Bir Türkiye üçlemesi: Ulusal çıkar, itibar, ince güç

Doç. Dr. İBRAHİM KALIN/Siyaset Bilimci
1.12.2012

Türkiye’nin ulusal çıkarı, itibarı ve ince güç kapasitesi, dinamik gelişmeler karşısında ilkeli ve tutarlı bir dış politika geliştirmeyi gerektirir. AB üyeliğinde ısrar eden, ABD ile ilişkilerini güçlendiren, Afrika, Asya ve Latin Amerika’ya açılan ve Arap devrimlerini destekleyen Türkiye’nin bölgedeki ve dünyadaki konumu on yıl öncesine göre daha güçlüdür.


Bir Türkiye üçlemesi: Ulusal çıkar, itibar, ince güç

Gazze ateşkes sürecinde Türkiye’nin rolüne ilişkin tartışmalar, ülkemizdeki “yaralı bilinç” halinin boyutlarını bir kez daha ortaya koydu. “Türkiye geride kaldı, liderliği Mısır’a kaptırdı. Oh ne güzel!” tarzındaki analizler, hükümet karşıtlığının ötesinde bir durumu işaret ediyor. Dün “Türkiye Ortadoğu bataklığına saplanıyor, buralarda ne işimiz var” diyen yorumcular, şimdi Türkiye Filistin konusunda öncülüğü Mısır’ı kaptırdı diye hayıflanıyorlar. Ya da hayıflanmıyorlar mı, bu da belli değil. Zira eleştirilerin mantığını anlamak zor. Bir tarafta Türkiye niye Ortadoğu’ya bu kadar mesai harcıyor diyorlar, öbür tarafta Türkiye’nin Mısır gibi ülkelerle stratejik ortaklık ve işbirliği adımlarını “eyvah, liderliğimiz elden gidiyor...” diye eleştiriyorlar.

Aynı garip durum Batı bloğuyla olan ilişkilerde de çıkıyor karşımıza. Hükümet Avrupa ve Amerika ile iyi ilişkiler geliştirdiğinde Batı’nın taşeronu olmakla suçlanıyor. İran nükleer programı, Filistin yahut BM reformu konusunda Batı’yla ters düştüğünde bu sefer “ah bu AK Parti! Batı’yla aramızı bozuyor, eksenimiz kayıyor, merkezimiz dağılıyor...” diye feryad-ü figan ediyor. Dün Rusya, İran, Suriye ve Irak’la iyi ilişkiler geliştirdi diye Türkiye’nin ekseninin kaydığını söyleyenler, bugün “emperyalist güçler Suriye ve İran’la aramızı bozuyor” diyor.

Bu çelişkiler silsilesinin ana sebebi, zihinlerimizde ulusal çıkar, itibar ve ince güç (soft power) kavramlarının yerli yerine oturmamış olması. Dış politikada ulusal çıkar ve itibarın deterministik ve mekanik kurallara bağlı olduğunu zannedenler, ince güç yani etki ve etkinlik kapasitesinin de bir takım matematik prensiplere bağlı olduğu zehabına kapılıyor. Tarihte ve sosyal bilimlerde deterministik ve mekanik kuralların bir işe yaradığı pek vaki değildir. Zira bunların bir anlamının olması için, insan hayatının da o varsayımlar kadar soyut, öngörülebilir, mekanik ve matematiksel olması gerekiyor. Lakin Molla Sadra’nın dediği gibi, her ne kadar insan zihni soyutlama yapmadan varlığı idrak edemezse de, gerçeklik en mükemmel soyutlamadan bile her zaman daha fazla bir şeydir.

Ortadoğu’da hız kazanan tarih hakkında şu tespiti yapabiliriz: Yeniden yazılmakta olan Ortadoğu tarihinin ritmini ve istikametini kimsenin tam olarak tayin etmesi mümkün değil. İki yıl önce Tunus, Mısır ve Libya’da ne olacağı, kimin ne yapacağı, hangi girişimin ne sonuç vereceğini öngörmek imkansız derecesinde zordu. Aynı şey Euro-zone krizi ve Amerikan seçimleri için de geçerlidir.

O yüzden doğru olan onlarca muhtemel senaryo içinden birini tercih edip bir tür kumar oynamak değil, ilklerinizi doğru belirleyerek bu ilkeler çerçevesinde hareket etmektir. Hüsnü Mübarek gider mi gitmez mi; giderse nasıl gider; yerine kim gelir; yeni gelenlerin Türkiye’ye faydası olur mu... türünden sorular tabii ki sorulmuş ve makul ve mantıki ölçüler içerisinde cevapları verilmiştir. Fakat nihai kertede doğru ve meşru olan, Türkiye’nin nerede duracağını net olarak belirlemesi ve bu hareket hattı üzerinde sebat etmesidir.

