Bir türlü sevinemeyenlerin trajik tarihi

Koray Şerbetçi / Tarihçi, Yazar
28.08.2020


Bir türlü sevinemeyenlerin trajik tarihi

Millet dediğimiz sosyal birimi tesadüfen bir araya gelmiş insan kalabalığından ayırt eden pek çok etken vardır. Bunların en başında da ortak bir vicdan ve ideal birliği gelir. Bir millet içinde ayrı hislere ve ayrı vicdana sahip olan fertler, başka milletler kadar birbirlerine yabancıdırlar. Bu insanların dili ortak olsa da vicdanları ortak olmadığından sosyal uyumun bozulması kaçınılmazdır. Topluluk ruhuna aykırı fertler ne kadar çoğalırsa, var olan topluluğun yaşama iradesi ve kabiliyeti de o oranda azalır.

Sosyal Bilimlerin çizdiği bu doğrultuda Türkiye’ye yaşananlara bakıldığında garip bir durum gözden kaçmamakta. Siyasî olarak mevcut yönetime karşı bir duruşu sergileyen kimi insanlar, demokratik bir sistemde gayet doğal olan siyasî eleştiri ve muhalafet etme tavrını siyasetin ötesinde psikyatrinin inceleme sahasına girecek derecede hastalıklı bir boyuta taşımaya başladılar. Zira bu tutum, sosyal bilimlere göre bir topluluğun uyumunu hatta hayatiyetini bozacak derecede topluluğun ortak faydalarına ters ve topluluk ideallerini dinamitleyici bir tarzda gelişmekte.

Karamsar ve küçükseyici bakış

En somut örnek olarak Türkiye’nin Karadeniz’de yaptığı araştırmalar sonucu yeni doğal gaz rezervleri bulması ve bunu tüm kamuoyuna bir müjde olarak vermesiyle yaşandı. Toplumun ezici çoğunluğu bu hadiseyi kimliği fark etmeden normal olarak yaşadığı ülke adına sevinçle karşılarken, marjinal bir duruşa sahip olan kimi bireyler ve organizasyonlar hemen bu sevincin karşısına karamsar ve küçümseyici bir tavır takındılar.

İşte bu noktada bu tuhaf tutumun prototiplerini görmek, geçmişte nelere yol açtığını ve gelecekte de nelere açacağını anlamak için tarihe bir projektör çevirmek yerinde olacaktır.

Yenilgi haberine göbek atmak

Viyana önlerindeki ordugahtan İstanbul’a dörtnala gelen haberci, saraya serdar-ı ekrem Merzifonlu Kara Mustafa Paşa’nın komutasındaki ordunun düşman kuvvetleri karşısında bozguna uğradığı haberi payitahtta derin bir üzüntüye yol açmıştı. Fakat bu haberi alan sadrazamın muhalifleri olan Kızlar ağası Yusuf ile Mîrâhûr-ı evvel Sarı Süleyman ağalar Silahdar Tarihi’nin bize bildirdiğine göre ellerine makramalar alıp döne döne mecazen değil gerçek anlamda karşılıklı göbek atmışlardı. Çünkü bu yenilgi Paşa’nın siyasî kariyerinin sonu olacak, onunla birlikte tüm kadrosu iktidardan düşecek ve yerine paşanın muhalifleri olan grup işbaşına gelecekti. Ordunun mağlup olması durumunu sadece politik tahterevallinin yer değiştirmesi olarak gören ve küçük hesaplar yapan Kızlar ağası Yusuf ile mîrâhûr-ı evvel Sarı Süleyman ağalar idarî kadrosunda yer almak istedikleri devletin ne hale düştüğünün ya farkında olmayacak kadar sığ bir bakışa sahiptiler ya da bunu umursamayacak kadar haindiler. Tarih kitaplarında “Gerileme Dönemi”nin işaret fişeğinin atılması olarak not düşülen, toprak kayıplarına yol açan, siyasî-iktisadî sistemi bozan bu yenilgiye sevinmek her ne mantıkla yapılmış olursa olsun tarihe geçmiş büyük bir ibret vesikası olarak bizlere kalmıştır.

