Bir yevmiyeye iki muallim

Mustafa Çiftçi / Yazar
21.02.2020

Avare avare dolaşıp inşaat arıyoruz. Amelelik edecek ve gece kalacak yer bulacağımız inşaat yok. İstanbul'un her yeri şantiye ama bize iş veren yok. Aslında tipimiz çikolata çocuğu değil kavruk köylü bebesiyiz ama vermiyorlar iş. Herkes amelesine dizmiş ekibini kurmuş çalışıyor. Çok aradık sonunda bulduk. Ama usta başı bizim ikimizi bir kişi saydı yani iki kişi tek yevmiyeye kürek sallayacağız.


Bir yevmiyeye iki muallim

Öğretmen okulunda okuyorduk ya adımız muallim idi. Eskiler bilir “öğretmen” sonrada çıktı bizim adımız aslı esasınca muallim idi. İki arkadaş, iki yoldaş, iki hemşehriydik. Hidayet ve ben. “Benim adımı sormayın.” diyeceğim ya laf yarım kalacak. Benim adım da Mehmet. Adımı neden “sormayın” dedim. Ben oldum olası ön planda olmayı sevmem. Yani adım değil eserim öne çıksın diyen mahcup şair gibiyim. Gel gör ki eserim yok ama az buçuk şiir denemelerim olmuştur.

Neyse laf hiç etmeyelim de derdimizi anlatalım.

Biz iki muallim adayı olarak öğretmen mektebinde okuyoruz. Ama canımız çıkıyor okurken. Yokluk belimizi büküyor. Yurt parası çok tutuyor. Okula hep yürüyoruz. Minibüse vereceğimiz paranın üçte birine okulun önündeki tatlıcıdan tatlı alıyoruz. Neymiş efendim enerji olacakmış. Ne enerjisi bizi daha çok acıktırıyor tatlı. Hidayet diyor ki maaşa geçince ilk işim şu tatlıcıyı kenara çekip aç ulan tezgahı deyip tıksırıncaya kadar tatlı yiyeceğim. Durumu iyi olanlar gülüyorlar Hidayet’in bu hayaline. “Cebin para görünce sokak tatlıcısından tatlı mı alırsın oturursun pastaneye bir güzel...” diyorlar . Hakkaten pastanede oturanlar nasıl güzel oturuyorlar. Onları görüp iç geçiriyoruz.

‘Sevda sana çok gelir’

Hidayet’in bir de gönül derdi var. Ben çok kızıyorum. “Sen nefesi kokan bir talebesin sevda sana çok gelir.” diyorum. Hidayet inadına gülüyor. “Böyle sevda çekmesi bir tatlı ki sora gitsin.” diyor. Sormuyoruz bakalım ne olacaksa...

O sene dersler bitti. Önümüzde tek seçenek var. Köye döneceğiz harmanı kaldırıncaya kadar çalışacak sonra harmandan hissemize düşeni alıp tekrar okula döneceğiz. Ama o sene Hidayet yeni bir akıl buldu. İstanbul’a gideceğiz. İnşaatlarda çalışacağız. Köyde harmanı kaldıracak birileri nasıl olsa bulunur. Harmandan gelen para ile bizim biriktirdiğimiz birleşince karnımız daha iyi doyacak. Plan bu. Peki köydekilere ne diyeceğiz. Anam duysa benim inşaatlarda çalışacağımı katiyen izin vermez. Hem bana kıyamaz hem de el işinde çalışmak onlara ar gelir. Yani köyde kendi işimiz dururken başkasının kapısında yevmiyecilik yapmamızı pek istemezler.

Hidayet’te laf çok. Çok laf içinde yalan olmaz mı? Hem de ne yalanlar. Köyde bir tek muhtarda telefon var. Telefona babamı çağırtıp Hidayet’in uydurduklarını bir bir saydım. “Staj var.” dedim. “Yazın biz buradayız. Siz merak etmeyin kalacak kadar paramız var.” dedim. Babalar oğullarının sesinden biliyor her şeyi. Bak inancınız olsun biliyorlar. Benim söylediklerime babam pek ses etmedi ama “...ne yapıyorsanız yapın da başınıza iş açmayın.” dedi. “Tamam baba...” diyebildim.

