin genel yayın yönetmenliğini yaptığı 15 günlük Yeni Gündem’de “Anayasalar gökten zenbille inmiş şeyler değildir” başlığıyla sunulan uzun bir söyleşiyle olmuştu (yanlış hatırlamıyorsam). 12 Eylül sonrasının o bunaltıcı ortamında ergenliğine adım atmakta olan benim için Demirel’in ‘anayasa’ dediği şeyin aslında ‘anayasa’ olmadığını anlamak hayli vakit aldı. Umarım Murat Belge ‘vesayet’in ne demek, ‘Müslüman’ dediği şeyin de aslında bir ‘toplum korkusu’ olduğunu (Yıldıray Oğur’un adlandırmasıyla, aralarına İhsan Dağı gibi ‘gençler’i de katabileceğimiz, ‘yaşlı liberaller’ de ‘otoriterleşme’ dedikleri şeyle neyi kastetiklerinin gayet iyi anlaşıldığını) anlamayı bir ömre sığdırabilir.

[email protected]