Ulusal çıkar ilkeli olmaktır

Nitekim Türkiye Tunus, Mısır ve Libya’da devrimleri destekledi ve şu anda işbaşında bulunan bütün kadrolarla iyi ilişkiler içerisinde. Son olarak Mısır’a yapılan seyahat, imzalanan anlaşmalar ve Gazze ateşkesi konusunda gösterilen ortak çaba, Türkiye’nin doğru yerde durduğunu teyit ediyor. Bunun bir neticesi olarak Türkiye’nin Mısır’daki itibarı ve saygınlığı Mübarek döneminden çok daha fazladır. Aynı şekilde Türkiye Mısır’la daha derinlikli, karşılıklı çıkar ilişkisine dayanan ama aynı zamanda ortak değerleri ve idealleri esas alan bir ilişki dönemine girmiş durumda. İşin özeti şu: Türkiye Mısır’da kumar oynamadı. Durması gereken yerde durdu, ilkeli davrandı ve neticede kazançlı çıktı.

Bazıları Suriye konusunda işin böyle olmadığını düşünüyor. Yakından bakalım. Türkiye, diğer Arap devrimlerinde olduğu gibi halkların meşru taleplerini destekledi ve tarihin doğru tarafında yer aldı. Bu niye bu kadar önemli? Halk, talep, meşruiyet, tarih, haklılık... Bu kavramlar uluslararası ilişkilerin ve dış politikanın temel referansları olabilir mi? Dış politikadaki tek referans “ulusal çıkar” değil midir?

Artık klişe haline gelen bu itirazı biraz açmak gerekiyor. Zira “aslolan ulusal çıkardır” cümlesinin arkasında neyin yattığını çoğu zaman bilmiyoruz. Ben kestirmeden ifade edeyim: Halkın, hakkın, hukukun, meşruiyetin, değerin, ilkenin, insanın, ahlakın belirlemediği bir politika, bir milletin menfaatine değildir. Türkiye yıllarca irrasyonel, gayr-ı insani ve gayr-ı meşru mülahazaların, korkuların, iktidar hesaplarının şekil verdiği bir “ulusal güvenlik” konseptiyle yönetildi. “Ulusal güvenlik-ulusal çıkar” gerekçesiyle bu ülkede darbeler yapıldı, muhtıralar verildi, insanlar asıldı, hayatlar söndürüldü, milli servet çarçur edildi, memleket geri bırakıldı. Ulusal çıkar adına bu cürümleri işleyenler arasında şüphesiz küçük hesaplar peşinde koşan, kendi cebini doldurmaya çalışan insanlar vardı. Fakat bunların hepsi vatan haini falan da değildi. Sorun, zihinlerdeki kalıplardan, tanımlardan, önceliklerden, tehdit algısından, ilkelerden kaynaklanıyor.

Bu ilke iç siyasette olduğu gibi dış politika da geçerlidir. Türkiye’nin dış politikadaki ulusal çıkarı, bölgesinde bir güvenlik, istikrar ve refah düzeninin inşa edilmesini gerektirir. Savaşlarla, iç çatışmalarla, terörizmle, ekonomik krizlerle boğuşan bir bölgede Türkiye’nin güven ve refah içinde olması mümkün değildir. “Başkaları zayıf olsun ki ben de onların üzerine basıp bir adım yükseleyim” devri kapanmıştır. Üzerine bastığınız herkes sizi bir gün bir şekilde aşağıya çekecektir. “Kazan-kazan” ilkesi, akıllı bir politik yaklaşımla, hem Türkiye’yi hem de müttefiklerini güçlü kılar.

Bunun için Türkiye’nin geniş bir coğrafyada, farklı aktörlerle, farklı dinamikleri dikkate alarak bir dış politika izlemesi kaçınılmazdır. Zira İstanbul’un, Ankara’nın, Diyarbakır’ın, Antalya’nın, Trabzon’un güvenliği ve refahı, aynı zamanda Brüksel’in, Atina’nın, Şam’ın, Tahran’ın, Bağdat’ın, Beyrut’un, Bakü’nün, Batum’un... güven ve refah içinde olmasına bağlıdır. Bu kadar çok dengeyi bir arada tutmak şüphesiz kolay bir iş değil. Fakat küreselleşmenin hız ve derinlik kazandığı bir on yılda, her dış politika hamlesi, bölgesel ve küresel sorunlara kuşatıcı ve çok-boyutlu bir perspeltiften bakmak zorundadır. “Türkiye ricat etsin!” diyenler, küresel siyasetteki dinamik yapıları doğru tahlil etmiyorlar.

Türkiye bu yüzden Suriye meselesinde de bir tavır aldı ve ilkeli davrandı. Bugün dış politikaya yönelik eleştirilerin merkezinde Suriye var. Diğer konular -İran, Irak, Rusya... -Suriye marjında gündeme geliyor. Ve şu deniyor: Türkiye Suriye’de fazla ileri gitti, yanlış hesap yaptı; dahası Araplar ve Batılılar bizi yalnız bıraktı. Şimdi Suriye’nin yükünü biz çekiyoruz.

Suriye’de kaybeden kim?