‘Moskof olurum daha iyi’

Osmanlı devrinde “Moskof” tabiri gerek devlet için gerekse halk için çok ciddi ve kötü bir kavramdı. Necip Fazıl Kısakürek’in deyimiyle: “Bu kelimenin Türk ruhuna göre anlamını kuzuya aşılayacak olursanız, hatırına, dişleri kan içinde kurt gelir. Piliç sansarı, geyik de yılanı hatırlatır.”

Ayrıca Necip Fazıl’a göre toplumlar ve milletler arasındaki zıtlığa, buzdağı ve yanardağ derecesinde en keskin örnek olarak, Moskof ile Türk gösterilebilir. İşte bu anlayış çerçevesinde Sultan III. Selim döneminde ilginç bir hadise yaşanır. III. Selim döneminde artık dönmez olan devlet çarkını yeniden sağlıklı bir şekilde işler hale getirmek ve Batı’nın saldırıları karşısında Osmanlı Devleti’ni ve Müslüman dünyayı ayakta tutabilmek için ıslahat programı hazırlanmış ve hayata geçirilmeye çalışılmıştır. Bu programın en başında da artık asker vasfını yitiren ve başıbozuk bir milis kalabalığına dönüşen Yeniçerilere alternatif olarak günün dünya şartlarına uygun daha doğrusu eli yüzü düzgün, siyasetten uzak bir ordunun kurulması yer almaktaydı. 

Ama bunun karşısında en büyük engel Yeniçerilerdi. Askerlikten uzak, gırtlağına kadar politikaya batmış, cephede ne kadar zayıf ise içeride hükümetlere ve kendi ahalisine bir o kadar külhanbeyi olan bu grup, ülke savunmasını bir üst seviyeye çıkaracak bu yeni orduya nefret kusmaya başlamışlardı. Zira önemli olan ülke savunması değil, kendi topluluklarının siyasî-ekonomik çıkarlarıydı. Bu uğurda ülke dahi feda edilebilirdi. İşte bu günlerde sadece çıkarları tehlikeye giren III. Selim muhalifleri değil, Osmanlı Devletin’nin bu tarz hamlelerle toparlanacağını ve bu coğrafyadaki tahakkümlerinin kırılacağını gören İngiliz ve Fransız casusları da Nizam-ı Cedit adlı yeni orduya karşı şiddetli bir kara propagandaya başlamışlardı. Bu propagandanın tesiri en çok yeniçeriler arasında görüldü ve o kadar görüldü ki, onlardan birine bir gün şaka yollu olarak bir yeniçeriye “Nizam-ı Cedit olur musun?” diye sorulunca çok ciddi bir cevap vermişti: “Haşa Moskof olurum, Nizam-ı Cedit olmam!” İşte, o dönemde Türk ruhuna en ters kavramı bile sırf III. Selim’e muhalif olma adına benimsetebilecek hastalıklı bir kin örneği.

Vatan yahut parti

Çünkü Türk tarihinin belki de en akıl almaz noktalarından birisi 20. asrın ilk çeyreğinde yaşandı. Bu dönemde yaşanan en büyük sosyal ve politik travma Balkan Savaşı mağlubiyeti oldu. Bu savaş hakkında pek çok söylenebilir. Fakat yazının izlediği çizgiden kopmamak için sırf politik karşıtlık adına yaşananlardan çok azına bakmak yeterli olacaktır.

1908 senesinde ilan edilen Meşrutiyet yönetimi ve arkasından 1909’da patlak veren 31 Mart Vak’ası Sultan II. Abdülhamid’in tahttan indirildiği, İttihat ve Terakki’nin siyasette baş aktör olduğu bir dönemin kapısını açtı. Fakat savaşın yaşandığı 1912 senesinde her ne kadar Jön Türkler siyasette baş aktör olsalar da hükûmette Jön Türklere karşı olan bir kabine vardı. İşte bu hengamede yine politik karşıtlık hırsı ortak vicdanı boğdu.