Yükü insan değil, dert

Yola düştük İstanbul’a giden en ucuz vasıta tren o zamanlar. Trenin yükü insan değil dert imiş gibi o kadar zor yol aldı ki saatlerce eziyet çekti bize de çektirdi tren. Sonunda İstanbul’a vardık. Hidayet’in elinde bir adres var. O adrese gideceğiz . Hidayet’in eniştesinin bir arkadaşı imiş. Adam bize iş ayarlayacak. Adresi sora sora avare olduk. İstanbul’da adam daha çok acıkıyor. Bak gerçek söylüyorum çok acıkıyor. İnsan acıkınca kafası da çalışmıyor. Biz o halde adres aradık cebimizdeki paraya kıyıp yemek de yemiyoruz ki varınca adresteki adam karnımız doyurur herhalde diyoruz. Cahillik işte bir simit almayı akıl edemiyoruz. Deli dembelek epeyce yürüdük. Sonunda adresi bulduk ama adamı bulamadık. Adam taşınmış. Buyur burdan yak. Ne edeceğimiz bilemedik. Geri dönelim desek Hidayet itiraz ediyor. Ben İstanbul’a gelmişim daha dönmem. Burada bu yaz bize ekmek var. Biz yeter ki arayalım diyor. Hayat hep Hidayet’in dediği gibi olsaydı keşke...

Olmadı tabii. Biz sefilliğin dibini bulduk. İki gece parkta yattık. Gündüz iş aradık. Daha doğrusu avare avare dolaşıp inşaat arıyoruz. Amelelik edecek ve gece kalacak yer bulacağımız inşaat yok. İstanbul’un her yeri şantiye ama bize iş veren yok. Aslında tipimiz çikolata çocuğu değil kavruk köylü bebesiyiz ama vermiyorlar iş. Herkes amelesine dizmiş ekibini kurmuş çalışıyor. Çok aradık sonunda bulduk. Ama usta başı bizim ikimizi bir kişi saydı yani iki kişi tek yevmiyeye kürek sallayacağız. Tamam dedik çaresiz. Avare gezmekten iyidir diye işe başladık.

Köydeki harmana kurban

“Ben köydeki harman işine kurban olayım” diyorum. Akşama kadar belimiz sapıyor. Akşam bir bulgur pilavı olursa ne ala yoksa ekmek peynir soğan ile gün bitiyor. Hidayet de aynı sıkıntıyı çekiyor ama bu işi başımıza o açtığı için “gık” demiyor. Bir de sevdiği kıza hediye almak peşinde ha bire yevmiyemizi sayıyor. Sanki sayınca para artacak. Bir de hayali var; kazandığımız parayla Boğaz’da balık yiyeceğiz. Sonra jilet gibi birer takım elbise alacağız. Bir de Bergen konserine gideceğiz. “Bergen’i görmeden gitmem arkadaş.” deyip duruyor. Kimmiş bu Bergen deyince anlatıyor. “Çok güzel kadınmış bir nevi afeti devran imiş. Yüzüne kezzap atmışlar ama yılmamış çalıp çığırmaya devam etmiş. Sevdiğim aynı Bergen’e benziyor. İstanbul’a geldiğimi biliyor sevdiğim ve Bergen kaseti istedi. Ben ona imzalı kaset götüreceğim” diyor.

Hasılı Hidayet hayal ediyor sonra ikimiz o hayali yaşamak için çırpınıyoruz. Rezilliğe alıştık. Bir de herhalde Hidayet’in hayalleri bizi diri tutuyordu. Ustabaşına arada bir soruyoruz. “Boğaz’da balık pahalı mıdır?” diye. Adam karnı yarılana kadar gülüyor bizim hayallerimize. Amelelik değil de dalga geçilmek adamı bitiriyor.

Biz yarım yevmiye ile çalıştığımız yerden sonra iki inşaat daha değiştirdik. Lafı uzatmayalım yaz boyu çalıştık. Artık Boğaz’da balık yiyecek, takım elbise alacak ve Bergen konserine gidecek kıvama geldik.

Güzelce dayağımızı yedik

O gece yattık ama ben huzursuzum uyur gibi değil karanlık bir kuyuda çırpınır gibiydim. Sabah kalktık. İşbaşı yapacağız. Hidayet’in nerden aklına geldiyse parayı sakladığı duvardaki oyuğa baktı. Ve ateş değmiş gibi sıçradı. Bizim paralar yoktu. Bağırdık, çağırdık ama yoktu işte. İnşaatı alt üst ettik. Bu arada Hidayet; “...o hırsız bu inşaattadır.” deyince Ustabaşı sinirlendi. Ve biz anladık ki Ustabaşı sinirlenince ameleler daha çok sinirleniyormuş. “Bize hırsız diyorsunuz...” diyerek ikimizi epeyce dövdüler. Ben o yaşa kadar o kadar dayak yememiştim. Siftahı inşaatta yaptık. Dayağımızı güzelce yedikten sonra karakola gittik. Polisler bize acıdılar. Çay, simit, kolonya falan derken bizi biraz toparladılar. Polislere dedim ki bize merhamet edin bir otobüse bindirin de memlekete gidek. “Tamam o iş, canını sıkma” dediler. “Eh öyleyse...” dedim ve çaydan bir yudum aldım. Tam yutacakken Hidayet koluma vurdu. “Bak...” dedi “...radyoda ne çalıyor?” Bergen’miş çalan. Dinledik bir zaman susarak...

[email protected]