Gerçekten öyle mi? Türkiye, Suriye’de kumar oynasaydı, muhtemelen bugün Esad’ın yanında durur ve asıl siyasi ve ahlaki çıkmaza o zaman düşerdi. Bu savaşta “tarafsız” kalmak diye bir opsiyon yok ve bu yüzden Türkiye ya Suriye halkının yanında olacaktı ya da Esad’ın. Şimdi Esad’la köprüleri attığı için Başbakan Erdoğan’ı eleştirenler, Esad’ın yanında dursaydı bu sefer Başbakan’a -hem de kendi cümlelerini kullanarak- “kendi halkını katleden bir zalimin yanında nasıl durursun? Zulüm karşısında susan dilsiz şeytan değil midir?” diye haykıracaklardı. Onların haykırmasına gerek kalmadı zira Başbakan bu köprüleri bilerek ve isteyerek attı. Burada da aynı süreç işledi: Bütün ihtimal hesapları dikkate alınarak ilkeli bir duruş sergilendi ve Türkiye, kısa vadede ödemek zorunda kaldığı bedellere rağmen, tarihin doğru tarafında yer aldı.

Bazıları bu durumun Türkiye’nin gücünü azalttığını, Arap dünyasında itibarını zedelediğini söylüyor. Gerçekten öyle mi? Türkiye Suriye’de halkın değil Esad’ın yanında dursaydı, böylece İran ve Rusya ile ihtilafa düşmeseydi acaba Arap ve İslam dünyasında ve tabii ki Batı dünyasında daha itibarlı bir yerde mi olurdu? Kendi iç kamuoyunda bunun hesabını verebilir miydi?

Türkiye’nin Suriye konusundaki ilkeli ve tutarlı duruşu, Arap ve İslam dünyasında da Batı’da da büyük bir saygınlıkla takip ediliyor. Üstelik Esad rejimine ve zulmüne karşı koyan Türkiye’nin önüne böylece yeni fırsat alanları da çıkıyor. Başbakan Esad’a dur dediği için Filistin konusunda İsrail’e de dur diyebiliyor, BM reformunu gündeme getirebiliyor, küresel adalet talep ediyor, İslam dünyası demokratikleşmeli, üretmeli, daha çok çalışmalı diyebiliyor.

Aynı ilkeli ve kararlı duruş sayesinde Türkiye AB’den sadece hakkı olanı talep ediyor. Herhangi bir imtiyaz, iltimas talebinde bulunmadan, Türkiye’nin Kopenhag Kriterleri çerçevesinde ve Gümrük Anlaşması gereğince AB’ye tam üye olmasını istiyor. Burada da Türkiye aynı ilkeli ve kararlı tutumunu sürdürüyor. Eski Türkiye’nin “ulusal çıkar ve milli güvenlik” konseptiyle hareket etseydik, herhalde bugün AB ile resmen müzakere yürüten bir ülke olmazdık. Tersine, ulusalcıların paranoyak komplolar dünyasında oradan oraya savrulur, çapsız bir dış politikayla ne milli çıkarlarımızı ne de itibarımızı koruyabilirdik.

Bu noktada Suriye’deki çatışma ortamından dolayı Türkiye’nin Ortadoğu’da ve İslam dünyasında “ince güç” kapasitesini yitirdiğini söyleyenler yanılıyorlar. Türkiye ekonomisiyle, diplomasisiyle, kültür ve turizmiyle, STK’larıyla, TV dizileriyle, müzik festivalleriyle, okullarıyla ve üniversiteleriyle etkin ve dinamik bir ince güç olmaya devam ediyor. Esad yanlısı çevrelerin pozisyonlarını esas alarak Türkiye’nin bölgede etkisini yitirdiğini söylemek, en azından haksız ve tarafgir bir tavır olur. Türkiye’nin Suriye halkının yanında durması, 200 bine yakın Suriyeli mülteciye kapılarını açması, onların özgürlük ve onur çağrısına kulak vermesi, Arap ve İslam milletlerinin derin vicdanında karşılık buluyor. Aynı vicdani tutum, Avrupa ve Amerika’da sağduyu sahibi kitleler ve hükümetler tarafından da takdirle izleniyor. İtibar ve ince güç sahibi olmak için de ilkeli olmak gerekir. İnce güç, sadece havuç uzatmaktan ibaret değildir.

Türkiye’nin ulusal çıkarı, itibarı ve ince güç kapasitesi, dinamik gelişmeler karşısında ilkeli ve tutarlı bir dış politika geliştirmeyi gerektirir. AB üyeliğinde ısrar eden, ABD ile ilişkilerini güçlendiren, Afrika, Asya ve Latin Amerika’ya açılan ve Arap devrimlerine destekleyen Türkiye’nin bölgedeki ve dünyadaki konumu on yıl öncesine göre daha güçlüdür. Türkiye’nin ulusal çıkarlarını, itibarını ve ince güç etkisini teminat altına alacak olan da bu konumun derinlik kazanmasıdır.

[email protected]