Bir ‘zamane tarihselciliği’ ya da ‘Mulkuus’ semiyotiği

Dr. Nuri Sağlam - İstanbul Üniversitesi
6.06.2015

Zaman, siyah ve kalın harflerle “Atatürk de hata yapar!” ara başlığını atma ve dahi öteden beri dünya kadar araştırmacı istihdam eden kurumların düzeltmeye cesaret edemedikleri maddî bir hatayı manevî bir cesaretle düzeltme zamanıdır!


Bir ‘zamane tarihselciliği’ ya da ‘Mulkuus’ semiyotiği

Atatürk, Hasan Tahsin’in adını neden anmadı? Hiç şüphesiz bütün soyut ve somut olgular zamanla mukayyeddir ama bu sorunun cevabının “Zaman”dan başka bir yerde kayıtlı olduğuna -tövbeler günahıma- bir türlü inanamadım! 20 Mayıs 2012: Zamanın en büyük tarihçisinin yine zamanın en derin yerine yahut mantık cehenneminin dibine -herhâlde Bertrand Russell’ın “mantık cehennemdir” lafınının üstüne laf olsun diye- düştüğü ya da düşürdüğü bir tarihtir bu!

“Yılmaz Özdil, yalnız kendisinin değil, yakın çevresinin de tarihten ne kadar anladığını ayan beyan ortaya koyan bir yazı kaleme aldı Hürriyet’te. Verdiği bilgiler tutarsız, yanlış, hatta uydurmaydı. Araya ‘tırak, tırak, tırak’ gibi ses efektleri de eklediğine göre tarih değil, senaryo yazdığından şüphe edilemez.” girizgâhıyla başlıyor yazısına. Sonrasında birçok tarihsel kaynağı saçıp savurarak ortaya çıkardığı “müthiş!” bulgularla Yılmaz Özdil’i ve onun şahsında -Ece Ayhan’ın deyişiyle söyleyelim- “sarışın tarihçileri” kepaze etmekle kalmıyor, bu Kemalîlerin Cumhuriyet aşkına uydurdukları “sarışın tarih”in yerine, tabir caizse Tanrı aşkına, yerli ve yerinde bir “karaşın tarih” anlayışı getiriyor! Abarttığım sanılmasın. Sultan Abdülhamid’den sonra bizatihi “tarih”e de dans ettirmiş demiyorum! Ece Ayhan sağ olaydı, hiç kuşkusuz “karaşın tarihçiler” olarak benimsediği İdris Küçükömer ve Şerif Mardin’i bir kalemde silip atar, sadece ve sadece zamane tarihçisini tebcil ederdi, demek istiyorum. Zira yazısının devamında “Tetikçi Hasan Tahsin’den bir kahraman yontma derdine düşenlere” öyle aporetik sorular yöneltiyor ki bu sorular karşısında elbet bütün tarihçiler şapka çıkartmıştır denemez ama muhtemelen zavallı Kemalîler o sarışın külahlarını hem de kendi elleriyle başlarına ters geçirmişlerdir dense sezadır...

Nitekim zaman, siyah ve kalın harflerle “Atatürk de hata yapar!” ara başlığını atma ve “Okumalarım sırasında dünya kadar araştırmacı istihdam eden kurumların düzeltmeye cesaret edemedikleri maddi bir hata ile karşılaştığımı söylemek zorundayım.” deme zamanıdır. Ve de hiç vakit kaybetmeden bu maddî hatayı manevî bir cesaretle düzeltme zamanıdır. Ama bunun çok da ağır bir bedeli vardır... Bu yüzdendir ki zamane tarihçisi, dünya kadar araştırmacı istihdam eden kurumların düzeltmeye cesaret edemediği o korkunç hatayı düzeltmek için her şeyi göze almış ve kimselere sezdirmeden son derece kullanışlı, her eve lazım, her zemine ve bâhusus her zamana uyar, yeni bir semiyotik yöntem geliştirmiştir. Herhâlde sadece zamane tarihselciliğine mahsus ve adına da muhtemelen “Mulkuus” semiyotiği denilen bu yöntemi anlayabilmek için evvela söz konusu hatayı bulmaklazımdır!