Balkan Savaş’ında ordunun hedef ve gaye kaybına en acı örneklerden birisi de kimi subayların ittihatçılara mesafeli hükûmet zor durumda kalsın diye askerleri aleni olarak düşman kuvvetlerine karşı savaşmamaya teşvik etmesiydi. Bu durum tespit edilecek, sonraki dönemde ün kazanacak olan bir isim askerî mahkemede yargılanacak ama Enver Paşa’nın araya girmesiyle ceza almayacaktı.

Niçin savaşıyorsunuz?

Daha sonra kendisi; ben öyle demedim Anadolu esas vatandır bu gidişle günün birinde Anadolu’da çile dolduracağız diye yanlış anlaşıldığını söylese de her halde emrindeki erler savaş hengamesi içinde konuyu bambaşka biçimde anlamışlar ki çoğu kez kurşun atmadan cepheden yüz geri etmişlerdir.

Savaşa katılan Mehmed Selahaddin Bey, İttihaçı bazı subayların hükûmeti zor duruma sokmak için ulema kılığına bürünüp askere tersinden propaganda yaptıklarını öne sürer. Bu propaganda da “Selanik Yahudilerini asker içine katarak hükûmet memleketi sattı. Niçin savaşıyorsunuz?” diyerek askeri savaştan soğutmuşlardır. Yok eğer durum Mehmed Selahaddin Bey’in iddia ettiği gibi değil de gerçekten ulemadan olanlar bunu dediyse var olan gayesizliğin nelere yol açacağına dair tezi yine de güçlendirici bir unsurdur.

Bazı erkan-ı harp yani kurmay subayların Rumeli’yi kastederek “Burası bizim vatanımız değildir, Anadolu’ya çekilelim”diyerek Anadolu’dan gelen askerleri savaşmamaları için kışkırtmışlardır.

Dahiliye Nazırı yani dönemin içişleri bakanı Reşit Bey’in aktardığına göre Rumeli’ye sevk edilmek için İstanbul’a getirilen askerlerin arasına karışan provokatörlerin “Rumeli’den sana ne, senin vatanın Anadolu’dadır. Hayatını beyhude feda etme! Hükûmet haindir, sizi kasten imhaya çalışıyor” diye telkinde bulunmuşlardır. Sonuç olarak hükûmet düşmüş ama Rumeli de elden gitmiştir.

Teröriste methiye yazmak

Bu tutumun en bariz örneklerinden birisi de Tevfik Fikret idi. Kendisi devrin modasına uyarak Sultan II. Abdülhamid’e karşı sıkı bir muhalifti. Bu hal o denli gözünü karartmıştı ki, Ermeni teröristlerin projelendirdiği ve Belçikalı anarşist Edward Jorris’e ısmarlanan bombalı suikastın başarılamamasına bile üzülmüştü. O kadar ki teröristlere medhiye düzecek o meşhur “Bir Lahza-i Taahhur” (Bir Anlık Gecikme) şiirini kaleme almıştı. Şiirin en vurucu yeriyse şu dizlerde saklıydı: Ey şanlı avcı dâmını (tuzağını) bihude (boşuna) kurmadın / Attın fakat yazık ki, yazıklar ki vurmadın!

Dünya görüşü olarak yaşadığı topraklara ait hiçbir değere inanmayan şair, nasıl olduysa kendi ülkesinin liderine suikast düzenleyen teröristlere romantik bir tutkuyla şiir yazabilmişti. Zira zihnini esir alan politik karşıtlık ortak vicdanı şiirinin mürekkebinde boğmasına telkin ediyordu kendisine. Örnekler çoğaltılabilir elbette. Ama bu birkaç tablo dahi bizlere, gayet normal bir sosyal tutum olan politik karşıtlığın kendi sınırlarını aşarak topluluğun ortak fayda ve ideallerine yöneldiğinde nasıl tehlikeli bir tutum olabileceğine dair fazlasıyla bir fikir verebilmektedir sanırım.

[email protected]