Farz edelim ki 24 Mart 1919 tarihli Hukuk-ı Beşer gazetesinde çıkan bir yazıda, Damat Ferid Paşa hükümetine üç ayrı soru yöneltilmiş olsun ve bu soruların üçüncüsünde günümüz Türkçesiyle şöyle denilsin: “Güya nakit paranın geçmediği yerlerde ordu mensuplarının hatta sivil memurların ihtiyaçlarını giderme bahanesiyle meskûkât müdüriyeti tarafından milyonlarca altın ve gümüş para basılarak bazen vagon vagon ordu kumandanı denilen âlî sefillere, daha doğrusu haydutbaşılara teslim edildi. Ve oralara sevk olundu.Bu milyonlarımız har oldu, harman savruldu. Niçin aranılmıyor?” (Hukuk-ı Beşer, nr. 57, 23 Cemaziyelahir 1337-24 Mart 1335.)

Atatürk üzerine alınsa...

Ve yine varsayalım ki Mustafa Kemal Paşa her nedense bu yazıdaki hakaretleri doğrudan doğruya kendi üzerine alınmış olsun ve aynı gün Harbiye Nezareti’ne yazdığı bir şikâyet dilekçesinde özetle şunları söylesin: “Hukuk-ı Beşer gazetesinin 24 Mart 335 tarihli nüshasında, müdafaalarına hiçbir vakit lüzum görmeyeceğim bazı eşhas hakkında tarizatta bulunmak isterken, bütün Osmanlı ordu kumandanlarını sefil ve haydut başılıkla tavsif ve teşhir etmek ne büyük ahlaksızlık ve ne sefil vicdansızlıktır. Bu ahlaksızlık ancak vatan ve milletin mahv ve izmihlalini arzu eden bir alçakta bulunabilir. O sefil müfteri şunu da kat’î olarak bilmelidir ki ben hiçbir vakitte vagon vagon altın teslim eden sefil ve haydutbaşılardan değilim. Söz konusu müfterî hakkında icap eden kanuni muamelenin Nezaret-i Celilelerince tatbik ve ifası müsterhamdır.” (Vakit, nr. 511, 22 Cemaziyelahir 1337-25 Mart 1335/1919.)

Lakin bu hadise, zamane tarihinde şöyle tahaddüs ediyor: “Atatürk, 14 Mart 1919 günü Harbiye Nezareti’ne yazdığı bir yazıda, Hukuk-ı Beşer gazetesinde kendisine ‘haydutbaşı’ diyen birini yerden yere vurmakta ve hakkında gerekenin yapılmasını istemektedir. ‘Alçak, iftiracı, vicdansız, namussuz’ dediği kişinin Mevlanzade Rıfat olduğunu çıkartıyor kimileri.”

İmdi, zamane tarihçisinin buradaki basit tarih hatasını görmeyelim ve buraya kadar söylediklerine el-hak doğrudur diyelim. Hemen ardından “oysa” diyor zamane tarihçisi: “Oysa Atatürk de yazısında Hukuk-ı Beşer gazetesinde çıkan bir yazıdan söz ediyor. Bu gazete, bildiğimiz gibi Hasan Tahsin’in başyazarı olduğu gazetedir. Acaba Atatürk’ün Hasan Tahsin’e düşmanlığı, kendisine ‘vurguncu, haydutbaşı’ demesinden geliyor olabilir mi? Burada bir isim karışıklığı var. Mevlanzade Rıfat’ın çıkardığı gazetenin ismi İnkılab-ı Beşer. Çıkardığı diğer bir gazetenin adı, Hukuk-ı Umumiye. Muhtemelen bu iki ismin Atatürk’ün hafızasında karışması sonucunda İnkılab-ı Beşer’de çıkan yazıyı, Atatürk Hukuk-ı Beşer’de çıkmış diye şikayet etmiştir...”

 Ey şimdi ne diyelim! Eğer söz konusu yazı, Hasan Tahsin’in başyazarlığını yaptığı Hukuk-ı Beşer’de çıkmamışsa “Atatürk’ün Hasan Tahsin’e düşmanlığı, kendisine ‘vurguncu, haydutbaşı’ demesinden geliyor olabilir mi?” sorusuna ne cevap verelim!...

Evvela Ferid Paşa hükümetine yöneltilen sorunun yer aldığı Hukuk-ı Beşer gazetesinin Hasan Tahsin ile hiçbir ilgisinin olmadığını belirtelim. Üstelik bunu, zamane tarihçisi de biliyor! Zira Hasan Tahsin’in başyazarlığını yaptığı Hukuk-ı Beşer gazetesi, zamane tarihselcisinin zamana kayıt düştüğü tarihten bir yıl önce, İzmir Büyük Şehir Belediyesi tarafından -âdeta bir katliam denecek kadar baştan sona yanlış okumalarla perişan edilmiş olsa da- günümüz harflerine aktarılarak kitap formatında basılmıştı. Bu gazeteye muhtemelen şöyle bir göz gezdirmiş zamane tarihçisi. Aksi hâlde yukarıda değindimiz üzere “Tetikçi Hasan Tahsin’den bir kahraman yontma derdine düşenlere” yönelttiği o sarsıcı soruları, başka türlü sıralayamazdı! Ancak İzmir’de çıkan bu gazeteyle eş zamanlı olarak bir başka Hukuk-ı Beşer gazetesinin de Mevlanzade Rifat tarafından İstanbul’da çıkarıldığını her ne hikmetse görememiş...

Meşhur ama maruf mu?

İmdi “Bu kadar meşhur ve maruf bir zamane tarihselcisi, nasıl olur da böyle bir gazeteyi görmez?” sorusunu duyar gibi oluyorum! Ama maalesef bu soruya verilebilecek makul bir cevap bulamıyorum! Bu yüzden belki mazur görülebilir vehmiyle “Herhâlde o muhteşem ‘Mulkuus’ semiyotiğini inşa etmeye uğraşırken gözü hiçbir şeyi görmez olmuştur da hiç değilse Hasan Duman’ın Arap Harfli Süreli Yayınlar Toplu Kataloğu’na bile bakma ihtiyacı hissetmemiştir!” diyeceğim... Çünkü aksi hâlde dünya kadar araştırmacının düzeltmeye cesaret edemediği o müthiş hatayı, vatan-millet ve sair aşkına düzeltme cesareti kırılır ve bu mazlum milleti malul bir tarihle yaşamaya mahkûm eden sarışınları morartmak için “Burada bir isim karışıklığı var. Mevlanzade Rıfat’ın çıkardığı gazetenin ismi İnkılab-ı Beşer. Çıkardığı diğer bir gazetenin adı, Hukuk-ı Umumiye. Muhtemelen bu iki ismin Atatürk’ün hafızasında karışması sonucunda İnkılab-ı Beşer’de çıkan yazıyı, Atatürk Hukuk-ı Beşer’de çıkmış diye şikayet etmiştir.” deme cesaretini gösteremezdi. Kaldı ki bu, “Mulkuus” semiyotiğine de aykırı düşerdi. Çünkü bu yöntemle şimdiye kadar söz konusu tarihsel meseleyle alakalı belge yahut kanıtların kolaylıkla vardan yok, yoktan var edilebildiğini herhâlde zamane tarihselcisinin okuyucuları da anlamış olmalıdır!

Hâlâ anlamadılarsa Hukuk-ı Umumiyye’nin “Hukuk”u ile İnkılâb-ı Beşer’in “Beşer”ini, zamanın bir köşesinde maharetle montajlayıp Mevlanzade’nin koskoca Hukuk-ı Beşer gazetesini bir anda nasıl yok ettiğine bir daha baksınlar! Baksınlar da hiç değilse bu montajdan arta kalanlarla “İnkılab-ı Umumiye” adlı bir de hayalî gazete yaratmadığına şükretsinler! Ama nafile! Çünkü tam şükredelim darken İnkılab-ı Beşer ve Hukuk-ı Umumiyye gazetelerini, bizzat kendi hâfıza-i beşerinde maharetle karıştıran zamane tarihçisinin, bu safsata macununu Atatürk’ün hafızasına nasıl da yamadığını görüp “fesübhanallah!” çekecekler! Daha da fenası “İnkılab-ı Beşer’de olmayan bir yazıyı acaba efendimiz nasıl görmüş!” diyecekler ve en sonunda zamane tarihçisinin günahına girecekler! Çünkü cahildirler... Çünkü bütün bunları zamanın yine “Mulkuus” semiyotiğine has bir haz hâli yahut “ene’l-hakk” makamındakilerin ancak anlayabileceği hakikatinden gafildirler! Çünkü oradakilerin ağızlarından çıkan her türlü kelâmın bu sefil dünya gerçeklerinden arındırılmış olduğunu bilmezler! Çünkü orada her şeyin kalp gözlerle görüldüğünden habersizdirler! Hâl böyleyken İnkılâb-ı Beşer’de, kimsenin dünya gözüyle göremediği yazıyı zamane tarihselcisinin işte böyle gördüğünü nereden bilecekler!...

Yukarıda, söz konusu yazının yer aldığı Hukuk-ı Beşer gazetesinin Hasan Tahsin’le hiçbir ilgisinin olmadığını belirtmiştim. Şimdi ise bu gazetenin Mevlanzade Rifat ile de hiçbir alakası olmadığını söyleyeceğim! Zira Mevlanzade Rifat’ın sadece 14 sayı ancak yayımlayabildiği Hukuk-ı Beşer gazetesi hükümet tarafından kapatılmış ve bir başka maruf gazeteci Ali Sacid tarafından satın alınarak 20 Şubat 1919’dan itibaren aynı adla yeniden çıkarılmaya başlanmıştır. Ferid Paşa hükümetine hitaben kaleme alınan mezkûr yazı işte bu gazetede yayımlanmış; Mustafa Kemal Paşa da Harbiye Nezareti’ne işte bu gazeteyi şikâyet etmiştir.

Tarih sarışın mı karaşın mı?

Dolayısıyla Mustafa Kemal Paşa’nın muhtemelen hiç tanımadığı ve belki adını dahi duymadığı Hasan Tahsin ile herhangi bir husumeti olamayacağı gibi en azından bu konuda Mevlanzade Rifat ile mahkemeye intikal etmiş bir davası da olamaz! Bu meseleyi gerek Hasan Tahsin gerekse Mevlanzade Rifat ile Mustafa Kemal Paşa arasında bir dava konusu olarak kaydeden sağlı sollu, ilerili gerili bütün ideolojik anlatılar asılsız, uydurma ve hayal ürünüdür. Asıl mesele, söz konusu yazıdaki hakaretleri koskoca Harbiye Nezareti ve onca subay dururken niçin sadece Mustafa Kemal Paşa’nın üstüne alınıp şikâyet ettiğini, sonraki gelişmeler üzerinden okuyabilmektir! Oysa zamane tarihçisi bir başka uyduruk kaynağa dayanarak şöyle noktalıyor yazısını:

“İlginç bir hususa işaret ederek noktalıyorum bu ‘çok olan’ yazımı: Sadi Borak’ın dediğine göre Mevlanzade Rıfat, gazetelere de sızdırılan bu şikayetnamesi üzerine Atatürk’e hakaret davası açmıştır. Avukatlarına danışan Atatürk, mahkûm edilebileceği uyarısını alınca onlara davayı mümkün olduğu kadar uzatmaları ve vakit kazanmaları talimatını veriyor. Böylece Atatürk’ün Samsun’a giderken aleyhinde açılmış bir dava bulunduğunu öğrenmiş oluyoruz.”

Fazla söze ne hâcet! Herhâlde zamane tarihçisinin bu “çok olan” yazısından okuyucuları da çok şey öğrenmiş yahut hiç değilse zamane tarihinin nasıl yazıldığını anlamışlardır! Yuri Lotman’ın dediği gibi olayların oldukları hâliyle tarihçi arasında hep birileri tarafından belli hedeflerle yaratılmış metinler vardır ve tarihçinin bu metinlerle uğraşma lanetinden kaçması imkânsızdır. Tarihçi, metinlerden metin dışı gerçekliği, olay hakkındaki hikâyeden olayı çıkarmak zorundadır. Zira metinlerle uğraşma lanetinden kaçarak uydurup uydurup sallamaya “Mulkuus” semiyotiğidenir! Doğrudur. Tarihin doğrusu ise ne sarışını ne de karaşınıdır fakat her ne pahasına olursa olsun sadece ve sadece hakka yaraşanıdır...

[email protected]